ÖNCESİ VE SONRASI İLE
CILAVUZ KÖY ENSTİTÜSÜ YAŞANTILARIM-2
-Gerçekler ayrıntıda gizlidir-
İLKOKUL ÖNCESİ YAŞANTILARIMDAN ANIMSADIKLARIM
“Dayı” gerçeğime ve sonraki yıllar içinde yaşadığım acılarıma, yoksunluklarıma karşın ayakta kalmamı sağlayan önemli etkenlerin var olduğunu düşünüyorum. Bunları, başta annem ve nenem; daha sonra da Ömer Dedem, Peruze ve Fato nenelerim, Sultan Halam, Vesiye Nenem, Vesiye Nenemin oğlu Ömer Dayım, Niyazi Dayım ve başka yakın akrabalarım ile değerli komşular oluşturuyor. Onların içten ilgi, sevgi ve sevecenlikleri olmasaydı, zor ayakta durabilirdim, sanıyorum.
Annem, koşulsuz sevgisi, içten ilgi ve özeniyle bana temel güven duygusu kazandırıyor ve sonrasında da bunu sürdürmemi sağlıyor. Ardından annem ve nenemle birlikte, saydıklarım arasında benimle yakından ilgili olanlar, hemen her gün bana yaşıtlarımla uygun toplumsal-ruhsal ortamlarda özgürce oyun oynama olanağı yaratarak benim bağımsızlık duygusu geliştirmeme ve adım adım toplumsallaşmama yardımcı oluyorlar. Gittikçe genişleyen etkileşim çemberi içinde bana etkinlik gösterme olanağı tanıyanlar, benim girişim duygusu geliştirmemin önünü açıyorlar. Daha sonraki dönemlerde kimlerin, neler kazandırdıklarından da sırası geldikçe söz edeceğim.
Kaleme Deftere Kitaba Karşı İlgim İlkokul Öncesine Dayanıyor
Dayımın evinin bir ev altındaki Ali Amcamların evine komşu olan Vesiye Nenemlerin evinin, bir kapısı arkadaki küçük düzlüğe açılan odasında bir dükkân açılıyor. Dükkânda çiçekli basmalardan incik boncuğa dek köy yerinde satılabilecek çeşitli şeyler bulunuyor. Onlar arasında benim en çok, değişik boydaki cep defterleri ilgimi çekiyor. Oraya her gidişimde bu cep defterlerine gözüm takılıyor. Bazen alıp içlerini karıştırdığım bile oluyor. Okula başladıktan sonra bana alınan kalem, defter ve kitaplara yönelik olarak da aynı sıcak duyguları yaşıyorum. Onlarla olmak, derin bir haz veriyor bana. Zaman içinde rengi, niteliği değişse de özünde bu nesnelerle birlikteliklerin yaşattığı hoş duygu, varlığını hep koruyor içimde. Bugün de ilgimi çeken kitabı kitapçı dükkânından; hoşuma giden defteri de kırtasiyeciden almadan çıktığım, hemen hiç olmuyor.
Bir gün Niyazi Dayımların evinin bir odasında rastladığım ve büyük bir merakla incelediğim ilk kitabın ve o kitapta yer alan renkli resimlerin bende yarattığı duygular da hiçbir zaman aklımdan çıkmıyor.
Annemin En Güçlü İsteği
Okula başlamadığım günlerden birinde, annemle birlikte dört haneli mahallemizin üç evi ile kendi evimizin ortasından geçen köy yolunun batı kıyısındaki pınarın başındayız. Yaz başlangıcının güneşi, batma hazırlığında. Hava, gittikçe serinliyor. Cami Mahallesi’nde oturup da beride Kuyat’ın daha güneyinde tarlaları, çayırları olan kadınlar, erkekler, yorgun argın işten dönüyorlar.
Yoldan geçen karşı mahalleli kadınlardan kimisi anneme yalnızca ‘Hayırlı akşamlar!’ demekle yetinmiyor, pınarın başına, yanımıza geliyorlar. Bu gelenler ya akraba ya da annemin yakın arkadaşları. Yanımıza gelen akrabalarımızdan kimisi, benim yanaklarımı, çenemi okşuyor ya da “Sana kurban olurum ben!” gibi sözler söyleyerek bana sarılıyor ve beni bağırlarına basıyorlar.
Onlardan biri anneme, “Maşallah, Sebile Bacı! Oğlun da büyüdü.” deyince annem, “Evet, yengesi. Biraz daha büyüsün, leçeğimi (başörtüsü) satacağım, onu okutacağım.” diyor. Yanındakiler de “İnşallah, inşallah!” diyorlar.
Annemin bu sözü, yaşamım boyunca benim okuma, öğrenme, öğrendiklerimi içselleştirme çabam konusunda en etkili itici gücüm oluyor.
Annem, oğlunu okutma söz konusu olduğunda, hiçbir olası engeli aklına getirmiyor. Onun yakınları arasında, Cumhuriyet’in ilk yıllarında okumuş insanlar var. Amcalarından Kâmil Ersoy kaymakam; Yusuf Ersoy da doktor olmuş. Anne tarafıma bu nedenle “Efendigil” deniyor.
Annem ve Dayılarım da bizim köyde 1928’de açılan ve uzun süre on üç köyün çocuklarının da devam ettiği ilkokulu bitirmişler. Bizim köylüler, bu okulda görev yapan öğretmenlerin iyiliklerini, çalışkanlıklarını kuşaklar boyunca anlata anlata bitiremiyorlar.
Annem İkinci Kez Evlendiriliyor
Dört yaşlarındayım. Ömer Dedem (babamın Dayısı), annemi yeğeni Nezir Usta’ya istiyor. Nezir Usta, babamın yanında bakırcılık öğrenmiş. Anneme, “Evlenir misin?” diye sorulunca “Oğlumla birlikte gitmek koşuluyla olur.” diyor annem. Bu istek kabul ediliyor ve her yanın kar altında olduğu mart ayının soğuk bir gününde düğün alayı (makar) dayımların evine varıyor. Akşam görüşmelerinin, konukların ağırlanıp rahat ettirilmelerinin ertesi sabahında gelinin ata bindirilip götürüleceği dakikalarda olup bitenleri ve sonrasını dün gibi anımsıyorum.
Dayımların eski evinin avlusunda annem, beni arkasına alıp iki eliyle omuzlarımdan sıkı sıkı tutarak kapısı doğuya bakan ambarın duvarına sırtını dayamış, avlunun orta yerinde duran Dedemle tartışıyor. Avlunun çevresinde ayakta duranlar da tartışmayı izliyorlar. Dedem anneme, beni düğün telaşı bittikten sonra gelip kendisinin götüreceğini söylüyor. Annem ise hem ağlıyor hem de Dedeme:
“Ya oğlumu birlikte götürürüm ya da hiçbir yere gitmem!” diyor.
Dedem:
“Kızım, diyor, Rasim, senin oğlunsa, benim de torunum! Kendim gelip götüreceğim onu!” diye yineliyorsa da anneme söz geçiremiyor. Annem hem ağlıyor hem de kararlı bir biçimde:
“Hayır, diyor. Ya birlikte götürürüm oğlumu ya da şuradan şuraya adımımı atmam!”
Dedem, sonunda “Peki!” demek zorunda kalıyor.
Kapıda bekleyen atlardan öndekine oğlan yengesi, ortadakine gelin (annem), onun arkasındakine de kız yengesi Sultan Halam bindiriliyor. Beni de Sultan Halamın kucağına oturtuyorlar ve yola koyuluyoruz.
Mart ayının sisli, karlı soğuk kış gününde komşu köye, Yolağzı’nın yedi hanelik Demircigil mahallesine ancak akşamüzeri varabiliyoruz.
O günün akşamı ben, ortalıkta göremediğim annemi soruyorum, yanımda duran Yengeme (Dedemin karısına): “Annen, sabah gelecek.” deyince ben, katıla katıla ağlamaya başlıyorum.
Ne olup bittiğini anlayamıyorum. Yengem, beni dinginleştirmeye uğraşıyorsa da boşuna! Annem, benim yeryüzündeki biricik dayanağım! Ondan ayrı kalmaya nasıl katlanırım? Derin bir ruhsal acı yaşıyorum. Sonunda bitkin düşüp uyumuş olmalıyım.
Dedemlerin kalabalık evi, bizimle daha da kalabalıklaşıyor. Yeğeni Nezir Amca’dan (üvey babamdan) başka, Dedemin bir genç kızı, iki genç oğlu, biri benden bir yaş büyük oğlu, biri de benden bir yaş küçük kızı var.
Ben, annemle Nezir Amca’nın yattığı odada yatıyorum. Herkesin ayrı yatak odası yok zaten. Bir yıl sonra Nezir Amca askere gidiyor.
Benzersiz Bir Anne
Annem, acı-tatlı her duyguyu gerektiği gibi yaşamayı ve yaşatmayı, koşulsuz sevmeyi bilen; kısacası Atabek Yurdu annelerinin belirleyici özelliklerini içselleştirmiş bir kadın. Daha sonra dünyaya gelen üvey kardeşlerimle bana üvey ayrılığı diye bir duyguyu yaşatmayan bir anne.
Bizim köye taşındıktan sonra ramazan ve kurban bayramlarında bizim baba evinden, Cami Mahallesindeki ninemi görmek üzere dayımlara giderken annem, o sabah pişirdiklerinden bir kap dolusu pişi ve lokumu yanına alıyor. Cancahet yokuşunu inince yolun solundaki mezarlıkta yatan babamın mezarının başına varıyoruz birlikte. Pişi ve lokumları mezarın başına koyuyor. Babamın hayrına, gelen geçen, alıp yesin; kimse almazsa kurt kuş yesin, diye. Mezarın başında bir süre suskun oturduktan sonra kalkıp gidiyoruz Dayımlara.
Ömer Dedem
Çevresinde sevgi ve saygı gören, çok zeki, becerikli, girişken, tuttuğunu koparan, önder nitelikli bir kişilik, Ömer Dedem. Köyün varsılı olmasa da yedi hanelik akraba topluluğunun oluşturduğu Demircigil mahallesinde olduğu gibi “Köy” diye adlandırılan büyük karşı mahalle halkınca da seviliyor, sayılıyor, sözü sohbeti dinleniyor.
Dedem, kış geceleri ailenin bir arada oturduğu alt odada bulunmuyor. Mahallenin büyükleri çoğu kez bir başka evde toplanıp sohbet ediyorlar.
Dedemin Dedesi Usta Ferhat ise, “Yelkovan” lakabıyla anılan, yaşantısı efsaneleşmiş ünlü bir demirci. Çok zeki, atak olmasının yanında, espri küpü bir adam. Usta Ferhat’tan kaynaklı, bu akraba mahallesine Demircigil diyorlar. Akraba olmaları nedeniyle hepsinin soyadı da Demirci. Mahallede bu kuşaktan şimdilerde demircilik yapan tek kişi, Mirza Amca.
Dedemlerin Ev
Dedemlerin ev, kuzey ve kuzey doğu yamacını saran ormanla kaplı yamacın bittiği yerde, önü bu ormana ve aşağıda ormanın bitiminden başlayan dünya cenneti Demkrel çayırlarına ve onun da ilerisindeki eşsiz güzelliklere bakıyor. Ahırın güney doğu köşesinde büyükçe bir kışlık oda; üst katta iki oda, bir ambar, bir de geniş avlu var. Ahırın güney doğu köşesindeki alt oda, çok amaçlı kullanılıyor. Ekmek ve yemek burada pişiriliyor, yemek burada yeniyor, kış gecelerinde yemek sonrasında burada oturuluyor, ardından da yatak odası işlevi görüyor burası. Isının sıfırın altında olduğu karlı uzun kış gecelerinde üşümeden sabahlamak en iyi, bu odada başarılıyor. Yazın ise gündüzleri doğuya bakan kapısı sürekli açık olup orta yerdeki soba kaldırılmış olarak yine benzer işlevleri görüyor, bu oda.
Ahıra alt odanın önünden kuzey batıya doğru on beş yirmi adım atılınca girilebiliyor. Ahırın arka yanında da merek (bir yarısına ot, öbür yarısına da saman doldurulan yer) bulunuyor. Mereğin önündeki karapan (gölgelik-örtme) ve harman yeri, güneye bakıyor. Mereğin tabanı, harman yerine göre hayli derinlerde.
Dip’ten Dedemlere Çıkan Yol Üstündeki Horoz Gözü
Yaz ortalarında Dedemlerin evinin önündeki yamacı kuşatan orman, aşağıdaki çayırların başladığı yere dek iniyor. Ormanın çayırlarda bittiği yere Dip deniyor. Yaz ortalarında Dip’ten Dedemlere doğru çıkan kıvrımlı yola girişin biraz yukarısında, yolun sağında seyrelen ormanın içindeki küçük düzlükte, başka bir yerde görmediğim, duymadığım bir bitki bulunuyor. Yörede “horoz gözü” diye adlandırılan bu çalı türü ağacın üzerinde, gerçekten horoz gözüne benzeyen, onun gibi duru görünüşü kadar da lezzetli, meyvesiyle karşılaşılıyor. Onun tadına bir bakan, bir daha bakmadan, yokuşu tırmanamıyor.
Yokuşu tırmananlar, yolun sağında solundaki köknarların, yer yer de kavak, fındık gibi geniş yapraklı ağaçların diplerindeki çileklerin göz alıcı güzelliklerini gözlemleyerek, yetişmiş olanların da tadına bakarak çıkıyorlar Dedemgile.
Dedem Dükkân Açıyor
O kıtlık yıllarında uzun süren kış için otun, samanın (alafın) yetmeyeceğinden kaygı duyan köylüler, hayvanlarının özellikle yaşlılarını kışa girmeden elden çıkarmak istiyorlar. Bunu bilen Dedem, kendi köyünden ve yakındaki Yaylacık’tan hayvanlarını satmak isteyenlerin hayvanlarını veresiye topluyor ve oluşturduğu celeple birlikte İstanbul’un yolunu tutuyor. Orada bu hayvanları paraya çevirerek bir odayı dolduracak kadar incik boncuk, pırtı türü şeyler alarak köyüne dönüyor.
Mal sahiplerine borcunu ödedikten sonra, getirdikleriyle bir kapısı sokağa bakan üst odada bir dükkân açıyor. Dükkândakileri kısa sürede paraya dönüştürerek bir süre de olsa geçimini kolaylaştırıyor. İstanbul dönüşünde tümümüze birer potin almayı da unutmuyor.
Dedem ve Yengem Bana Ayrıcalıklı Davranıyorlar
Başat özellikleri arasında sevgi, sevecenlik olan Dedem, aynı zamanda katı denebilecek bir yetkedir (otoritedir). Çoluk çocuğuna görünür bir sıcaklık göstermiyor. Çocukları da belki bu nedenle olabildiğince uzak duruyorlar babalarından.
Kendi çocuklarına fazla yüz vermeyen Dedem, beni el üstünde tutuyor. “Dedesinin torunu!” diyor da başka bir şey demiyor. Dedemin uyarısı ile olmalı, Yengem de kendi çocuklarından çok, benimle ilgileniyor. Evde hiç kimse beni incitecek bir davranışta bulunmuyor/bulunamıyor. Yalnız benden bir yaş büyük olan Nazım’ın, bazen sürtüştüğü oluyor, o kadar!
Yengemin, bana ve anneme karşı olduğu gibi bütün çocuklarına karşı davranışları da oldukça sevecen. Becerileri vasat olan, bu nedenle ikide bir Dedemden azar işiten Yengem, yine de evde her zorluğu göğüslemeyi, sürekli güleç yüzlü olmayı başarıyor. Beş çocuğuna da cömertçe koşulsuz sevgi ve ilgi gösteriyor.
Bana ayrıcalıklı davranılması, bir yandan gönlümü okşuyorsa da öte yandan eşitlik duygumu zedeliyor. Bunun sonucunda bende oluşan toplumsal donanım, ileride beni yakından ilgilendiren birçok olaya karşı tepkisiz kalmama, sesimi çıkarmamama yol açıyor. Gerçek benliğimle uyuşmayan bu durum, beni gittikçe daha çok rahatsız etmeye başlıyor. Bu rahatsızlığın sonucu olarak bende, söz konusu durumdan kurtulma isteği yoğunluk kazanıyor. Bu yoğun isteğimin zorlamasıyla edilginliğimi etkinliğe dönüştürme savaşımını başlatıyorum. Savaşım, kolay olmuyor; ancak bu direnişimi kararlılıkla sürdürüyor, zor da olsa, çok zamanımı da alsa, sonuçta bu edilgin tutumumun yerine etkin tutumu geçirmeyi bir hayli başarıyorum.
Dedemlerin Geçim Durumu ve Yemek Sofraları
Yokluk, yoksulluk, o yıllarda çok yaygın. Gerçi köylüyü genel yoksulluk, doğrudan etkilemiyor. Çünkü herkes geçiminin sınırlarını genellikle kendi tarlası, çayırı ve ahırındaki hayvan sayısına göre belirliyor. Herkes harosuna (ambarda tahta ile bölünmüş üstü açık bölmelerin her birine) doldurduğu arpa buğdaya, küplerine teptiği peynire, kutu ya da küleklerindeki tere yağına, bir kenarda sakladığı kışlık fasulye gibi kuru sebzelere göre yiyor, içiyor; mereğine attığı saman ve ot tutarına uygun sayıda hayvan besliyor.
Yöremizde o zamanlar her sabah, her akşam pilekide (killi topraktan daire biçiminde yapılmış, çevresinde beş santim kadar yükseltisi olan toprak kapta) ekmek pişiriliyor. Yengem, ikindi vakti, ekmek pişirmek için un elemek üzere ambara giderken elimden tutup beni de birlikte götürüyor. Sakladığı yerden çıkardığı bir parça ekmeğin yanına biraz da peynir koyarak bana “Otur, ye!” diyor. Kıtlık yılları ve kalabalık bir aile olan Dedemlerin yemek sofrasında ne bir lokma ekmek ne de bir dirhem yemek kalıyor.
En çok, akşam sofraları aklımda. Dokuz kişinin çevresinde oturduğumuz büyük peşkunun (tahtadan yapılmış, altında on beş santim yüksekliğinde ayakları bulunan yer sofrasının) ortasına konulan sahandaki her yemek, anında silinip süpürülüyor. Sofraya en son “söz kesen” (peynir) de birkaç banmadan sonra tükenmeye yüz tuttuğunda, herkes sofradan çekilerek birkaç lokmalık peynir, çoğunlukla bana bırakılıyor. Çünkü ben, sofrada eline çabuk olmayan tek kişi olarak tanınıyorum.
Öğle yemeği yok. Akşamları, kimi kesme çorbasının yanında kesme peynirli makarna, kimi de fasulye ve patates yemeği, ayranıyla birlikte bulgur pilavı yeniyor. Kimi akşamları keşkek yapıldığı da oluyor. İvedi durumlarda yapılan papayı, tereyağlı pekmeze banarak yemek de çok güzel oluyor. Ara sıra keşkek ve bulgur pilavının yanında yoğurt da yiyoruz. Bazen süt içtiğimiz ya da sütün içine ekmek doğrayarak yemek gibi kaşıkladığımız da oluyor. Ahırda iki sağım ineği, bir de manda var; ancak onların sütüyle öncelikle yağ gereksiniminin karşılanması yeğleniyor.
Bir de tavuk kümesi bulunuyor. Orada bir horozun yanı sıra beş altı tane de tavuk var. Kimi yemeklerde onların yumurtaları da işe yarıyor.
Kış Gecelerinde Dinlediğim Halk Öyküleri ve Hazreti Ali Cenkleri
1940’lı yılların yoksul kış gecelerinde akşam yemeğinden sonra Dedemin, odasına çekilişinden ya da bir komşuya oturmaya gidişinden sonra, kışlık yer odasında herkes yerini alıp gözlerini evin büyük oğlu Mustafa Ağabey’e çeviriyor.
Mustafa Ağabey, ocağın sağ yanındaki terekten (raftan) Kerem ile Aslı, Âşık Garip, Ferhat ile Şirin, Tahir ile Zühre, Şahmeran, Hz. Ali Cenkleri’nden sıra hangisindeyse onu alıyor, sağdaki duvarda asılı gaz lambasının solunda, sandalyesine oturuyor. Bir akşam önce kaldığı yerden ya da sıra hangi kitaba gelmişse onun başından, yüksek sesle okumaya başlıyor. Kitapta anlatılan olayların arasında yer alan deyişleri Mustafa Ağabey, halk âşıklarından dinlediği gibi ezgileriyle okuyor.
Yengem, her zamanki gibi iş başında yine. Bir yandan okunanı dinliyor, bir yandan da kap kacağı yıkayıp yerlerine yerleştiriyor. Bir ara da sahanlarla kak (armut kurusu) furunç gibi atıştırmalık şeyler koyuyor, aralara.
Okunanları can kulağıyla dinliyorum, her akşam. Dinlediklerimin kimi acı, kimi sevindirici etkisiyle inanılmaz güzellikte renkli ve varsıl düşler kuruyorum.
Bir de Karagöz adlı gazete çıkıyor, o zamanlar. Bu gazete, Yolağzı köyü Muhtarlığına dek ulaştırılıyor, düzenli olarak. Dedemin muhtarlık yaptığı yıllarda bizim eve de geliyor o gazete. İlk sayfasındaki Karagöz’le Hacivat’ın kocaman resimleri, bugün bile gözlerimin önünde.
Kış gündüzlerinin birçoğunda bana en hoş dakikaları, samanlığa giren serçeler yaşatıyor. Bu küçücük ve çok devinimli kuşlar, samanlığın içinde cikcik sesler çıkararak bir şuraya, bir başka yere uçuşup duruyorlar. Bir yandan da samana karışmış olan buğday tanelerini bulup midelerine indiriyorlar. Soğuğa aldırmadan sık sık onları izlemek üzere samanlığa gidiyorum.
Kar Altındaki Kuyudan Patates Çıkarma
Kış günlerinde büyük bir merakla izlediğim olaylardan biri de alt odanın yanı başında, kar altındaki kuyudan patates çıkarılışı. Fırtınalı, soğuk bir günün akşamüstü Mustafa Ağabey, elindeki küleği bir kenara koyarak kuyunun üstünü örten karları kürüyor. Sonra üstü donmuş toprağı kazmaya başlıyor. Ne yaptığını sorduğumda, “Az sonra göreceksin ne yaptığımı.” diyor.
Mustafa Ağabey’in o sözü üzerine, merakla beklemeye başlıyorum. Kazdığı toprağı bir yana yığınca, altta yan yana dizili yuvarlak, düzgün ağaçlar görünüyor. Mustafa Ağabey, ağaçların aralarındaki toprakları da süpürge ile iyice süpürdükten sonra, ağaçları tek tek kaldırıp bir yana koyunca, içi patates dolu kuyu görünüyor. Mustafa Ağabey, kuyudan aldığı patatesleri yanındaki küleğe dolduruyor. Patateslere dokunuyorum, neredeyse sıcacık olduklarını görüyor ve şaşıyorum bu duruma. Demek ki üstü toprakla, sonra da karla örtülü kuyuda, soğuk hava deposundan daha sıcak bir ortam oluşuyor.
Mustafa ağabey, kenarda duran ağaçları aralık bırakmaksızın kuyunun üzerine yeniden özenle dizerek, üstlerini toprakla, ardından da karla örtüyor.
Küleği eline alıp eve yöneldiğinde, “Gördün mü ne yaptığımı? diye soruyor. Ben de “Evet!” diyorum kısaca. Sonra “Haydi, şimdi gidelim de yemek yapması için bunları anneme verelim.” diyor.
O gün akşam, yemek; daha sonraki günlerde de söğüş olarak yediğim o patatesler kadar lezzetli patatesi, başka hiçbir yerde yemedim, diyebilirim. Bizim yörede en iyi patates, bu köy gibi deniz düzeyinden hayli yüksek köylerde yetişiyor.
Akşama dek esen sert rüzgârın, yağmakta olan kar tanelerini oradan oraya savurup nerede bir çukur varsa orayı dümdüz ettiği havalarda insanlar, bir evden öbürüne bile bin bir zorlukla gidip geliyorlar. Biz çocuklar ise her durumdan bir oyun yaratmanın peşinde olduğumuz için soğukmuş, karmış, tipiymiş, fazla aldırmaksızın yüzümüzü gözümüzü kolumuzla kapatarak hoplaya zıplaya, o evden öbürüne koşup duruyor, yol boyunca da ellerimizin donması pahasına, kartopu bile oynuyoruz. Eve girmekte biraz geç kaldığımızda, birileri bizi aramaya çıkıyor ve bizi zorla içeri sokuyor.
Bir Ablaya Âşık Oluyorum
Biz çocuklar, özellikle kış günlerinde hemen her gün, bir evde toplanıp doyasıya oyun oynuyoruz. Dışarıda kızak kaydığımız, kardan adam yaptığımız da oluyor. Genelde yokluk ve yoksulluğun egemen olduğu bu mahallede, görülmeye, anılmaya değer bir yaşama sevinci var. Yokluğu, yoksulluğu dert eden yok, sanki.
Bu günlerin çoğunu Nevzat Amcaların yeni evlerinin aydınlık, geniş odalarından birinde gönlümüzce ve doyasıya oynayarak geçiriyoruz. Şevket Amcaların eski yer odasında oynadığımız da oluyor. Çocukluğumun ilk aşkını, Nevzat Amcaların evindeki oyunlar sırasında yaşıyorum.
Âşık olduğum abla, on yedi, on sekiz yaşlarında; bense beş altı yaşındayım. Şavşat’ın bize komşu olan bir köyünden Nevzat Amcalara konuk gelmiş olan bu abla, biz odada oyun oynarken hep bizimle oluyor. Daha ilk gördüğümde tutuluyorum o ablaya.
Mahallenin henüz okula başlamamış olan çocukları, hemen her gün o ablanın çevresinde toplanıyoruz. Abla, bize iç dünyamızı kimi sevinçle kimi de üzünçle dolduran masallar anlatıyor. Ardından, bizim için birbirinden güzel oyunlar kuruyor, o oyunlarda bizim arkadaşımızmış gibi bize eşlik ediyor. Bizim gibi oyunun kurallarına kendisi de sıkı sıkı uyuyor, bizimle birlikte kahkaha bile atıyor.
Benim kendisine tutulduğumu anladığı için mi, yoksa başka bir nedenle mi, her nedense, bana özel bir ilgi göstermeye başlıyor. O eve her gittiğimde başımı okşuyor ve gözlerimin içine sevgiyle bakıyor. Ben de gün boyu gözlerimi bir an olsun, ondan ayıramıyorum. Çünkü dünyanın en güzel ablasıdır benim gözümde o. Güleç bir yüzü, sevgiyle bakan gözleri var. En çok, sevgiyle bakan gözlerini seviyorum bu ablanın. Gözlerini bir an bile gözlerimden ayırmamasını istiyorum. Bana her dokunuşu ılık, yoğun duygular uyandırıyor içimde. Sanki göz kamaştıran bir ışık yumağı, bu ablanın gözleri.
Her gün onunla birlikte olmak için can atıyorum. Sabah, kahvaltı yapar yapmaz, o eve gitmenin yollarını arıyorum. Yaşamak, o günlerde, onunla birlikte olmakla eşdeğer benim için. Onun bulunduğu odaya girer girmez, herkesi ve her işi bırakıp benimle ilgilenmesini bekliyorum, bu ilgi en doğal hakkımmış gibi. O da bir gün bile esirgemiyor, ilgisini benden. Bu abla, neden her gün bizimle birlikte oluyor, neden hep bizimle düşüp kalkıyor, bana neden özel bir ilgi ve sevgi gösteriyor, bilmiyorum.
Bir gün yine erkenden gidiyorum, ablanın konuk olduğu eve. Ancak, abla ortalarda görünmüyor. Bir süre, gelir, umuduyla bekliyorum, gözümü kapıya dikerek. Kapının her açılışıyla birlikte, abla geliyor, diye yüreğim hopluyor; ama her seferinde odaya abla değil ya bir başkası ya da bir çocuk giriyor. Ablanın gelmesi, gelmemesi benden başka hiçbir çocuğu ilgilendirmiyor. Kimse ne gireni ne de çıkanı izliyor. Bir tek ben duyuyorum, her gün bizimle olan ablanın yokluğunun acısını.
Daha fazla dayanamayıp mutfak olarak kullanılan ocaklı odaya gidiyorum. Biraz utanarak, sıkılarak, içimdeki duyguyu belli etmemeye çalışarak Nevzat Amcanın karısına ablanın nerede olduğunu soruyorum. Aldığım yanıt, büyük bir düş kırıklığı yaratıyor bende. Abla, o sabah köyüne dönmüş. Oysa ben, bu mutlu birliktelik hiç bitmeyecek sanıyordum.
Büyük bir acı oturuyor içime. Bir yerimden bir şey koparılmış gibi, kanatları kırılmış bir kuş gibi duyumsuyorum kendimi. Büyük bir mutsuzluğun eşliğinde dönüyorum odaya ve pencereden karşıdaki karlı, sisli tepelere bakıyorum. Acaba ablayı bir daha görebilecek miyim? Çok mu uzaktadır köyü? Bunları kimden öğrenebilirim?
Kimseye soramıyorum. Çünkü yaşadığım duygu sezilecek, diye ödüm kopuyor. Aşırı denebilecek kadar utangaç bir çocuğum. Ya neden sorduğumu sorarlarsa, ya “Niçin soruyorsun?” derlerse, nedenini nasıl açıklarım? Yalan söylemek de hiç beceremediğim şey, üstelik. Bunları sorsam, neden sorduğumu yüzümden okurlar, diye korkuyorum. Tek çarem, evdeki konuşmalara kulak kabartmak, bunu o konuşmalardan öğrenmeye çalışmak!
İyi de bu abla, bana neden “Ben gidiyorum; hoşça kal! Seni çok seviyorum! Seni hiçbir zaman unutmayacağım. Sen de beni unutma!” gibi bir şey söylemeden çekip gitti? O da beni, benim onu sevdiğim kadar çok sevmiyor muydu yoksa? Eğer o da kendisini sevdiğim kadar sevseydi beni, böyle selamsız sabahsız çekip gider miydi?
İşte ilk aşkım ve ilk düş kırıklığım benim! Yıllar sonra öğrenecektim, bu, mutluluktan çıldırtan, insana benzersiz bir ruhsal acı yaşatan bağımlılığa “aşk” dendiğini. Demek ki ben, böyle bir duygunun çocukçasını yaşadım!
Annemin Çevresinde Yarattığı Saygı
Annem, zekâsıyla olduğu kadar da duyarlı, kararlı, tutarlı, insanlara sevgi ve saygıyla yaklaşımı ile dikkati çekiyor. Demircigilde olduğu gibi Köyde de özellikle kadınlar, özellikle çocuğuna cesurca sahip çıkması nedeniyle anneme hayran oluyorlar.
Annem, kısa sürede, Demircigildeki büyük-küçük herkesin yalnızca sevgisini değil; aynı zamanda saygısını da kazanıyor. Hemen herkes, beni de kendi çocukları gibi seviyor.
Bu insanların yaşama olumlu bakışlarının etkisiyle olmalı, bu köyde geçen günlerim, çoğunlukla yaşamımın en renkli ve mutlu günleri arasında yer alıyor. Bu insanların, güler yüzlerini, istekli çalışkanlıklarını, bana gösterdikleri ilgi ve sevginin bende oluşturduğu duyguyu yaşamım boyunca unutmuyorum.
Uzun Kış Gecelerinde Annemleyim
Nezir Amca askere gittikten sonra kışın, alttaki sıcak odada annemle yatıyoruz. Güçlü güvencem, eşsiz koruyucumla birlikte, onun yanında, yakınında olmak, çok güzel! Kimi geceler, doğuya bakan küçük pencereden odaya düşen Ay ışığı uyandırıyor. Dışarıda dondurucu bir soğuk varken sımsıcak odayı bir de Ay ışığının güzelliğinin doldurduğunu görüyorum.
Yolağzı’nın Baharından Yazından Belleğimde kalanlar
Demircigilin kuzey batısına düşen örenyerde (Pegler’de) karların erimeye başlamasıyla yüzünü göstermeye hazırlanan otlar, kimi çiçekler, baharın gelişinin yakın olduğunu haber veriyor. Belli ki bahar en erken, güneşin en çok ısıttığı bu sırta gelecek. Geçmişte bu yörede yaşayanlar, burayı o nedenle seçmiş olmalılar. Bu düzlüğün kuzey batısındaki yamaç da bir iki ay sonra coşacak otsu bitkiler ve gür yeşillikleri ile doyumsuz güzellikler sergileyecek.
Biz çocuklar, baharın gelmesini ve tarlaların bahar ekini için sürülmesinin bir an önce başlamasını bekliyoruz dört gözle. Çünkü saban, toprağı alt üst ettiğinde toprağın altından çok sevdiğimiz atollar çıkacak. Biz de onları toplayacağız ve yıkadıktan sonra bir güzel yiyeceğiz.
Dedemler yaylaya çıkmıyor; hayvanlarını, yakın bir şaşorta emanet ediyorlar. Yağlarını peynirlerini o şaşort yapıyor Dedemlerin. Arada bir köyün yakınındaki yaylaya gittiğimizde oradaki şaşortların birçoğu, süt, kaymak, kuymak ikram ediyor, çok sıcak bir ilgi ve sevgi gösteriyorlar. Tanıyanlar, tanımayanlara, Sebile Gelinin oğlu olarak tanıtıyor beni. Yeni tanıyanlarca da ilgiyle karşılanıyorum.
Harman zamanı tığ, rüzgârla savruluyor o yıllarda. Ancak rüzgârın ters yönde esmemesi gerekiyor, tığ savrulurken. Rüzgârın, yaba ile havaya atılan samanı harmanın dışında bir yere ya da harmanın alt yanındaki yamaca değil; harmanın sınırları içinde yere indirmesi gerekiyor. Özellikle Dedemlerin bulunduğu yerde rüzgâr, harman zamanı sıklıkla ters yönde esmesiyle ünlü.
Büyüklerin anlattığına göre Usta Ferhat, harmanda savrulmaya hazır edilen tığı savurmaya hazırlandığı bir gün rüzgâr, bir türlü doğru yönde esmiyor. Hava biraz düzelir gibi olduğunda tığa daldırdığı yabayı havaya doğru her savuruşunda rüzgâr, samanı ya dışarıya ya da alttaki yamaca götürüyor. Rüzgârın, her denemede samanı dışarıya savurduğunu gören Usta Ferhat’ın sabrı tükeniyor ve:
“Aha soro bu da sana! Aha soro bu da sana! Aha soro bu da sana!” diye diye tığın neredeyse dörtte birini ters esen rüzgâra veriyor. Bunu görenler, Usta Ferhat’ın elinden yabayı bin bir zorlukla alarak samanın bayıra gitmesini önlüyorlar. Bu olaydan sonra Usta Ferhat, “Yelkovan” lakabıyla anılmaya başlıyor.
İLKOKUL SERÜVENİM
İlkokulu iki ayrı köyde okuyorum. Birinci sınıfın son aylarına dek, annemin evlenerek gittiği ve beni de birlikte götürdüğü Yolağzı köyü ilkokulunda, ondan sonrasını da bizim köydeki ilkokulda okuyorum.
Yolağzı’nda Gülpaşa Eğitmenle Birinci Sınıf Öğrenimim
Yolağzı, Çadır Dağı’nın eteklerindeki köylerden biridir. O nedenle birçok sebze ve meyve yetişmiyor burada. Tahıllardan en çok, buğday ve arpa ekiliyor. Köyde armut, panta (ahlat) dışında bir meyve yok. Salatalık, yaz sonuna doğru da domates, biber yetişebiliyor. Patatesin ise en lezzetlisinin yetiştiği köylerden biridir Yolağzı. Köyün hayvancılığa elverişli geniş meraları, çayırları ve köyün yakınında, güzel de bir yaylası vardır.
Baharın gelişiyle toprağı örten karlar erir erimez, tümseklerinde (tumplarında) fındık ve yaban güllerinin gürleştiği çayırları, büyük bir coşkuyla yeşermeye ve boy atmaya başlıyor. Kısa bir sürede beyaz örtü, yerini gür yeşilliklere bırakıyor. Tertemiz havası ve soğuk suları ile doğa, insanının yaşama sevincine yeni sevinçler katan önemli bir etken.
İlkokula 1944-1945 öğretim yılında, işte bu köyde Gülpaşa Eğitmenin çalıştığı okulda başlıyorum. Gülpaşa Eğitmenin okuttuğu Alfabe ve Birinci Yıl Kitabı’nın bendeki doyumsuz izleri, aynı canlılığı ile bugün de belleğimde. Birinci Yıl Kitabı hem birbirinden güzel okuma parçalarını hem yurt ve yaşama bilgilerini hem de matematik konularını içeriyor. Beni bu konuların aydınlık evreni ile ilk kez, bu iki değerli kaynak buluşturuyor. Birinci Yıl Kitabı’ndaki okuma parçaları, benzersiz hazlar yaşatıyor bana; okuma isteğimin tutkuya dönüşmesinin başlangıcı oluyor. Bu parçalarda anlatılanların hemen tümü, benim köyde gördüğüm, yaşadığım ya da duyduğum olayları dile getiriyor. Bir Tayımız oldu. Dağı Devirir Düz Yol Ederiz gibi okuma parçalarının anlatım yetkinliğinin de etkisiyle içinde yaşadığım çevreyi, daha bilinçli bir biçimde algılamaya başlıyorum. Öbür içerikler de öyle.
***
Okula ilk gün nasıl, kimlerle gittim? Bu konuda hiçbir iz yok belleğimde. Demircigil’den giden birkaç kişiyle birlikte gönderilmiş olmalıyım. Sınıfımızda benimle aynı yaşta ve benden bir iki yaş büyük olan kız ve erkekler var. Çünkü Eğitmenler, okutmaya başladıkları çocukları üç yıl okutup mezun ettikten sonra, okul çağı gelen çocukları birinci sınıfa alıyorlar.
Eğitmenin, bunlardan kızları ve kimi erkekleri, boyuna posuna bakmadan, ön sıralara oturttuğunu görüyorum. Beni ise boyum kısa olduğu halde kocaman pencereleri güneye bakan sınıfımızda yüzümüz kuzey batıya düşen duvara asılı yazı tahtasına dönük olarak oturduğumuz sınıfın en sağındaki sıraların en arkasına ve duvar dibine oturtuyor. Eğitmenin beni oturttuğu yer ve o yerin bende yarattığı itilmişlik duygusu, çok net olarak belleğimde saklı. Yerime geçmem, oradan çıkmam, yanımdaki arkadaşımın yerinden kalkmasına bağlı.
Sınıfımız, büyük olduğu kadar, yüksek tavanlı, ak badanalı, güney batıya bakan üç büyük pencereden giren ışıkla apaydınlık. Oturduğum sıranın tarafındaki duvarın ortasında bir Türkiye Haritası asılı. Yazı tahtasının bulunduğu duvarın pencere tarafındaki köşesinde bir dolap var. Yazı tahtasının öbür tarafında da bir duvar takvimi bulunuyor. Yazı tahtasının üstünde Atatürk resmi bulunuyor. Sınıfa kuzey batı köşesinden salona açılan kapıdan giriliyor. Ayakyolu (tuvalet) dışarıda. Soğuk kış günlerinde ayakyoluna gitmek, başlı başına sorun oluşturuyor.
Yolağzı, sonbahara daha erken giriyor. Kasımda başlayan kar yağışı, aralıkta daha da yoğunlaşıyor. Saatlerce yağan karları sert rüzgârlar, oradan oraya savurup duruyor. O tipili havalarda okulun tavan arasına giren karlar, bir gün sobanın ısısıyla erimeye, sınıfımıza şakır şakır su damlamaya başlıyor. Bu yüzden geçici olarak köyün camisinin üst katının arka yanına düşen ve pencereleri güneye bakan geniş ahşap odaya taşınıyoruz.
Yeni Alfabe Sevincim
Gülpaşa Eğitmen, bize öğretim yılı başından bu yana okuduğumuz eski alfabenin yerine yeni bir Alfabe geleceğini duyuruyor. Birkaç gün sonra ilk derste de dün akşam Bekçi Amca’nın Ardanuç’tan alfabelerimizi, kalem, defter ve silgilerimizi getirdiğini, biraz sonra da onları sınıfa getireceğini bildiriyor. O andan sonra her kapı vuruşunda yüreğimiz hopluyor, Bekçi Amca geldi, diye.
O zamanlar köyler, kasabalar, kentler birbirine toprak yollarla bağlı. Buralara ya atla ya da yaya olarak gidilip geliniyor. Kışın kar yağdığında bu yolculuklar yalnızca yaya olarak gerçekleştirilebiliyor.
Evlerinde Kerem ile Aslı, Âşık Garip, Hz. Ali’nin cenkleri, Şahmeran okunan öğrenciler, Alfabe heyecanını daha yoğun biçimde yaşıyoruz.
Pencerelerden giren güneşin ve yanan sobanın etkisiyle sınıfımız sımsıcak. İkinci dersin ortalarında kapı çalındığında içeri, Bekçi Amca giriyor, sırtındaki heybesiyle. Doruktaki heyecanımızla hep bir ağızdan, “Yaşasın! Alfabe’miz geldi!” diye fısıldaşıyoruz.
“Günaydın!” diyor Bekçi Amca. Ellerini ovuşturarak. Eğitmenin masasına yaklaşıp omzundaki heybeyi masanın üzerine koyuyor. Bekçi Amca’nın külot pantolonunun üzerine çektiği beyaz yün çoraplarındaki karlar, sıcak havayla karşılaşınca erimeye başlıyor. Heyecanla beklediğimiz Alfabe, onun yanı sıra da kalemlerimiz, sarı yapraklı, beyaz yapraklı defterlerimiz ve silgilerimiz de elimizde olacak. Hepimiz büyük bir dikkatle masanın üzerindeki heybeye bakıyoruz. Eğitmen, getirilenleri sayıyor teker teker.
Yıllar sonra, bu Alfabe’yi öğretmen Hilmi Güçlü’nün yazdığını; resimlerini de Hulusi İhap’ın yaptığını öğreniyorum.
Sayım işlemini beklerken, arada bir dışarıya baktığımda, aşağıda kalan okulun güney batısından başlayarak ağır ağır yükselen çayırların kalın bir kar tabakasıyla örtülü olduğunu görüyorum. Çayırların tümsekler bile görünmüyor. İkide bir çıkan tipi, bütün çukurları dümdüz etmiş.
Güneye, güney doğuya doğru gidilince çam ve köknarlardan oluşan orman kuşağını görüyorum Orman kuşağı, Çadır Dağının eteklerindeki çıplak yamaçların başladığı yerde son buluyor. Yamaçlardaki girintiler de karla doldurulmuş. Yalnızca keskin kaya çıkıntıları koyu gri renkleri ile düzensiz birer çıkıntı olarak göze çarpıyor. Güneş almayan yerlerde mavimsi bir beyazlık egemen. Güneş gören yerler ise süt beyaz renkte. Gökyüzü, masmavi ve pırıl pırıl. Bu görünüme bir süre aralıksız baktığımda gözlerim kamaşıyor.
Eğitmenimiz saymayı bitirip Bekçi Amcaya teşekkür edince Bekçi Amca, “Bana izin!” diyerek gidiyor. Eğitmenimiz, en çok Alfabe’yi merak ettiğimizi bildiği için önce onları alıyor eline ve dağıtmaya başlıyor. Alfabe’mi elime aldığımda önce kapaktaki resim ilgimi çekiyor. “Bu Atatürk!” diyorum içimden. Küçük bir kıza bir şeyler öğretiyor. Çok yıllar sonra bu kısa saçlı kızın, Atatürk’ün evlat edindiği Küçük Ülkü olduğunu öğreniyorum.
Kapağı inceledikten sonra yoğun bir merak ve coşkuyla Alfabenin yapraklarını çevirmeye ve her sayfadaki göz kamaştırıcı resimlere bakıyorum büyük bir hayranlıkla. Yazıları okuyamıyorum; ama resimler çok şey anlatıyor. Okumayı öğrendikten sonra bunun böyle olduğunu daha iyi anlıyorum. İkinci sayfada süt beyaz bir ata binmiş, güler yüzlü, temiz giyimli bir çocuk var.
Öbür sayfalardaki resimlerden belleğimden silinmeyenler de şunlar: Yemek masasında anne baba ve çocuklar yemek yiyorlar. Çocuklar, ağaçtaki yuvalarında ötüşen kuşları izliyor. Birkaç öğrenci, göndere çekilen Türk bayrağını selamlıyor. Karlı bir günde bir kuş, bir evin penceresine konmuş, yiyecek bir şeyler verilmesini bekliyor. En son sayfada da “Karga karga gak dedi” diye başlayan ve “Müjde Alfabe bitti.” diye sona eren resimli manzum bir yazı var. Bu sayfaya geldiğimizde, okumayı sökmüş bulunuyoruz.
Alfabenin ardından da kalem, defter ve silgilerimize kavuşuyoruz. O günden sonra edindiğim her kitap, kalem, defter ve silgide, o gün aldığım Alfabe’nin, kalem, defter ve silginin kokusunu arıyorum.
Okulun tavan arası temizlenip karın oraya girdiği yerler kapatıldıktan sonra okulumuza dönüyoruz yeniden.
Başarım Ödüllendiriliyor
Şubat sonlarının soğuk rüzgârları esiyor, dışarıda. O günkü derslerin birinde Gülpaşa Eğitmen, söylediği sözcükleri yazmamızı istiyor. Her sözcüğü söylemesinin ardından da yazdıklarımıza tek tek bakarak “Doğru!” ya da “Yanlış!” diyor. Önce tek ve kısa sözcükleri söylüyor: Masa, silgi, kalem, sınıf, oda, takvim, odun, çocuk, dolap, kapı gibi. Sonra daha uzun ve ikili sözcükleri söylüyor: Tebeşir, pencere, Ankara, Kastamonu, Ağrı Dağı, Kara Deniz, Ak Deniz, Ege Denizi, Türkiye Haritası… Son söylediği sözcüklerin benzerlerinin duvarda asılı haritada gördüğüm yazılara benzediği aklıma gelir gelmez, haritaya bakıyorum. Evet, haritada yazılı sözcükler, Eğitmenimizin son söyledikleri.
Her sözcüğü doğru yazanlar arasında yer alınca Eğitmen, beni en arka sıradan alıp ortadaki sıraların en öndekinde oturan Dursun’un yanına götürüyor. Dursun, köyün en zengini Veysel Ağa’nın oğludur. Dursun da her sözcüğü doğru yazıyor. Beni ön sıraya taşıyan bu başarım, özgüvenimi oldum olası güçlendiriyor. Ondan sonra, derslerime daha bir istekle çalışmaya başlıyorum. Bu biçimde ödüllendirilmenin doğru olup olmadığı bir yana, bütün öğrencilik, öğretmenlik ve emekliliğim boyunca başarı yolunda çaba göstermemde, bu ödüllendirilmenin de payı olduğunu düşünüyorum.
İki Akşam Köy’de Konuk Ediliyorum
Bir akşam, Dursun’un evine çağrılıyorum. Bizim evden de izin alınmış olmalı o akşam için. Veysel Ağa, karısı-başka kimse var mıydı evde, anımsamıyorum- beni sevgi ve ilgiyle karşılıyorlar. Çok güzel yemekler ikram ediyor, Dursun’un annesi. Bu çağrı ve gösterilen bu ilgi de unutamadığım güzel anılarım arasında yer alıyor.
Yine aynı kış günlerinden birinde öğleden sonra başlayan kar fırtınası, eve dönmemizi olanaksızlaştırıyor. Eğitmenimiz bizi Köy’deki evlere dağıtıyor. Ben, bu kez Pili Veysel Amcalara gönderiliyorum. Orada da akşam yemeği olarak kesme çorbası ile peynirli kesme makarna ikram ediliyor. Bizim mahalleye nasıl haber verildiğini, bilmiyorum. Ola ki Eğitmen, daha önceden velilere fırtınalı havalarda bizi Köyde konuk edeceğini söylemiştir.
İstiklal Marşını Öğreniyoruz
Bir ilginç olay daha dün gibi aklımda, Yolağzı’ndaki öğrenciliğim dönemimle ilgili olarak. Bahara doğru, güneşli bir cumartesi günü, bayrak töreni yapıyoruz. Hava üşütmeyecek kadar sıcak. Gerekli eğitim öğretim yardımı yapmak üzere Başöğretmen Muhittin Bey de okulumuzda. Muhittin Bey’in titiz bir eğitimci olduğu, ciddi bir yanlışlık karşısında tokat bile attığı haberi biz çocukların kulaklarına dek gelmiş bulunuyor. O nedenle hepimiz çok dikkatli davranmaya çalışıyoruz, Muhittin Bey okulda olduğu sürece.
Bayrak töreni için bahçeye çıkıyoruz. “Rahat, hazır ol!”dan sonra Gülpaşa Eğitmen, “Çıpınaydın Karadeniz / Bakın Türk’ün bayrağına” diye başlayan şarkı ile göndere bayrak çektirmeye başlar başlamaz, Muhittin Bey’in öfkeli bir sesle Eğitmeni durdurduğunu ve kendisine bayrağın İstiklal Marşı ile göndere çekilmesi gerektiğini bilip bilmediğini soruyor ve olumlu yanıt alamayınca bize “Çabuk sınıfa girin!” diyor. Eğitmene ve bize İstiklal Marşını öğretinceye dek yineletiyor. Ardından, bahçeye çıkıyor ve İstiklal Marşı ile bayrağı göndere çekiyor ve dağılıyoruz.
Öğretmen olduktan sonra çok düşünüyorum: Eğitmene kurs sırasında İstiklal Marşı kesinlikle öğretilmiştir. Ancak Eğitmen kendilerine öğretilen “Çırpınaydın Kara Deniz” şarkısının da bayrakla ilgili bir marş olduğunu mu düşünmüştür acaba? Yoksa Eğitmenin kafasında İstiklal Marşı bilinci oluşturulamamış mıdır?
Bizim Köye Taşınıyoruz
Köy, köy üstüne olur da ev, ev üstüne olmaz, demişler. Nezir Amca askerden dönünce amca-yeğen ayrılıyorlar ve biz, Nisan başında Aşağı Irmaklar’daki bir ambar, bir odadan ibaret, benim baba evine taşınıyoruz. Nezir Amca, ahırın dış köşesindeki örtmenin altına körüğünü ve öbür kalaycılık, bakırcılık araçlarını yerleştirerek çalışmaya başlıyor. Ayrıca evimizin yanındaki iki tarlamızla eski evimizin batısındaki tarlamızı ve birkaç çayırımızı ekip biçecek; evimizin bitişiğindeki bahçemizden meyvemizi, bostanımızdan sebzemizi elde edeceğiz. Ahırımızda bir çift öküzümüz, bir sağım ineğimiz, iki üç tavuğumuz, bir de horozumuz var. Biraz sütümüz, günde birkaç tane de yumurtamız oluyor.
Birinci Sınıfı Ali Eğitmende Tamamlıyorum
Ali Eğitmen, öğretmenli okulda çalıştığı için yıl kitaplarını değil; öğretmenlerin okuttuğu Türkçe kitaplarını okutuyor ve öğretmenlerin uyguladığı öğretim programına göre öğrenim yapıyor. Çünkü burada iki de Cılavuz mezunu öğretmen var. Burada okulu, okumayı, öğrenmeyi daha çok sevmeye başlıyorum.
O yıllarda Milli eğitim Bakanlığı, “halk kitapları” diye kitaplar yayımlıyor. Bunları, okulumuza ulaştırarak öğretmenler aracılığı ve yardımıyla yetişkinlerin de okumalarını ve bu yolla aydınlanmalarını sağlamaya çalışıyor. Bunların içinde halk sağlığıyla, halk yazınıyla, Cumhuriyet ve devrimlerle ilgili baskısı güzel, bol resimli birçok kitap var. Bunların birçoğunu ben de istekle, hevesle okuyorum.
“Çocuktum ufacıktım. / Top oynadım acıktım. / Yerde buldum bir erik, / Kaptı bir alageyik. / Kaçtı hemen ormana.” diye başlayan Alageyik adlı manzum masalın damağımdaki tadı, o yıldan kalmadır.
Bir dersimizde Oğuz Destanı’nı okuyor Ali Eğitmen bize. İçerdiği olağan ve olağanüstü olaylar ve yalın anlatımı ile bu destan, deyim yerindeyse, büyülüyor beni.
Üçüncü Sınıfta En Çok Etkilendiğim Kitap
En canlı, etkili anım, üçüncü sınıfta okuduğum Karacaoğlan adlı kitapla ilgili. Üç bölümden oluşuyor bu kitap: (Karacaoğlan’ın) Gençliği, Orta Yaşlılığı, Yaşlılığı. Her bölümde, şairin bu dönemlere ilişkin şiirleri; kitabın başında da yaşamöyküsü yer alıyor.
Bir pazar günü dışarıda lapa lapa kar yağıyor. Arada bir çıkan hafif esinti, kar tanelerini, bir o yana, bir bu yana savuruyor, ağır ağır. Çantamdan Karacaoğlan’ı alarak yan balkona geçiyorum. Odamızın penceresi küçük olduğu için kapalı havlarda içerisi, fazla aydınlık olmuyorl. O nedenle soğuğa aldırmadan balkona çıkıp okumaya başlıyorum bu kitabı. Arada bir de ince ince yağan karı izliyorum. Bu görünümüyle doğa, hayli duygulandırıyor beni. Ondan daha çok da okumaya başladığım şiir duygulandırıyor.
Okuduğum şiirdeki Elif, kimi incecikten yağan; ardından, Elif Elif diye tozan kara dönüşüyor, kimi de elleri kalem tutuyor Elif’in, yazı yazıyor Elif.
Bu şiir, kışta yazı, yazda kışı yaşatıyor, insana. Sanırım, şiir denen türün güzelliğini ilk kez, o gün bu şiirde ayrımsıyorum:
İncecikten bir kar yağar,
Tozar Elif Elif diye.
Deli gönül abdal olmuş,
Gezer Elif Elif diye.
Elif’in uğru nakışlı,
Yavru balaban bakışlı.
Yayla çiçeği kokuşlu,
Kokar Elif Elif diye.
Elif kaşlarını çatar,
Gamzesi sineme batar.
Ak elleri kalem tutar,
Yazar Elif Elif diye.
Evlerinin önü çardak,
Elif’in elinde bardak.
Sanki yeşilbaşlı ördek,
Yüzer Elif Elif diye
Karac’oğlan eğmelerin,
Gönül sevmez değmelerin.
İliklenmiş düğmelerin,
Çözer Elif Elif diye.
Şiiri bitirdikten sonra, ikide bir avluya, yan balkonlara, ön balkona geçiyor, esen yele kapılan karları izliyorum, yeniden. Doğayla bütünleşen o şiirin tadını bütün varlığımla duyumsamak istiyorum
Saçları omuzlarına dökülmüş belli belirsiz bir Elif geçiyor, bir ara ufuktan. Sonra, esintili karın oluşturduğu sis içinde yitip gidiyor. İncecikten yağan, tozan kar, bir de bakıyorsunuz ki yayla çiçeği kokuşlu, yavru balaban bakışlı Elif olmuş, karşınızda duruyor.
O gün, hava kararıncaya dek, ak giysileri içindeki yeryüzü ile uçuk gri renkli gökyüzünü izlemeyi sürdürüyorum. Soğuğu hiç mi hiç duymadan, döne döne Elif’li şiiri okuyorum. İçimi dışımı bu şiirle ısıtıyorum. Deli gönlüm, bu şiir yüzünden, daha o yaşta abdal olup gezmeye koyuluyor düz ovalarda, geçilmez dağ doruklarında. Yaşadıklarımın gerçek mi, düş mü olduğunu kimileyin ayıramıyorum.
Ne zaman inceden yağan, arada bir de savrulan kar görsem, o duygularımı yaşıyorum bir kez daha.
Sünnet Oluşum
Üçüncü yılın sömestr tatili başındayız. Dayım, her zamanki telaşlı haline biraz daha ivme katarak gelip anneme sesleniyor: “Bacı! Odayı hazırla! Sünnetçi gelmiş, Rasim’i de sünnet ettirelim. Hadi çabuk olun!” Bana bir şey soran yok. Bende bir korku, bir korku… Dayım, “Çocuğu ben tutacağım.” diye de ekliyor. Yani kirvem, dayım oluyor. Dayımın, yoluna yöntemine göre kotarmak istediği ve bu yolda tam bir hazırlık yaparak gerçekleştirdiği tek bir işi olmuş muydu? Ona göre iş aradan çıksın da nasıl çıkarsa çıksındı!
Az sonra elindeki çantayla odaya giriyor sünnetçi. Dayım, önüne alıp omuzlarımın altından sıkıca tutuyor beni. Sünnetçinin, çantasından bir şeyler çıkarmaya başladığını, onları yere serdiği bir havlunun üzerine dizdiğini görüyorum ama ayrıntılı olarak bakamıyorum. Onların içinde bir usturanın bulunduğunu kesin olarak biliyorum.
Sünnetçi, gömleğimi göbeğimim üstüne dek katladıktan sonra donumu aşağıya indiriyor ve pipimin ucundaki deriyi kıskaç gibi bir şeyle sıkıyor. Ardından kesmeye başladığı deri, derin bir acı duyuruyor bana. O dayanılmaz acımı “Iııııh!” biçimindeki inlememle seslendiriyorum. Ardından, sünnetçinin, kestiği deri çevresine kanı durduracak bir şeyler sürdüğünü duyumsuyorum. Sonra pipimi çaputla sarıp üstünü bağladıktan sonra beni sırt üstü yatağa yatırıyorlar. Dizlerimi kırdıktan sonra üstüme yorganı örtüyorlar.
Birkaç gün, o acıyla baş başa yaşadıktan sonra iyileşiyorum. Ama uyuşturmadan uygulanan işlemin derin izleri, sürekli içimde duruyor.
İlk Fotoğrafımı Üçüncü Sınıfta Çektiriyorum
Yılın Bahara yakın bir ayında okula fotoğrafçı geliyor. Hepimiz fotoğraf çektirme hevesine kapılıyoruz. Fotoğraf çektirenler, ceketlerinin sol üst cebine bir kalem iliştiriyorlar. Ben de fotoğraf çektirmek istiyorum; ama o cebime iliştirebileceğim özellikte bir kalemim yok. Bir arkadaşım kalemini uzatıyor bana ve ben de cebimde kalemi olan bir öğrenci olarak fotoğraf çektiriyorum.
Bu fotoğraf, o yıllarda içe dönük, kaygı yüklü bir çocuk olduğumu yansıtmıyor mu? O temel kişilik yapımı kökten değiştirdiğimi savunacak değilim. Şimdi de özde içe dönük bir kişi özelliklerini taşıyorum, eksiğim olan dışa dönüklük özelliklerinden birçoğunu edinme çabası göstermiş olmama karşın temel kişilik özelliğim varlığını koruyor.
İlk üç sınıfta çok iyi olmak gibi bir amacım olmuyor. Birinci sınıfta dersliğin en arka köşesinde oturtulmamın bende yarattığı itilmişliğin acısını, gösterdiğim başarı nedeniyle ödüllendirilmem, bundan onur duymam bile tümüyle silip atamıyor belli ki. Özellikle ikinci ve üçüncü sınıfta beni ne öğretmenlerimin öne çıkardığını ne de kendimin öyle bir çabasını anımsıyorum. Sıradan bir öğrenci olarak gidip geliyorum okuluma. Ama bu gidip gelişlerde, yukarıda anlattığım gibi çok hoş, özgün duygular yaşıyorum. Doğa ile dostluğum, azalmak bir yana, gittikçe daha da derinleşiyor.
Dördüncü Sınıfta Ahmet Üstündağ’la İlk Dersimiz
Dördüncü sınıfta, Cılavuz Köy Enstitüsü mezunu, okulun Başöğretmeni Ahmet Üstündağ’ın öğrencisi oluyorum. Bir yaş daha büyümenin ve Ahmet Üstündağ’ın öğrencisi olmanın da etkisiyle olmalı, dördüncü sınıfa, başarılı bir öğrenci olma isteği ile başlıyorum. İlk ders hazırlığı olarak öğretmenimiz, Nimet Çalapala’nın Tabiat Bilgisi kitabındaki “Tabiat ve Biz” başlıklı konuya çalışarak gelmemizi istiyor.
Eve varır varmaz, büyük bir istekle konuyu birkaç kez okuyorum ve sonunda kitaba bakmadan, konuyu noktasına, virgülüne dek yinelediğimi anlayınca ertesi gün, tam bir güvenle gidiyorum okula. Tabiat Bilgisi dersinin başında öğretmenimiz, “Kimler çalıştı; kim anlatmak istiyor konuyu?” diye sorar sormaz, parmak kaldırıyorum. “Gel bakalım!” diyor Öğretmenim.
Tahtanın önüne çıktığımda, konuyu, noktasına, virgülüne dek yineleyince “Aferin!” demesini bekleme umuduyla öğretmene bakıyorum. Ama sonuç, beklediğim gibi olmuyor. Öğretmenim, “Olmadı, diyor, sen öğrenmemiş, ezberlemişsin. Otur bakalım yerine.”
Bu sözünün ardından hepimize, bir konuyu öğrenmek için konunun her tümcesinde neyin anlatıldığına dikkat ederek konuyu okumamız, anlayamadığımız yerleri yeniden okumamız, sonra da anladıklarımızı kendi tümcelerimizle anlatmayı denememiz gerektiğini açıklıyor. O açıklama ile ben, öğrenmekle, anlamakla ezberlemenin ayrımını kavrıyorum.
Ondan sonra hep bu öğrenme yolunu izleyerek derslerime ön hazırlık yapıyorum. Öğretmenimin sorduğu soruyu kimse yanıtlayamadığı ve sonra bana sorduğu zaman, bu soruları çoğu kez doğru yanıtlamam nedeniyle kimi arkadaşlarımın bana imrenerek baktıklarını gördükçe mutluluk duyuyorum. Bu durum beni derslerime çalışma yönünde daha çok isteklendiriyor.
Mürekkep kalemiyle Yazı Yazmaya Başlıyoruz
Bu sınıfta hokkayla ve mürekkep kalemiyle tanıştırılıyoruz. Mürekkep kaleminin ucunu hokkanın içindeki mürekkebe daldırıyor, çıkarırken ucu şişenin ağzına sürterek fazla mürekkebi şişenin içine akıttıktan sonra yazmaya başlıyoruz. Kalemin ucunda mürekkep bitince, ucu aynı biçimde yeniden mürekkebe daldırıyoruz. Mürekkeple yazı yazma alıştırmalarını daha çok yazı derslerinde yapıyoruz.
Başlangıçta ağır ağır ve acemice, eğilip bükülerek yazarken, zamanla rahatlıkla işlek yazı yazma aşamasına erişiyoruz. Yazımız hem güzelleşiyor hem de daha hızlı yazmaya başlıyoruz.
Ahmet Ağabey Kızaktan Sonra Bir de Çok Güzel Bir Bavul Yapıyor
Ahmet Ağabey, üvey dayım Mehmet Ersoy’un oğlu. İyi bir marangoz kadar güzel şeyler geliyor elinden. Ablası Hacce Hala ve kız kardeşi Rivayet Haladan bile sıcak davranıyor bana Ahmet Ağabey. Benim yaşıtım olan Ali Osman ise Mehmet Dayım gibi soğuk bir tip. Yengem, eşi kadar donuk, itici olmasa da ilgi gösterse de sıcaklığını fazlaca duyumsamıyorum.
Ahmet Ağabey, o yılın sömestr tatilinde bana herkesin imreneceği güzellikte bir okul çantası yapıyor, temiz bir çam tahtasından. Orta yerine elceği, kilidi; onların iki yanına da çantanın üstten açılıp kapatılmasını sağlayan çıt çıtları vidalıyor.
Okula sömestr sonrasında bu çanta ile çok mutlu gidiyorum. Ahmet Ağabey bir süre önce de yine herkesin imrendiği çok güzel ve sağlam bir kızak yapmıştır bana. Kar üzerinde uçar gibi giden bir kızaktır, bu! Arkadaşlarımla kırç üstünde kızaklarımıza bindiğimizde, herkesi sollayıp indiriyor beni tepeden, aşağılardaki düzlüğe.
Ahmet Ağabey, ilkbaharda Ciknala’ının üzerinden başlayıp öğle vakti Sesli Kaya’ya varılan ve orada dinlenilen, yemek yenilen ve akşamüzeri de geri dönülen; yaz başlarında da Obolo Kaya çevresinde sürdürülen çobanlık günlerimizde de benim en güvenilir arkadaşım oluyor. Onunla ilişkilerimiz, hep aynı sıcaklıkla sürüp gidiyor.
Rızman Amca ve Zeliha Hala
Komşu dediğin bu denli içten, sıcak ve verici olur! Rızman Amca, Ahmet Ağabey’den de becerikli ağaç işlerinde. En güzel kepçeleri, kaşıkları; yaba, balta, kazma, kürek saplarını, tırpan saplarını Rızman Amca yapıyor. Bunların yapımında kullanılan en nitelikli ağaçları evinin güney köşesinde üstü örtülü, üç yanı kapalı, odunluk olarak kullanılan yerde istiflemiş bulunuyor. Bu becerikliliği, ustalığı nedeniyle konu komşunun siparişlerinden başını alamıyor Rızman Amca. Bunları parayla yaptığı sanılmasın.
Rızman Amcalar, köyde hali vakti iyi olanlardan. Onların, biri benim akranım, öbürü benden küçük iki oğlu ile biri benden biraz büyük ve baharlarda Köprübaşı’nda birlikte mal otlattığımız kızları, öbürü de hayli küçük bir kızları var.
Baltayı, nacağı, keseri, dehreyi, bıçakları, çakıları Rızman Amca kadar güzel bileyen bir başka kişi de yoktur bizim köyde. Benim de tutku derecesinde sevdiğim, sapı parlak koyun boynuzundan yapılı bıçağımı da Rızman Amca’ya biletmişimdir her zaman.
Rızman Amcaların evinin arkasında, tarlalarının eve yakın ucunda kocaman bir meyve bahçeleri var. Orada elmanın, armudun, kirazın, vişnenin ve eriğin her çeşidi yetişir. Evleri de iki geniş odası, büyük bir ambarı ve avlusu ile çok güzeldir. Özellikle kış günlerinde ne zaman gittiysem onlara, Zeliha Hala ceplerimi elma ile, ceviz ile ya da armut kurusu ile (kak ile) doldurmuştur.
Emrullah Amca ve Kızı Nevride Abla
Baba tarafından yakın akrabamız olan Emrullah Amca, ne denli nobran, huysuz, sevgisiz ise Nevride Abla da o denli cana yakın, insana sevgisini duyumsatan bir abladır. Mehmet Dayımlarla Rızman Amcaların evlerinin arasında ve biraz alt yanında küçük bir ahırın üstünde zar zor yaptırdığı bir oda ile bitişiğindeki ambardan oluşan evlerinde yaşıyor, baba-kız. Emrullah Amca, bir kimseyle bir kez olsun, dostça bir sohbet etmiş midir, ben rastlamadım. Ama hırçınlığına, üst perdeden tartışmalarına çok tanık olmuşumdur. Ne benimle ne de bir başkasıyla rahat, sıcak bir konuşmasını anımsamıyorum Emrullah Amcamın.
Yeşil Başlı Ördekler
Bizim Sasopa’daki evden, Cami Mahallesi’ndeki okula kırk beş dakikaya ancak varılıyor. Okula Yeni Mahalle’den gelen çocuklarla birlikte gidiyorum. Okula gidiş geliş sırasında yol boyu her mevsim, ayrı güzellikler çıkıyor karşımıza. Sonbaharda ağaçların renkten renge girip yere düşmek için yelin esmesini bekleyen yapraklarını izliyoruz. Kış boyunca okula gidiş dönüşlerde kar altındaki doğanın açık havada başka, kapalı havada başka görünüm sergileyen güzelliklerine tanık oluyoruz. Buz gibi havada hayli üşümüş olarak ulaştığımız sıcacık sınıfta ise daha değişik bir duygu yaşıyoruz.
Kapalı; ama dingin kış günlerinden birinde okul dönüşü, Köprübaşı’nda daha ilginç bir görünüm çıkıyor karşımıza. Köprünün altından sessizce akıp giden derenin üzeri çoğu yerde buz tutmuş, onların üzerini de karlar örtmüş. Derede uzaktan yer yer kara delikler görünüyor. Dereye yaklaşınca suyun kimi yerde ağır, yorgun, kimi yerde de ince bir şırıltıyla akıp gittiğini duyuyoruz.
Arkadaşlardan biri bir ara, coşkulu, ama fısıldayan bir sesle doğudan iki yaban ördeğinin alçaktan uçarak gelmekte olduğunu, onları korkutmamak için sesimizi çıkarmamamızı söylüyor bize. Bunun üzerine yaban ördekleri tedirgin olmasın diye, olduğumuz yerde sessizlik içinde onların gelip bir yere konmasını bekliyoruz. Ördekler, geliyor ve biraz ilerideki kara deliklerden birinin başına konuyorlar. Yeşilbaşlı bu iki güzel ördeğin ne yapacağını merakla bekliyoruz.
Sağa sola kısa yürüyüşler yapıyor, arada kara delikten gagalarını sokarak su içiyorlar. Arada bir de gagalarını birbirine sürtüyorlar. En küçük bir kıpırtıdan uçup giderler kaygısıyla soluklarımızı bile tutuyoruz. Çünkü bu eşsiz güzelliği izlemeyi sürdürmek istiyoruz, Kapalı ve soğuk havanın yarattığı sıkıntıları duymuyoruz. O anda dünyanın en mutlu insanları biziz.
Bu iki ördeğin, soğuk kış günlerinde nasıl yaşadıklarını düşünüyorum. Onları kucağıma alıp sevebilmek, soğuktan korumak için üzerlerine bir örtü örtmek geçiyor içimden. Öte yandan da onların bu özgürce yaşamalarına imreniyorum.
İşte o anda, beklemediğimiz bir olayla karşılaşıyoruz. Ördekler havalanarak batıya doğru uçuşa geçiyorlar. Biz de havanın kararmak üzere olduğunun ayrımına vararak isteksiz adımlarla bir an önce evimize ulaşmak üzere yola düşüyoruz.
Köprübaşı’nda Ders ve Oyun
Baharın dingin, güneşli, sıcak, güzel bir günüdür. Öğretmenimiz, bizi o gün iki saat erken bırakıyor. Yeni Mahalleli üç arkadaş, Köprübaşı’na geldiğimizde, o saatte eve gitme yerine o iki saati orada geçirmek istiyoruz. Köprüyü geçtikten sonra yokuşa tırmanan yolun solundaki düzlükte önce okul ödevlerimizi yapmak, ardından da biraz oyun oynamak istiyoruz.
Çantalarımızı yere koyduktan sonra bir süre aylak aylak dolaşıyor, yeni açan çiçekleri, boy atmakta olan otları izliyoruz. Sonra ödevlerimizi yapmak üzere kalemimizi, defterimizi çıkarıyoruz. Çünkü gece gaz lambasının cılız ışığında gazyağı biterse çıra ışığında ödev yapmaktan, gün ışığında ödev yapmak daha kolay. Düzlükte kendimize birer yer seçiyor ve kitaplarımızı, kalemlerimizi, defterlerimizi sıcacık toprağın üzerine yayıyoruz. Tahtadan yapılmış okul çantalarımızı dizimizin üzerine koyarak çalışmaya başlıyoruz.
Üç arkadaş, bir yandan söyleşiyor, bir yandan da ödevlerimizi yapıyoruz. Ödevlerimizi bitirir bitirmez kitap, defter ve kalemlerimizi el çabukluğuyla çantamıza koyarak oyuna geçiyoruz. Oynamaya önce büyük taş üstündeki küçük taşı devirme oyunu (honi) ile başlıyoruz. Ardından çok sevdiğimiz çelik çomak oynamak istiyorsak da çevrede değnek gibi kullanabileceğimiz birer ağaç bulamadığımız için bundan vaz geçmek zorunda kalıyoruz. O nedenle yeniden taş devirme oyununu sürdürüyoruz.
Güneş ufka yaklaşınca oyunu bırakıyor ve evlerimizin yolunu tutuyoruz. Dik yokuşu tırmanıp bir süre tarlaların arasında ilerledikten sonra yolun batı kıyısında, yeşeren dallarını yere dek uzatmış olan söğütlerin; taze yeşil otlar arasında açan sarı, beyaz, mor çiçeklerin güzelliklerini, meyve ağaçlarının çiçeklerini izleye izleye ilerliyoruz. Bir süre sonra kulağımıza koyun, kuzu, inek, buzağı sesleri gelmeye başlıyor. Bu sesler, mahalleye yaklaştığımızı haber veriyor bize.
Üstündağ Öğretmenimin Evi Eşi ve Baldızları
Üstündağ Öğretmenim, okulun üst yanında, salonunun pencereleri güneye bakan ak badanalı Başöğretmen konutunda oturuyor. Köyün bütün evleri ahşap ağırlıklı olduğu halde bu ev, taştan yapılmış; içi, dışı ak badanalı. Başöğretmenimizin eşinin, tatillerde gelen çocuk yaştaki iki baldızının başları açık, üstleri başları düzgün her zaman. Giyim kuşamları, ders kitaplarımızda gördüğüm Cumhuriyet döneminin ülkemize getirdiği yeni kıyafetlere uygun olması nedeniyle her gördüğümde hayranlıkla izliyorum onları.
Öğretmenimizin eşi en çok, evleri okula da yakın olan Osman Hocagile, terzi Servet Ağabeyin evine uğruyor. Öğretmenim de dersten sonra oraya, terzi dükkânına uğruyor daha çok. Servet Ağabeyin kardeşi Ömer Aksakal da öğrencidir, bizim sınıfta.
Türkçe Kitabımız
Beni bu sınıfta en çok, Avni Başman’ın yazdığı ve içindeki hemen her parçayı severek okuduğum Türkçe Kitabı etkiliyor. O parçalar arasındaki Necmettin Halil Onan’ın Bir Yolcuya, Ömer Bedrettin Uşaklı’nın Tahtacı Güzelleri ve Başaklar Arasında adlı şiirleri; İki Kurbağa, Bilgiç Dedenin Hayreti, “İkinci Teki Ne Zaman Atacaksın?” Tac Mahal adlı okuma parçaları ve Ömer Seyfettin’in Keramet adlı öyküsü ise bütün çağrıştırdıklarıyla birlikte bugün bile belleğimde. Avni Başman, dilbilgisi konularını bugünün de en ileri yaklaşımı olan, “okuma parçalarından yola çıkarak” işliyor, bu kitabında.
Bunlar da Dördüncü Sınıftan
Dördüncü sınıfta, başarılı olmak gibi güçlü bir istek yok içimde. Derslerime düzenli çalışmakla birlikte, en iyi olmak gibi bir çaba göstermiyorum. O yılın ortasına doğru bana, kuyu adı verilen el tezgâhında kuzu yününden dokunmuş, köyde en güzel sayılan yün kumaştan ceket pantolon diktiriliyor, Otigil’in İlyas Amcaya
O giysimle okula gitmekten çok mutluyum. Derste bile aklım bu giysimde. Dersten çok, giysimle ilgiliyim. Bunu gören öğretmenimin uyarısından sonra dersle ilgilenmek zorunda kalıyorum.
Nisanla birlikte karların erimesi, toprağın ısınıp yüzeyini yeşil örtünün kaplamaya başlaması, kuş cıvıltılarının otlamaya çıkan kuzu melemelerine karışması ile girilen baharda okula gidiş geliş sırasında, çok hoş duygular yaşıyorum. Okula daha bir istekle gidip geliyorum bu mevsimde. İyi ki okul var ve iyi ki okula gidiş gelişimde her gün değişen o güzellikleri izleyebiliyorum.
Annemin Sol Yanına İnme İniyor
Dördüncü sınıfı başarıyla bitirmek üzereyim. Annem, üç kadınla birlikte, evimizin yakınında güney-kuzey yönünde uzayan tarlamızda mısır ekiyor. Duyduğum feryat üzerine tarlaya koşuyorum. Annemin yerde yattığını; öbür kadınların da çevresinde telaşla bağrıştıklarını görüyorum. Annemin sola çarpılmış olan ağzı köpük içinde. Annem konuşamıyor. Sol el ve ayağı kasılmış. Apar topar eve götürüp yatırıyorlar annemi.
Sonrasında acılı, üzüntülü, ıstıraplı günler başlıyor. Yok olsun yoksulluk! Hasta, iyileştirilmesi için hastaneye götürüleceğine, günlerce hacıdan hocadan umut bekleniyor. Cin çarpmış, uğrağa uğramış, diyen diyene. O zamanlar bu tür inançlar, hâlâ yaygın. İnmenin nedeni olarak bunlar gösteriliyor.
Annem, bir hafta sonra ayağını sürüyerek de olsa, biraz zorlansa da yürümeye, isteğini anlatabilecek kadar konuşmaya başlıyor. Belli ki hafif bir inme, anneminki. Olan bitene çok üzülüyorum. Okulda hemen her hastalığın, bedendeki bir bozukluktan ya da mikrop denen gözle görünmeyen canlıların etkisiyle ortaya çıktığını öğrenmişiz. Bu hastalıkları, doktorun iyileştirebileceğini biliyorum. Ancak, bu yapılanların yanlış şeyler olduğunu kimseye söyleyemiyorum. Kocaman insanlar, göz göre göre muskayla, okumakla, üflemekle bu rahatsızlığın geçeceğinden söz ediyorlar.
Doktoru anımsamamanın belki başka nedenleri de var. Doktora gitmek için önce uzunca bir yolu aşmak gerekiyor. Taşıt yok. Bu hasta ata da binemez. Sonra, doktor için, hacıya, hocaya verilen üç beş kuruştan çok daha fazla para gerek, o da yok! Denize düşen, belki biraz da bu nedenlerle yılana sarılıyor.
Yıl Sonu Karnemde Orta Notu Görür Görmez…
Dördüncü sınıfta yılsonu karnemi aldığımda, bütün notlarım pekiyi olduğu halde Tarım-İş notumun, orta olduğunu görür görmez, ağlamaya başlıyorum. Okuldan Dayımlara doğru inerken, daha eve varmadan, ağladığımı duyan Dayım:
“Ne oldu oğul, niye ağlıyorsun?” diye sesleniyor. Ben, ağlamamı sürdürerek yanına yaklaştığımda karnemi uzatarak:
“Tarım-İş dersim orta.” demem üzerine Dayım:
“Sen ağlama! Ben, şimdi gider, Ahmet Bey’den bunun nedenini öğrenirim.” diyor ve okula yöneliyor
Biraz sonra geliyor ve öğretmenimden aldığı bilgiyi benimle paylaşıyor. Tarım-İş dersinde dışarıda çalışırken arkadaşlarımla iyi ilişki kuramıyor, onlarla gereksiz yere tartışıyormuşum. Tarım dersinden, o nedenle orta vermiş öğretmenim.
Annemin Öldüğünü Sanınca Ödüm Kopuyor
Evimizin batısında uzayıp giden tarlamızda boyumu aşmış olan mısırları suluyorum. Arkın öbür başına vardıkça suyu bir sonraki arka bağlıyorum. Arada, kimi yerlerdeki salatalıklara rastlıyor, biraz büyümüş olanları koparıp yiyorum. Gün öğle vakti. Aklım, evin avlusunda yatmakta olan Annemde. Bir ara ona sesleniyorum; ama yanıt gelmiyor. Bir daha, bir daha seslenmeme de yanıt alamayınca suyu ivedice yeni bir arka bağlar bağlamaz, eve koşuyorum.
Annem, ön odalardan birindeki sedirde yatıyor. Yaklaşıyorum, soluk almadığı sanısı ile aklım başımdan gidiyor ve komşumuz Zeliha Hala’ya koşuyorum, telaş içinde “Zeliha Hala Anneme bir şey olmuş!” der demez, deliler gibi geriye doğru koşmaya başlıyorum yeniden. Arkamdan Zeliha Hala yetişiyor bana ve annemin yanına vardığımızda Zeliha Hala annemi omzundan tutup sarsarak “Sebile!” diye sesleniyor. Annem, şaşkınlıkla doğruluyor ve “Ne oldu?” diye soruyor. Annemin yaşadığını anlar anlamaz, hızla oradan ayrılıp tarlaya gidiyorum. Annemin öldüğünü düşünmüş olduğumun anlaşılmasından dolayı utanıyorum.
Zeliha Hala, bir süre annemle oturduktan sonra evine gidince annem, tarlaya bakan arka balkona gelerek bana sesleniyor: “Rasim!” Bende ses yok. Hem çok mutluyum hem de annemin öldüğünü düşünmüş olmam nedeniyle duyduğum utanma duygusu içindeyim hâlâ.
Bağlıca Köyünde Geçen Bir Ay
Sınırlı tarla çayırımızın geliri dışında gereksinimlerimiz Nezir Amca’nın kalaycılıktan elde ettiği kazançla karşılanıyor. O yazın harman zamanı öncesinde, Bağlıca köyünün varsılı olan bir kişi, Nezir Amcayı evinin bakır ve kalay işlerini yapması için köyüne götürmek istiyor. Ayrıca köylerinin bu tür gereksinimlerini de onun evinde kalarak karşılayabileceğini söylüyor Nezir Amcaya.
Nezir Amca, ağanın getirdiği eşeğe gerekli araçları yükleyip körük çekmek için de beni yanına alarak yola düşüyor, ağayla birlikte. Annemi üç çocuk ile evde bırakıyoruz. Nenem sık sık bize uğruyor, çoğu kez akşamları da bizde kalıyor. Ayrıca Mehmet Dayımlar ve Zeliha Halagil var, kapı komşu olarak. Mevsim de yaz.
Nezir Amca, ağanın boş olan yeni ahşap evinin uygun bir köşesine körüğünü kurup çalışmaya başlıyor. Üç öğün yemeğimiz ayağımıza geliyor. Ne ki yatak odamıza, yanmış yağlı et kokusu sinmiş olan bir koridordan geçerek gidip geliyoruz. Oraya yatmak üzere giderken, bazen de gündüz saatlerinde oradan bir şey almak üzere oradan geçmek zorunda kaldığımda, adeta midemi ağzıma getiriyor bu koku.
Bir aya yakın kaldığımız o evde, bu çileyi çekiyorum. Onun etkisiyle midir, nedir, bugün de eritilmiş yağlı et kokusuna katlanamıyorum.
İş bitiminde, bir başına bıraktığımız hasta anneme kavuştuğumda, annemin sol elini ve ayağını kullanmakta güçlük çektiğini gördüğümde bir kez daha içim parçalanıyor.
Annemin İyileştirilmesi İçin Hacıdan Hocadan Medet Umuluyor
Annemin derdine çare olması için bir de sırtına şişe çekme yoluyla hastayı tedavi etmekle ünlenmiş olan Hacogilin Osman Hoca’ya başvuruluyor. Osman Hoca, haftada iki kez eve gelip annemin sırtına ince bir mum koyarak onu ateşliyor ve üzerine çay bardağını kapatıyor. Bardağın içindeki oksijenin yanmasıyla bardak, yapıştığı çevre içindeki deriyi içine doğru çekiyor. Mum sönüp şişe düşünce Osman Hoca, şişen yere neşter vuruyor. Bunu birden çok yere uyguluyor. Savına göre bu yolla kirli kan atılacak ve hasta iyileşecek. Bakıcı hocalardan sonra bir süre de Osman Hoca oyalıyor annemi.
Yusuf Dayı’dan Gelen Mektup
Hacıdan hocadan bir yarar sağlanamadığı görülünce Bursa’da görev yapan Dr. Yusuf Dayı’ya mektup yazmak akıllarına geliyor, büyüklerin. Mektup yazılıyor ve annemin hastalığı anlatılıyor. Aslında, mektup yazmanın söze dökülmeyen gizli bir nedeni daha var: Amca, belki “Hastayı hemen alıp bana getirin!” der, onlar da hastayı oraya götürürler, umudu. Yusuf Dayıdan, asıl beklenen yanıt gelmiyor.
Namazgâh’ta dayımla güzlük ekilecek tarlayı sürerken Yusuf Dayı’nın yazdığı mektup alınıyor. Mektubu bana okutuyorlar. Mektupta Yusuf Dayı, yalnızca hastalığın adının felç olduğunu, halk arasında buna inme denildiğini, hastanın hemen doktora götürülmesi gerektiğini yazıyor, o kadar!
Bunun üzerine Annem, Artvin’de, tek doktoru olan devlet hastanesine yatırılıyor. Bir ay sonra da kalçaları iğneden morarmış olarak eve getiriliyor.
BAŞYAZAR OLUYORUM
Şimdi beşinci sınıftayım. Aşağı Irmaklar İlkokulu’nda kitaplık var. Öğretmenlerimiz, oradan kitap alıp okumamızı öneriyor zaman zaman. Okulun kitaplığında Âşık Garip ve Kerem ile Aslı, Karacaoğlan’dan sonra en çok ilgiyle okuduğum kitaplar oluyor. Bir de okuma kitabımızdaki renkli okuma parçalarından etkileniyorum. Bu sınıfta bu kez, Türkçe kitabından bağımsız olarak Avni Başman ile Necmettin Halil Onan’a yazdırılan Dilbilgisi kitabı okutuluyor.
Çalışkanlığımı ve başarımı tam olarak beşinci sınıfta ortaya koymaya başlıyorum. Bu yıl, sınıfımın tartışmasız başarılı öğrencisiyim artık. Her derse düzenli çalışıyorum. Verilen ön hazırlıkların ve ödevlerin birini bile aksatmıyorum. Sınıfta kimsenin yanıtlayamadığı soruların çoğunu yanıtlıyor, kimsenin çözemediği matematik problemlerini çözmeyi başarıyorum.
Yılın ilk ayında eğitsel kollardan gazetecilik koluna seçiliyorum. Yazarlık serüvenim, işte bu seçilmeyle birlikte başlamış oluyor. Öğretmenimiz Ahmet Üstündağ, gazetecilik koluna seçilen öğrencileri, bir öğle paydosunda Başöğretmen Odasında bir araya getiriyor ve aramızda görev bölümü yapıyor. Ben, gazetenin başyazarlığına (baş muharrirliğine) getiriliyorum. Gelen yazıları büyük kareli kâğıda elle yazma görevi de bana veriliyor. Duvar gazetemizin her sayısına başmakale yazacağım. Duvar gazetesinin ilk sayısını salona astığımızda duyduğum mutluluğu dile getirebilmeyi çok isterdim.
Teneffüslerde, öğle paydoslarında gözüm hep duvar gazetesinde. Salonda yürürken kimseye sezdirmeden, yazdığım baş makaleyi okuyanları izliyor ve başyazarlığımla gizli bir övünç duyuyorum. Yazdığım başmakalenin konusu, başlığı; gazetemizin adı ne idi? Şu anda hiçbirinden, en küçük bir iz bile yok, belleğimde. Ama o yaşantılarımın hoş izlenimi, bugün de benimle birlikte.
Öğle Yemeğine Dayımlara İniyorum Kimi de Nurilere Gidiyorum
Bizim ev, okula kırk beş dakika uzakta olduğundan, öğle yemeği için çoğu kez Dayımlara iniyorum. Yengemin kimi gün ceviz içli ketesini, kimi gün katmer ketesini, kimi gün yoğurt eşliğinde tereyağıyla yağlanmış lavaşlarını, kimi gün fasulye yemeğini, kimi gün de kesme çorbasını ve tereyağlı, peynirli makarnasını yiyerek okula dönüyorum. Fırtınalı havalarda, Dayımlarda kaldığım da oluyor. Dayımların ekonomik durumu, bizimkinden biraz daha iyi. İki odası, bir avlusu bir de ambarı var, yeni evlerinin. En azından, on iki ay çalışıp on iki ay yetecek ürün elde edebiliyorlar, köyün çoğunluğu gibi.
Nuri, baba tarafından akrabamız (babamın annesinin ve Ömer Dede’min dedesi Usta Ferhat’ın (Yelkovan’ın) kızı olan Peruze (aslı Firuze mi?) Nenemin torunu (Nevzat Amca’nın oğlu). Dördüncü sınıfta okuyor. Beni çok seviyor, ben de onu. Nuri’nin beni çok sevmesi akrabalığın yanı sıra benim annesiz babasızlığıma karşın başarılı bir öğrenci olmamdan da kaynaklanıyor. Bunu her söz ve davranışıyla yansıttığı gibi arada bir söze de döküyor. Evlerine gittiğimizde Nenesine ve ablalarına da başarımdan söz ettiği oluyor Benimle kıvanç duyuyor.
Nurilerin evi okula daha yakın. O da ikide bir ısrarla öğle yemeğine götürüyor beni. Perüze Nene, baba tarafının tek erkek evladı olarak her gidişimde beni, “Sana kurban olem oğul!” diyerek bağrına basıyor. Evdeki ablaların hepsinden de yakın ve sıcak ilgi görüyorum.
Nurilerin evi, yüksek tavanlı, saray benzeri kocaman bir ev. En iyi keresteden elde edilen tahtalarla yapılmış, köyün en güzel evi. Eve beş basamaklı bir merdivenden sonra çift kanatlı kapıdan giriliyor. Üç odası, bir mutfağı, bir ambarı, bir de kocaman salonu var evin. Güney ve doğu yanı balkonlu. Doğuya bakan balkonun ortasında köşk var. Her odasının sedirleri halılarla, kilimlerle, minderlerle, yastıklarla donanmış. Salonun bir duvarında üs tüste birçok cecim, kilim asılı. Evin altındaki kocaman ahırda, çift çift öküzler, inekler, buzağılar, düveler, tosunlar ve mandalar barınıyor. Ayrıca çok sayıda koyunları var. Bir de hizmetkârları. Nuri’nin babası Nevzat Amca, gidişlerimizde evde olmuyor; işinde gücünde olmalı.
Nuri’nin yazgısı da kimi yönleriyle benimkine benziyor. Güzelliği ve kişiliği ile dillere destan olan annesi, çocukken yıldırım çarpması sonucu ölüyor. İlkokuldan sonra sanat okulunu bitiriyor Nuri. Onu da büyükleri, üvey annesinin kız kardeşiyle evlendiriyorlar, evde dirlik olsun, diye. Tavşanlı’da ve Murgul Bakır Fabrikasında çalışırken sendikacılıkta söz sahibi oluyor. Genel Başkanlık yarışına bile soyunuyor. Beni Murgul’da konuk ettiğinde oradaki konumunu ben de yakından gözlemliyorum.
Her buluşmamızda saatlerce konuşuyor ve yine bitiremiyoruz, Nuri’yle paylaşımlarımızı. Benim ikincisini kazanamadığım sınavın öncesinde o da sendika seçimi dolayısıyla Ankara’da bulunuyor. Ulus’ta kaldığımız otelde saatlerce sürüyor söyleşilerimiz. Aşağı Irmaklar’da çalıştığım yılların birinde bana uğradığında, lojmanda sabaha dek söyleşiyor, yine de ardını arkasını getiremiyoruz, birbirimize anlatmak istediklerimizin. Ne Yazık ki erken çıkıyor son yolculuğuna, bu can dostum.
En Güçlü Dayanağımı Yitiriyorum
Annem, sol ayağını sürüyerek de olsa gezip, az çok ev işi bile yaparken, 1949 yılının aralık ayında yatağa düşüyor. Soğukların gelişi, bakımsızlık, hasta vücudun direncini büsbütün kırıyor. Ocak ayının ilk gününü ikinci gününe bağlayan gece yarısında bu dünyadan ayrılıyor annem.
Ölüm anından birkaç dakika öncesinde yaşadıklarım, beynime mıh gibi çakılı. Annem, sırt üstü, devinimsiz yatıyor. Düzenli aralıklarla ve tekdüze bir hırıltısı duyuluyor yalnızca. Odada Nenem, Annemin yatağının yanında durgun, suskun, kahırdan omuzları çökmüş bir yontu gibi oturuyor. Solgun bir gaz lambası aydınlatıyor odayı.
Ben, odanın orta yerinde, yere çömelip tahta bavulumun üzerine abanmış olarak Annemin yatağının bulunduğu yandaki duvarda asılı gaz lambasının solgun ışığında derslerimle uğraşıyorum. Annem de hep çalışmamı istiyor çünkü. Nenem, Annemin son saatlerini yaşamakta olduğunu sezmiş olmalı ki bir an, “Bırak artık şu uğraşmalarını!” diye çıkışıyor bana.
Nenemin ses tonu, yapmamam gereken bir işi yaptığımı düşündürüyor bana ve suçlanmanın en derin acısını duyuruyor. Sus pus, kitabımı, defterimi bavuluma yerleştirip bir köşeye koyuyorum bavulu. Annem ağır hasta, ben derslerimin derdine düşmüşüm! Utanmanın da ötesinde ağır bir etki yapıyor bana bu davranışım. Keşke Nenemin uyarısından önce düşünebilseydim bu uğraşımı bırakmam gerektiğini!
Aradan çok zaman geçmiyor; annemin hırıltılı soluması, bir “hık” sesiyle kesiliyor. Nenem, uzanıp parmaklarını annemin zaten kapalı olan göz kapakları üzerinde yukarıdan aşağıya doğru devindiriyor yine de. O anda yüreğime bir bıçak saplanıyor. Ölümün nasıl bir şey olduğuna gözlerimle tanık oluyorum.. Nenem ve ben, acıdan göz pınarları kurumuş iki çaresiz olarak suskun oturuyoruz. Bir süre sonra ben uyumuş olmalıyım.
Belki de Nenemin “Annen can derdinde, sen, ders derdindesin!” der gibi algıladığım uyarısından birkaç dakika sonra annemin son soluğunu vermesi, bendeki utanç-suçluluk karışımı duyguyu daha da yoğunlaştırdığı için; belki de bu acı yüzünden, o gecenin o andan sonrasını unutmuş olmalıyım.
Nezir Amca da üç kardeşim de evde yoklar. Kardeşlerimi annemin rahatsızlığı ilerleyince Cevizli köyüne mi götürmüşlerdi acaba?
Ertesi sabah, dayım geliyor. Onu görür görmez, bacağına sarılıyor ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyorum. O da ellerini boynuma dolayıp beni kendine doğru çekiyor, o da ağlarken bana, “Ağlama oğlum, annen iyileşti; hiçbir derdi kalmadı artık.” diyor.
Tutunduğum en güçlü dalımın kırılması, beni derin bir boşluğa düşürüyor. İkindiye dek kim, nereye götürdü beni? Nerede oyalanıp kaldım, bilmiyorum.
İkindiye doğru bir kadın elimden tutup bizim evin altındaki boşlukta, çevresi cecimlerle kapatılmış olan yerde, yıkanarak yatacağı yere götürülmek üzere hazırlanmış olan annemin soğuk yüzünü son kez görmem için cecimi aralayıp içeri sokuyor beni. Annemin bembeyaz soluk yüzünü görünce yanına yaklaşamadan, geri dönüp çıkıyorum oradan.
O andan, annemin caminin arkasındaki mezarlığın Efendigil’e ait bölümünde mezarına indirilişine tanık edildiğim ana dek geçen zamanda olup bitenlerin de bilincinde değilim şu anda. Annem, karlı, sisli, soğuk bir kış gününün akşam karanlığına yakın bir saatinde mezarına indirilip üzerine dizilen tahtaların üstü toprakla örtülüyor. Beni de tanık ediyorlar bu olaya. Gömülme törenine katılanlar, dağıldıktan sonra dayımların, caminin güney batı yakınındaki evine götürülüyorum. Sonrası, yine silik, belleğimden.
İki kız kardeşim Gülfinaz ve Emriye, bir buçuk yaşındaki en küçük kardeşim Arif ve ben, annesiziz artık.
Beni de Nezir Amca’nın Ablası Sekine Bibi Cevizli Köyüne götürüyor. Arif’e uzunca bir süre Sekine Bibi annelik yapıyor. Ben, sömestr tatili bitince eve dönüyorum. Bir süre bize Nenem bakıyor. Annemin ölümü üzerine Tütünlü’de kalaycılık yapmakta olan Nezir Amca da işi bırakıp eve dönüyor.
Nezir Amca Yeniden Evleniyor
Nezir Amca, annem öldüğünde evde olmadığına göre, onun öncesinde, üç beş kuruş kazanmak amacıyla bu kez Tütünlü köyünde kalaycılık yapıyor. İki aya yakın bir süre orada kalan Nezir Amca, evlilik çağı bir hayli geçmiş olan Behice Yenge ile evlenmek üzere anlaşıyor ve uygun biz zamanda kendisini kaçıracağı konusunda anlaşıyorlar. Anlaştıkları günde Nezir Amca Tütünlü’ye giderek Behice Yenge’yi alıp eve getiriyor.
Bir akşamüstü bunu duyan Nenem, yerinde duramıyor öfkesinden; adeta çıldırıyor. Eşinin daha yası bitmeden evlenen Nezir Amca’yı en ağır dille ilençliyor. O gün, ben de Nenemlerdeyim. Nenem, alelacele bir güğüme su doldurup akşamın karanlığında, annemin mezarına koşuyor ve o suyu mezarın bir başından öbür başına dek döküyor. Beni de birlikte götürüyor mezarlığa.
Nenemin Güvenli Kanatları Altındayım Yine
Ben, bir süre daha iki kız kardeşimle birlikte bizim evde Nezir Amca ve Behice Yengenin yanında kalıyorum. Daha sonra Nenemle Nezir Amcanın arası iyice açılınca Nenem beni yanına, güvenli kanatları altına alıyor. Okulum da Nenemlerin eve çok yakın zaten. Çocuklar, yaşamak istemedikleri yoğun acıyı bilinçdışına itip geçici olarak rahatlıyorlar. Bu anne acısından sonra ben yine bütün gücümle derslerime yoğunlaşıyorum.
Üstündağ Öğretmenimden Yediğim Şiddetli Tokat
Ocak ayının en soğuk günlerinden birinin öğle saatinde, gürül gürül yanan sobanın çevresinde, “Sen ısınmayacaksın, ben ısınacağım!” dercesine birbiriyle itişen çocuklar, sobanın yıkılmasına yol açıyorlar. Onun üzerine ayyuka çıkan bağırmaları duyan Ahmet Üstündağ Öğretmen, sınıfa geliyor, sınıfın duman içinde kaldığını görür görmez, ilk iş olarak pencereleri açıyor, öfkeyle boruları yerlerine geçirdikten sonra, bir şey söylemeden, odasına gidiyor.
Biraz sonra yinelenen itiş kakışla soba bir daha yıkılınca öğretmenimiz, kaşları büsbütün çatılmış olarak. “Çıkın dışarı!” diye bağırıyor ve bizi buz gibi salona çıkarıyor. Öğretmenimiz, boruları yeniden birbirine geçirip pencereleri açtıktan sonra sınıfın kapısını çekiyor ve hızla odasına gidiyor.
Abbas, beni çok seviyor. Onun da babası erken ölmüş, benimki gibi. Beni başarımdan dolayı da sevdiğini anlıyorum Abbas’ın. Abbas, annesinden de izin alarak bir akşam beni evlerine de götürmüştür. O nedenle Abbas’la yakın arkadaşız.
Abbas’ı, sınıfın kapalı kapısının tam önünde görür görmez, önünü, arkasını düşünmeksizin, onu içeri itmek geçiyor içimden ve Abbas’ı kapıya doğru itiyorum. Onu sınıfın tam ortasında bir başına gören salondaki öğrencilerden, gök gürlemesini andıran bir ses yükselir yükselmez, odasından ok gibi fırlayıp salona çıkan öğretmenimiz, Abbas’ı kocaman boyu ile sınıfın ortasında süt dökmüş kedi gibi dururken gördüğünde, olup biteni anlıyor.
Onu dışarı çıkarıp kapıyı kapadıktan sonra “Kim itti onu?” diye soruyor. Herkes beni gösterdiğinde, yanıma geliyor ve sağ yanağıma öyle bir tokat indiriyor ki gözlerimde şimşek çakıyor. Dahası yanağımın davul gibi şiştiğini sanarak elimle yanağıma dokunuyorum; şişmediğini anlıyor, rahatlıyorum biraz. Öğretmenimin en iyi öğrencisi olarak yaptığım bu yanlış yüzünden yediğim tokat, hiç olmadığı kadar utandırıyor beni. O anda yer yarılsa, duraksamaksızın içine girebilirdim.
Bu olaydan sonra günlerce arkadaşlarımın ve öğretmenimin yüzüne bakamıyorum. Derslerime yine çok çalışıyorum. Öğretmenim, o olayı, cezalandırdığı yerde bırakmış olarak davransa da bir soru sorduğunda, kendisiyle göz göze gelmemeye çalışarak parmağımı kaldırmanın çarelerini arıyorum. O utanç duygusu, günlerce yakamdan düşmüyor..
Önce Himmet Sonra Karagöz Rolüm
Öğretmenimiz Ahmet Üstündağ, İlyas’la beni, bir piyes kitabı getirmek için, Cevizli Köyü İlkokulu Başöğretmenine yolluyor. Beşinci sınıf öğrencileri olarak biz, bir piyes sahneye koyacakmışız. Mart ayının güneşli bir günü. Her yan, karla örtülü; ama sıcak denebilecek bir hava var. Yarım saatlik bir yolculuktan sonra vardığımız okulda Başöğretmene, öğretmenimizin isteğini iletiyoruz. Bize verdiği Karagöz’ün Yazıcılığı adlı piyes kitabını alarak geri dönüyor ve kitabı öğretmenimize veriyoruz.
Birkaç gün sonra Ahmet Üstündağ, sınıfımızdan piyesteki rol sayısı kadar öğrenciyi odasına çağırıyor. Ben de çağrılanlar arasındayım. “Karagöz” rolünü sınıfımızın boyca hepimizden uzun ve cüsseli iki kişisinden biri olarak Abbas’a “Karagöz”; ikinci büyük arkadaşımız olan İlyas’a da “Hacivat” rolünü veriyor. Bana “Himmet” rolü” düşüyor. Her rolün sözleri yazıldıktan sonra onları ezberlemeye başlamamız isteniyor. Ondan sonra provalar başlayacak. Ancak, birkaç gün sonra Abbas, çok uzun olan rolünü ezberleyemeyeceğini söyleyince, öğretmen o rolü, boyum İlyas’ın yanında çok kısa kalsa da bana veriyor. Önce okuyarak, sonra da ezberlemiş olarak günlerce sürdürüyoruz provalarımızı. İlyas’la karşılıklı atışmalarımız, çatışmalarımız, her provaya çok hoş bir hava katıyor.
Oyunumuzu olgunlaştırdıktan sonra, okul salonunun bir köşesinde öğretmenlerimizin, tabanını marangoz masası ve öğrenci masalarından, perdelerini de cicimlerden oluşturdukları sahnede, kadınlı erkekli köy halkına sunuyoruz, Karagöz’le Hacivat’ın ilginç atışmalarını içeren bu oyunu.
Bu oyunumuzun da yardımıyla okulda ve köyde, başarılı bir öğrenci oluşumu herkes görmüş ve duymuş oluyor. Okuma sevgimin güçlenmesinde bu oyundaki başarım da oldukça etkili oluyor.
Yazı Dersi ve İkinci Aşkım Çilli Kızın Ölümü
Başarım, Ahmet Üstündağ’la İsmail Aksoy öğretmenimiz arasında da konuşuluyor olmalı, İsmail Aksoy, yazımı da çok beğenmiş olmalı ki bir gün öğretmenimden de izin alarak sınıfının yazı dersinde, verdiği yazıyı tahtaya yazmamı, sonra da öğrencileri tek tek denetleyerek benim yazdığım gibi doğru ve güzel yazmalarını sağlamak üzere denetlememi istiyor benden. Ben, sınıfında yazı dersi yaparken kendisi Başöğretmen Odasında oturuyor.
O yazı dersinde, sınıftaki öğrencilerden, biraz toplu, yüzü çilli kumral bir kıza âşık oluyorum. O saatten sonra teneffüslerde gözüm gizli gizli hep o kızı arıyor, bulunca da gözümü o kızdan ayıramıyorum. Bahara doğru köyde bir kızamık salgını başlıyor. Neredeyse her hafta bir çocuğu alıp götürüyor bu hastalık. İşte o hastalık, benim âşık olduğum çilli kızı da yaşamdan koparıyor. Bu ölümün sarsıntısından günlerce kurtulamıyorum.
Altı Ok’u Ezbere Okuyorum
Okuma kitabımızda Altı Ok başlıklı uzun bir şiir var. Öğretmenimiz, bu şiiri ezberlememizi istiyor. Ben, eve gider gitmez, başlıyorum çalışmaya. Yineleye yineleye okuyor ve sonunda ezberliyorum. Türkçe dersi geldiğinde öğretmenimiz, “Kim ezberledi şiiri?” diye sorduğunda, yalnızca bir parmak kalkıyor sınıfta. “Kalk bakalım!” diyor öğretmenimiz. Kalkıp okuyorum. Öğretmenim ne dedi, bunun üzerine, belleğimde bir iz yok şu anda. Ancak bununla da sınıftaki yerimi daha da sağlamlaştırdığım kesin!
ALTI OK
Ben bir Türk’üm; soyum, ırkım uludur,
Göğsüm millet sevgisiyle doludur,
Tuttuğum yol Atatürk’ün yoludur.
Hep o yoldan yürümektir dileğim.
Yıkılmıştır hanedanlar otağı;
Biz seçeriz, bize baş olacağı;
Mukaddestir Cumhuriyet ocağı,
Ona biri yan baksın da göreyim!
Halk içinden çıktım, halka kulum ben;
Halkı üstün tutmaktayım her şeyden;
Bir kafayım, onu her an düşünen.
Halk içindir, hakla çarpar yüreğim.
Dilde birdir, dilekte bir hep Türkler;
Bu ülküde birleşene Türk derler.
Millet aşkı kalbimizde yer eder;
Tek değilim, koskoca bir kütleyim.
Türk devleti doğdu Türk milletinden,
Varlığımız hep onun kudretinden.
Bize odur hayat veren, ün veren;
Ben de ona her şeyimi vereyim!
Dinle devlet ayrı şeydir, birleşmez;
Din, bir duygu; ona kimse ilişmez.
Devlet dine, din devlete karışmaz;
Laikliği ben böylece bileyim.
Eskiliği yıktık, oldu bu işler;
Geçtikleri yerde kalsın geçmişler.
Bize bundan, inkılapçı demişler.
Yıkılmadan yapılmıyor, neyleyim?
Böyle doğdum, Cumhuriyetçiyim ben;
Hem halkçıyım hem milliyetçiyim ben;
İnkılapçı, laik, devletçiyim ben;
Her birini bir okla göstereyim!
Bu Altı Ok Kemalizm’in özüdür;
Altısı da Anayasa sözüdür.
Atatürk ki milletinin gözüdür.
Bu inanla yüceliğe ereyim!
Hasan Ali YÜCEL
23 Nisan Bayramında Konuşma Yapıyorum
23 Nisan Bayramına bir hafta kala Üstündağ Öğretmenim, 23 Nisan için bir konuşma hazırlamamı söylüyor. Konuşma için Tarih kitabımızdaki bilgilerden yararlanabileceğimi anımsatıyor. Büyük bir sevinç duyuyorum, böyle bir görevin verilişi nedeniyle. Önce kitapta bu konuda anlatılanları dikkatle okuduktan sonra o bilgileri bir konuşma metnine dönüştürme üzerinde günlerce çalışıyorum. Bitirir bitirmez, öğretmenime gösteriyorum, hazırladığım konuşma metnini. Hazırladığım metni, 23 Nisan günü okulda düzenlenen törende tam bir özgüvenle okuyorum.
Ahmet Üstündağ Öğretmenim, bu mutluluğu da yaşatıyor bana. Bütün bunlar, benim okumayı güçlü bir amaç durumuna getirmemde önemli birer etken oluyor.
Öğretmenimiz Aklımıza Cılavuz Öğrencisi Olmayı Düşürüyor
Yıl sonuna doğru Üstündağ Öğretmenimiz, bütün sınıfa Çılavuz Köy Enstitüsü diye bir okulun varlığından söz ediyor. Herkesin kendi ilçesinde yapılan sınavı kazanan köylü çocukların, Cılavuz’da yapılan sınavları da kazanmaları durumunda bu okula öğrenci olduğunu; orada beş yıl parasız yatılı okuduktan sonra, köy ilkokullarında öğretmen olduklarını söylüyor. Köyümüzden bizden iki yıl önce okulumuzu bitirip bu okulu kazanan Nazım Ertürk, İsmail Irmak ve Kâzım Önçeken de orada okuyorlar.
Demkrel’deki çayırımızı sulamaya gittiğimde Nazım Ağabey’i Cılavuz’un verdiği pırıl pırıl mavi giysiler içinde gördükçe ona imrenerek bakıyor ve “Ben de orada öğrenci olabilsem!” diye sıklıkla aklımdan geçiriyorum. Bu duygularla harıl harıl Cılavuz’un sınavlarına hazırlanmaya başlıyorum.
Türkçe ve Matematik Tutkum
Beşinci sınıfta her derse düzenli çalışmakla ve her derste başarılı olmakla birlikte, Türkçe ve Matematik derslerini bir başka seviyorum. Her okuma parçası, ayrı bir dünyaya kapı açıyor benim için; bunların her biri ayrı bir renk katıyor yaşantıma.
Her Matematik konusunu öğretmenim, nedenleri ve niçinleriyle, somut örneklere dayandırarak açıklıyor bize. Bu yaklaşım, benim her konuyu, karşıma onlarla ilgili her soruyu en küçük bir zorluk çekmeden çözmemi sağlayacak biçimde öğrenmeme yardımcı oluyor. Bahara doğru iki cep defteri aldırıyorum. Bunlardan birine Mollagil’in İsmet Usta’da gördüğüm cep defterine yazılı türkü sözlerinden hoşuma gidenleri yazıyorum. Oraya yazdığım sözlerden biri dün gibi aklımda. Bu türkünün ilk dörtlüğü şöyle: “Yine şafak söktü, Sunam uyanmaz / Hasret çeken gönül derde dayanmaz / Çağırırım Sunam sesin duyulmaz / Uyan Sunam uyan derin uykudan.”
Defterlerin öbürüne de Matematik dersinde öğrendiğim konularla ilgili tanımları, o tanımların altına da o tanımlarla ilgili örnek problemi özenle yazıyorum. Bayağı kesirler, tam sayılı kesirler, ondalık kesirler; üçgen, kare, dikdörtgen, beşgen, altıgen ve dairenin çevre ve alanlarının hesaplanması; küpün, dikdörtgen prizmanın, üçgen prizmanın alan ve oylumlarının hesaplanması ve başka neler öğrettiyse Öğretmenimiz, onlarla ilgili tüm tanımlar ve o tanımlara ilişkin örnekler yer alıyor bu defterimde. İstediğim zaman, istediğim konuya göz atmamı sağlayan bu defter, benim başucu kaynağım oluyor.
O tanımlardan pek çoğu, Üstündağ Öğretmenimin yazdırdığı biçimiyle bugün de belleğimdedir. Örneğin, onlardan biri, tam sayılı kesrin bileşik kesre çevrilmesiyle ilgili tanım: “Tam sayılı kesri bileşik kesre çevirmek için tam sayı, kesrin paydasıyla çarpılır, çarpıma pay katılır, pay olarak yazılır. Eski payda da payda olarak yazılır.” İkinci bir örnek: “Piza kulesi gibi bir cisim ne zaman devrilir?” Yanıt: “Cismin ağırlık merkezinden geçen çekül doğrultusu, cismin dayanma yüzeyinin dışına çıkarsa, o cisim devrilir.”
Boş zamanlarımda ve pazar günleri hayvanlarımızı otlatırken arada bir onları okuya okuya ezberlediğimi anlıyorum. Ancak bu ezberlediklerim, nedenini, niçinini anlayarak yapılan bir ezberlemedir.
Bu çalışmanın sonucudur ki beşinci sınıfın ayırtmanlar önünde sözlü yapılan sınıf geçme sınavında, sınav ayırtmanları olan Üstündağ Öğretmenimle Aksoy Öğretmenin sorduğu her soruyu duraksamadan yanıtlıyor, bir de örnek vererek açıklıyorum soruyu. Ayırtmanların sorduğu “Neden? Niçin?” sorularını da takılmadan yanıtlıyorum. Öğretmenim benim durumumu zaten biliyor. Bu başarıma Aksoy öğretmen de şaşkınlıkla tanık oluyor.
Benim okuma sevgimi ve başarımı bilen Niyazi Dayım, bana Kanaat Kitabevi’nce yayımlanan Ahir Zaman Peygamberi Hazreti Muhammed’in Hayatı ve Kurduğu Dinin Esasları adlı kocaman kitabı veriyor, okumam için. Onu pazar günleri hayvan otlatırken okuyup bitiriyorum. Ardından, Yaşar Nabi’nin bir şiir kitabını veriyor bana. “Al, senin olsun, diyor, bu kitap.” Kapağı olmayan bu kitaptaki şiirler, “Ben”, “Sen”, “onlar”, “Ve Saire” başlıkları altında toplanmış bulunuyor. Hala kitaplığımdaki yerini koruyan bu kitabı da büyük bir merakla okuyorum.
Düşünebiliyor musunuz; yayımlamakta olduğu Varlık dergisini ve Varlık Yayınlarını çok daha sonraki yıllarda okuyacağım Yaşar Nabi Nayır’la beni ilkokul beşinci sınıfta tanıştırıyor Niyazi Dayım!
“Benim Yeğenim Kimsesiz Değildir Süleyman Amca!”
Dayımın 1944-1945 öğretim yılında Cami Mahallesi’nde, Kâhyagil’in evinin üst yanındaki sürülüp ekilen tarlasını tapanlamakta olduğumuz bir ikindi zamanı, köyümüzün muhtarı Süleyman Amca yanımıza geliyor.
“Kolay gelsin İsmail Çavuş!” diyor.
Dayım,
“Sağ ol! Hoş geldin Süleyman Amca.” diyor.
Biz, tarlayı tapanlarken bizimle birlikte yürüyen Süleyman Amca, sözünü sürdürüyor. Diyor ki:
“İsmail Çavuş! Bana İstanbul’daki bir okuldan bir yazı geldi. Bu okul, çalışkan ve yetim çocukları sınavla alıyor ve bedava okutuyormuş. İstersen, yeğenin Rasim’in adını bildireyim bu okula.”
Ben de söylenenleri can kulağıyla dinliyorum ve Dayımın ne diyeceğini bekliyorum. Dayımın birden kaşları çatılıyor ve öfkeli bir ses tonuyla,
“Süleyman Amca! Benim yeğenim kimsesiz değildir!” deyince Süleyman Amca işi anlıyor:
“Peki İsmail Çavuş! Size kolay gelsin!” diyerek, evine yöneliyor.
Dayım da yalnızca:
“Sağ ol!” diye karşılık veriyor, sert bir ses tonuyla.
Dayımın, benimle ilgili bu tutumu, kendisine bağlılığımı büsbütün güçlendiriyor. Sert ve baskıcı tutumuyla benim gibi kimi zaman çevresini de tir tir titreten Dayımın bana bu biçimde sahip çıkması karşısında içimde oluşan duyguyu varın siz düşleyin! Belli ki Dayım, daha o zamandan, beni avucunun içinde tutmayı planlamış ve beni elinden kaçırmamak için her önlemi almayı en ince ayrıntısına dek planlamış. Yıllar sonra bu okulun Darüşşafaka oluğunu öğreniyorum
“Yeğenim Çok Para Harcamaz, Sınıfta da Kalmaz.”
Biricik dayanağım olan annemin ölümüne; onun ardından yaşadığım acılara karşın, derslerimi ve başarımı aksatmadan sürdürerek yıl sonuna ulaşıyorum. Öğretmenimiz, o günlerin birinde bana, sınıfta benimle yarışan İsmail Sever’e ve Yılmaz Ersoy’a, yaşlarımızın küçük yazıldığını, diploma alabilmemiz ve Cılavuz’un sınavlarına girebilmemiz için mahkeme kararıyla yaşımızı büyütmemiz gerektiğini, bu nedenle velilerimizin okula uğramasını söylüyor.
Velilerimiz, okula uğruyor ve öğretmenimiz, kendilerine gereken açıklamayı yapınca iki baba çocuklarının; Dayım da benim yaşımı büyütmek üzere bizimle biz de yanlarında, sabahın erken bir saatinde Ardanuç’un yolunu tutuyoruz. Gobihosa ormanını geçerek Tütünlü mezrasına varıyoruz. Oradan Tütünlü’ye iniyoruz. Artvin’i Ardahan’a bağlayan şosenin üst ve alt yanında konuşlanan bu köyü de geride bırakarak aşağıda dere boyunca bir o yana, bir bu yana büküle büküle ilerleyen yaya yolunu geçtikten sonra indiğimiz düzlükten Adakale’yi görüyoruz.
Yüksekçe, taşlı kayalı bir yere sıkıştırılmış gibi duran ve doğuya doğru b eğimi olan bir yer Adakale. Sırtını ise adını aldığı, çevresi birkaç adam boyu yüksekliğindeki kayalarla çevrili geniş çaplı bir silindire dayamış bulunuyor.
Düzlüğün bitimindeki dereyi geçtikten sonra bir değirmeni solda bırakarak ilçenin güney doğusundaki kıraç bir yamaçtan geçen yolla giriyoruz. Çarşıya girişten önce yolun sağında karşımıza bir demirci dükkânı çıkıyor. Solda da evler görünüyor. Az ileride, ana caddenin iki yanında sıralanan, büyük pencereleri olan, kapılarının üzerinde adları yazılı tabelaları bulunan dükkânlar çıkıyor karşımıza. Daha arka taraflardaki taşlıklı yerlerde de evler, cami ve resmi daireler yer alıyor
Bir saatte her yanı gezilebilecek kadar küçük olan ilçenin camisine, hükümet konağına, adliyesine, ilkokuluna ana caddeden ayrılan taşlıklı ara yollarla varılıyor.
Bizim ilk işimiz, Adliye binasına yönelmek oluyor. Adliye binasına vardığımızda, Tütünlü köyünden olan mübaşirle karşılaşıyoruz. Niçin geldiğimizi soruyor büyüklerimize. Onlar da açıklıyorlar. Cılavuz’un sınavlarına girebilmeleri için bizim yaşımızı büyütmek istediklerini söylüyorlar.
Mübaşir, Cılavuz adını duyar duymaz, biraz da öfkeli bir sesle söze başlıyor:
“Sakın ola çocuklarınızı o okula göndermeyin! Ben, çocuğumu oraya gönderdiğime bin pişmanım. Orada çocuğa ne para yetiyor ne de çocuk sınıf geçebiliyor. Oğlum, daha ilk yıl, sınıfta kaldı. Üstelik girişte bir de taahhüt senedi imzalattılar. Eğer oğlum bir yıl daha sınıfını geçemezse hem okuldan atılacak hem de yediğinin, giydiğinin parasını isteyecekler benden. Her ay maaşımın yarısını ona gönderiyorum, yine de yetiremiyor, gönderdiğim parayı.”
Bunları dinleyen İsmail’in babası Mazlum Amca, “Ben, yoksul bir adamım. Parasız yatılı olduğunu söyledikleri için oğlumu göndermeyi düşünüyordum o okula.” diyerek İsmail’in yaşını büyütmekten vaz geçiyor.
Oysa İsmail, sınıfta benimle yarışacak kadar başarılı bir öğrenci olarak tamamlamaktadır beşinci sınıfı. Ali Amca da vaz geçtiğini söylüyor. Yılmaz, zaten ortaya yakın bir öğrencidir, sınıfta.
Ancak bu sözler, Dayı’mı caydıramıyor:
“Ben yeğenime güveniyorum. Yeğenim çok para harcamaz, sınıfta da kalmaz.” diyor ve yaşımı büyütmek için başvuruyor.
Dayımın bu sözleri, beni hem onurlandırıyor, gücüme güç katıyor hem de peşin olarak omzuma sınıfımı mutlaka geçme ve olabildiğince az para harcama yükümlülüğünü yüklüyor. Yaş büyütme işlemi tanıkların dinlenmesinden sonra tamamlanıyor.
İkinci Fotoğrafım
Ardanuç’u bir de fotoğraf çektirme dolayısıyla götürülüyorum. Yine sabahın erken bir saatinde çıkıyoruz yola. İlçeye bu kez doğudaki kayalar arasından ilerleyen dik yokuşu tırmanarak ve en sonunda da dar bir geçitten geçerek giriyoruz. Hem öğle sıcağı hem de yolun dikliği bizi bir hayli yoruyor ve terletiyor.
İlk işimiz, İlçenin tek fotoğrafçısını bularak gördüğünüz şu hüzünlü ikinci fotoğrafımı çektirmek oluyor. Bu fotoğrafa bakarak da benimle ilgili birtakım değerlendirmeler yapılabilir sanıyorum
Bu gidişimizde, ilkinde ayrımsamadığım kimi yönlerini daha algılıyorum ilçemizin. Aynı gün, vakit yitirmeden, köye dönmek üzere beş saatlik yola çıkıyoruz.
Yarım Kalan Baba Evinde Kurduğum Düşler
Her fırsatta baba evime gitmeye can atıyorum. Bir şeyler arıyor, bir şeyler buluyor gibiyim bu evde. Bunu kimse bilmesin, istiyorum. Ancak neyi aradığım, neyi bulduğum, net değil kafamda. Bir kez, Dayım beni bir başıma burada görüyor ve:
“Ne yapıyorsun burada oğul?” diye sorunca utanıyor, tuhaf duygular içine giriyor, yalnızca susuyorum.
Bu evde yazdan yaza, evin yakınındaki tarlalarda çalışırken ancak birkaç günümüzü geçiriyoruz, o kadar. Kalan zamanlarda ev, boş duruyor.
Uğradığım kimi zaman da evin eksiklerini tamamlama düşleri kuruyorum. Bu düşlere, özellikle bu günlerde çok sık başvuruyorum. İşte yine oradayım. Gün batımını gören balkonda sırtımı tahta duvara dayıyor, ayaklarımı öne doğru uzatıp oturuyorum.
Evin batısında uzayıp giden tarlada, esinti ile dalgalanan buğday başaklarını, o tarlanın üst yanındaki harosu (nadasa bırakılmış tarlayı) izliyorum. Harosun otsu bitkileri çoktan kurumuş. Yalnızca, tumplarındaki elma, kiraz ağaçları, yabangülleri ve çalılıklarla onların diplerinde büyüyen otlar diriliğini korumuş.
Annemden; hısım akraba ve konu komşudan dinlediklerimle kafamda güvenli bir baba imgesi oluşuyor oluşmasına; ama babamı gözlerimle de görme isteğim, bir türlü sönmüyor. Yaz ayları, bu eve daha sık uğrama olanağı yaratıyor benim için.
Bir mucize bekler gibiyim. O eve gittiğimde babam, neden bir yerlerden karşıma çıkmasın? Neden sevgiyle, özlemle boynuma sarılmasın, beni bağrına basmasın, yanaklarımdan öpmesin? Neden ona ‘Babam benim!’ diyerek sımsıkı sarılmayayım? Evet; bu düş, belleğimde somutlaşmış olmasa da belki de en çok, bu boş umutla gidiyorum o eve.
İşte yine oradayım. Önce, çevreme bakınıyorum. Kimse görmesin istiyorum, burada bir başıma dolaştığımı. İyi; kimsecikler yok! Uzunca bir süre bekliyorum, belki bir yerlerden çıkagelir diye babam. Umudum gerçekleşmeyince ileride evin neresini, nasıl tamamlayacağımı düşlemeye başlıyorum. Evin tamamlanmış durumunu, canlandırıyorum belleğinde. Sonunda görkemli bir ev çıkıyor ortaya. Bundan, büyük bir mutluluk duyuyorum:
Alt ve arka kısımda, kapısı ve tek penceresi, doğuya bakan, bir oda yüksekliğinde büyük bir ahır zaten var. Öyle bir ahır ki dıştan bakıldığında, tahtadan örülü bir oda görünümünde! Köyde bir benzeri yok, bu ahırın. Evin alt önünde geniş bir boşluk var. Bu boşluğun son bulduğu yerdeki üç direk, üst ön odaları üzerinde taşıyor. Evin önündeki yamaç da elma, erik ve kiraz bahçesi.
Ahırın üzerinde bir ambar; onun batıdan bitişiğinde, küçük pencereli bir oda var. Onların önünde ise bir buçuk metre genişliğinde bir koridor. Koridorun önünde, tamamlanmayı bekleyen iki oda yeri bulunuyor.
Odaların yalnızca köşe ve orta direkleri dikilmiş; doğu ve batı yönündeki balkonlara bakan duvarlarına, geçici olarak tahta çakılmış. Böylece iki yönden de içerisi görünmüyor. Arkasını yamaca dayadığı için, evin tarlalara bakan ön yanı hayli yüksek. Evin iki yanını ve ön yanını kuşatan balkonlar ve odaların tabanlarına da kalın, sağlam tahtalarla sıralanmış.
Annem ve babam, o kısa birlikteliklerinin son günlerini bu bir oda ve bir ambarı olan, yapımı bitmemiş evde geçiriyorlar. Her gelişimde saatlerce kaldığım ve bıraksalar, hiç ayrılmak istemediğim ev, burası işte!
Yapıyı tamamlama tasarımında ön odalara, yana ve öne bakan birer büyük pencere ile koridora ve ön balkona açılan birer kapı koyduruyorum. Bu odaların iç ve dış duvarları, yörede çakadura dedikleri türden, sıvalı ve ak badanalı; taban ve tavanlar ise ahşap oluyor. Odaların iki yanına birer kilim yayıyor; duvar diplerine de yeterince kilim yastığı diziyorum. Her yastığın önüne birer minder seriyorum.
Evin üç yanını çeviren balkon kenarlarına, bir metre yüksekliğinde korkuluklar ördürüyorum. Ön balkonun ortasına, yörede köşk diye adlandırılan, balkondan bir metre kadar yüksekte ve öne doğru çıkıntılı bir oturma yeri yaptırmayı da unutmuyorum. Böylece köşkün güzelliğini de eklemiş oluyorum, evin öbür güzelliklerine.
Üç yanı tarlalarla çevrili olan bu ev, kısa bir yaya yoluyla kuzey-güney yönünde uzayıp giden köy yolunun kenarındaki harmana, oradan da yola bağlanıyor. Kimi gelişlerimde bir süre, öndeki köşke serili düşsel minderlerden birine bağdaş kurup oturuyorum. Yanlara konulmuş halı yastıklarından birine yaslanıp, çevredeki eşsiz görüntüyü izliyorum.
Evin önündeki tarlalar, alçalarak uzayıp ta aşağıda, derenin berisindeki Kaynaklık’ta son buluyor. Derenin öte yakasında, ağır ağır yükselişe geçen Cami Mahallesi’nin meyve ve sebze bahçeleriyle çevrili büyük ve küçük ev toplulukları ve onları dört bir yandan çeviren buğday tarlaları; onların gerisindeki tepelerin eteklerindeki yeşillikler ve kayalıklar görünüyor.
Üstüne Dua Yazılı Yumurta ile Sıtma Tedavisi
O yılın yaz ortasında sıtmaya yakalanıyorum. Ne kinin ne de bir başka şey iyileştirebiliyor beni. Birileri, Kâhyagilin Emin Amca’nın, üzerine bir duanın yazılı olduğu bir yumurtayı pişirip yediğimde sıtmanın geçeceğini anımsatması üzerine, Nenem elime bir yumurta sıkıştırıp yakınımızdaki yol üzerinde oturmakta olan Emin Amca’ya gönderiyor beni.
Emin Amca’ya gidiyor ve durumu anlatıyorum. Emin Amca, yumurtanın üzerine bir duayı yazıp yumurtayı bana verişinden sonra Emin amcaya, “Sıtmanın okulda biz, sıtma yapan mikrobun vücudumuza girmesiyle ortaya çıktığını öğrendik. Bu dua sıtmayı nasıl yok edecek?” biçiminde bir soru soruyorum. Emin Amca, bu soruma şu yanıtı veriyor: “Eğer, üzerine dua yazılı bu yumurtayı yediğin zaman hastalığının geçeceğine inanırsan, bu yumurtayı yediğinde hastalığın geçer; inanmazsan geçmez. Bu yanıtla susturuyor Emin Amca beni. Ancak sıtmam, o yumurtayı yediğimde de geçmiyor, bir süre daha ve bana kinini içirmeyi sürdürüyorlar, bir süre daha.
Sorunlara Gerçekçi Yaklaşımı Erken Yaşta Öğreniyorum
Çevremde beni herkes sessiz, dingin, uyumlu bir çocuk olarak tanıyor. Oysa ben, her an, yer kabuğunu delip çıkmaya hazır bir volkan gibiyim. Her an, acılı yazgıma başkaldırmak geçiyor içimden. Ancak, bu başkaldırı isteğimi dizginlemekten başka umar olmadığını, daha o yaşımda kavramış bulunuyorum. Çektiğim acılara yenilmeden, onlara katlanmak gerektiğini düşünüyorum.
Doğru olan, acıyı göğüslemek ve yapabileceklerini başarmaya çalışmak. Bu direnci en çok, annemin güçlü ve dayanıklı kişiliğinden, sevgi dolu yüreğinden, aydınlatıcı söz ve davranışlarından etkilenerek kazandığımın bilinciyle gösteriyorum.
Annem, bütün yokluklara, yoksunluklara karşın beni okutmayı düşlerken, ilkokulu bitirdiğimi bile göremiyor. Ancak, bende öyle güçlü bir okuma dürtüsü oluşturuyor ki hiçbir yoksulluk ve yoksunluk, beni okuma tutkumdan vazgeçiremiyor. Bu güçlü istek, okuma kapısını sürekli açık tutuyor bana. Dahası, hangi nedenle olursa olsun, çevremdekiler de okuma konusunda beni destekliyor ve bu isteğimi artırıyorlar. Bunların başında, sınıf öğretmenim Ahmet Üstündağ, İsmail Aksoy ve Dayım yer alıyor.
Cılavuz Sınavı İçin Ardanuç’a Gidiyoruz
Cılavuz’un sınavını kazanmamızı İsmail Aksoy Öğretmenimiz de sınıf öğretmenimiz kadar çok istiyor. Bizi sınava o götürüyor. Sabahleyin köyden Ardanuç’a yetişemeyeceğimiz için, bir gün önceden bizi, Ardanuç’a yakın olan Hamurlu köyündeki kendisinin yeni kocaman evinde konuk ediyor. Ertesi gün bizi Ardanuç’ta sınava gireceğimiz ilkokula götürüyor. Sınav sonrası akşamı da evinde konuk ettikten sonra bizim köye getiriyor bizi.
Cılavuz sınavım iyi geçiyor. Ancak yine de kaygıyla bekliyorum sonucu. “Sınav bu; belli mi olur?” diyorum kendi kendime.
Doru Tay Düşüm
Vakit, ikindidir. Batıda gerilerdeki yükseltilerle ağaçların gölgelerinin boyu uzadıkça havanın serinliği artıyor. Güneş, sırtın arkasına geçmiş. Güneş, arkalardaki yamaçlara tırmanıyor. Buraya her oturuşumda, gerçek olmasını çok istediğim bir başka düşüm aklıma geliyor:
Bir doru tayım olsa; yaz günlerinin bu serin ikindilerinde sırtına atlasam doru tayın, onu şu ekilmemiş tarlada bir o başa, bir bu başa koşturup dursam!..
Doru tayı düşlerken uykuya dalıyorum. Bir de ne göreyim? Ekilmemiş tarlanın beri başında, güzel yelesi ve tüm sevimliliği ile o tay, başını yukarı kaldırmış, bana bakıyor! Sevinçten çıldırmak üzereyim! Yüreğim küt küt atmaya başlıyor. Tay, bir yandan bana bakıyor, bir yandan da başını aşağı yukarı sallıyor. Kısa kişnemelerle bana,
“Haydi, ne duruyorsun; gel, atla sırtıma, koştur beni!” der gibi.
Yerimden kalkıp tayın yanına gidiyorum. Tayın başını ve yelesini okşuyorum. Tay, başını koluma, göğsüme sürtüyor. Tayın sırtını sıvazlıyor, sonra yelesinden tutup sırtına atlıyorum. Ökçelerimi karnına dokundurur dokundurmaz, koşmaya başlıyor, çok geçmeden tarlanın öbür başına ulaşıyor. Tayın yelesini önce sola, sonra geriye doğru çekiyorum. Tayı şimdi de eve doğru koşturuyorum.
Yıllardır kurduğum düşüm çıkıyor. Bir o başa, bir bu başa koşturup duruyorum tayı. Tay koşmuyor, sanki kanatlanıp uçuyor. Yorulmak nedir bilmiyor.
Nice zaman sonra, “Artık yoruldu.” diye onu ahırın kapısına bağlamak istiyorum. Ancak, tayı bir türlü geri çeviremiyorum. Tay, dizgini zorlayarak batıya doğru koşmayı sürdürüyor. Sonunda işi oluruna bırakmak zorunda kalıyorum.
Hızla sırtın güneş vuran batı yüzüne geçiyor ve batmakta olan güneşe doğru sürdürüyor koşusunu. Batıda, gür bir ormanın başladığı yerde, çayırın ortasında durup biraz soluklanıyor, sonra yeniden konuşmaya başlıyor:
“Birlikteliğimiz burada bitmedi.” diyor. “Mademki seni mutlu etmeye karar verdim, asıl istediğin yere götüreceğim seni! O zaman, daha candan bir teşekkür edeceksin bana. Şimdi seni sınavını kazandığın Cilavuz’a götürüyorum.” diyor.
Ben, duraksıyor, kekeleyerek:
“Ama sınav sonuçları açıklanmadı! Yoksa kazanmış mıyım sınavı?”
“Kazanmışsın tabii; duymadın mı?”
“Doğru mu söylüyorsun; gerçekten duymadım.”
“Doğru söylüyorum!”
“Ama orası uzak değil mi; yorulmaz mısın?”
Doru Tay kararlı:
“Yorulmam, yorulmam!” diyor.
Dereyi, tepeyi, ovayı, ormanı uçar gibi geçiyor Doru Tay.
Sırtımda duyduğum bir ağrı ile uyanıyorum bu güzel düşün yer aldığı uykumdan. Uyurken biraz aşağıya doğru kaydığım için sırtım ağrımaya başlamış. Bir süre gerçekle düşü ayırt edememe yüzünden kendimi toparlayamıyorum. Bilincim iyice açılınca uyuduğumu ve o güzel düşü gördüğümü algılıyorum.
Çok geçmiyor, düşümde gördüğüm, gerçek oluyor. Ali Çelik, Asım Öztürk ve Servet Ertürk’le benim sınavı kazandığımız haberi geliyor köyümüze. O anda annemin o güçlü özlemi canlanıyor belleğimde. Sevincimle üzüntüm birbirine karışıyor. Ama gene de sevincim baskın çıkıyor. Dünyalar benim oluyor. Annemin beklediği de bu değil miydi?
Gelecek sayıda: Cılavuz Köy Enstitüsündeki üç yılımın öyküsü…