Bugün Yine Okul Var

Sayı 23- Prof. Dr. Oktay Hüseyin (Haziran 2009)

Bu yazının; yazarın Eğitişim Dergisi, Haziran 2009, Sayı: 23’de ‘EYVAH, SAAT DERSE BEŞ VAR!’ adıyla yayınlanmış yazısıyla beraber okunması önerilir. Bu iki yazı, aynı noktaya iki ayrı pencereden bakma çabası olarak değerlendirilebilir.

Saat akşamın sekiziydi ve birçok televizyon kanalında haberlerin bitip dizilerin başlayacağı saatlerdi… Emre de, beğendiği bu dizilerden birini o akşam izlemeyi çok istiyordu. Ama daralan zaman, kâbus gibi üzerine çöküyordu. Saatin saniye kolu hızla ilerliyor ve Emre’yi sıkıştırıyordu; böyle durumlarda, çocukluğunda annesinden dinlediği masaldaki kurdun önünde kaçan kuzuya benzetirdi kendini. Yatma saatine iki saat daha olsa da Emre, bu saatlerde zamanın çok çabuk aktığını ve hatta günün en hızlı geçen zamanın bu iki saat olduğunu düşünürdü. Hafta içi her akşam düzenli olarak bu saatlerde yatar ve birkaç sayfa bir şey okuduktan sonra uyurdu. Ertesi sabah yine okula gitmek zorunda olduğunu bilmek çok zor gelirdi bazen Emre’ye ve televizyon kanalları arasında gezinerek sıkıntısını dağıtmaya çalışırdı. Bir takım muziplikler yapınca da babası, bu saatlerde haylazlığının arttığını söylerdi. Neredeyse her akşam, erken kalkma zorunluluğunu bahane ederek duygu sömürüsü yapar, uzaktan kumanda aletini eline geçirir ve sık sık kanal değiştirerek annesini zıvanadan çıkarırdı. Bir tür döngü içinde, “şımarıklık yap, kızsınlar, yüzünü as, alttan alıp gönlünü yapsınlar, sonra yine şımarıklığa devam…”

Niye böyle davrandığına ilişkin anne babasının çeşitli ‘teorileri’ olduğunu bilirdi Emre; onlar bu davranışları; bazen şımarıklığa bazen saygısızlığa bazen de uykusunun gelmiş olmasına bağlarlardı. Oysa gerçek sebep bunların hiç biri değildi. Anne babası, akşamın bu saatlerinin dışında Emre’nin şımarık veya saygısız olduğunu nadiren düşünürdü; aksine, her fırsatta iyi bir çocuk olduğunu ‘dosta düşmana’ söylerlerdi. Bu nedenle, bu yorumları onu incitmez ve hatta içten içe hınzırca gülerdi bu duruma. Davranışlarının gerçek sebebini onlara nasıl söyleyebilirdi ki? Hangi anne veya baba, Emre’nin söylemeye cesaret edemediği ‘gerçek’ sebebi anlayışla karşılardı? Bir ara gözleri ekranda takılı kaldı… Hatta ekranı delen ve boşlukta asılı kalan bakışlardı bunlar. Sonra, odadaki sesler, bir uğultunun içinde kayboldu ve kendini okulun önünde buldu.

Emre okulun bahçesinden içeri giriyordu… Her zamanki gibi keyifsiz ve yüzü asıktı. İtilerek götürülüyordu sanki… Okulun bahçesinde koşuşan çocukların neşeleri yoktu; sanki coşkusuz bir oyundaydılar. Emre’nin omuzları da ağır yük taşıyormuş gibi sarkıktı. Her sabah bahçede yapılan sabah ‘içtiması’ bitmiş ve öğrenciler binalara girmişti. Bahçede halen öğrenciler vardı; bazıları kendisi gibi ağır ağır yürürken bazıları koşuyordu. Emre, koşmada hiçbir anlam görmüyordu. Toplam yirmi yedi basamakla sınıfının bulunduğu kata çıkacak, denk gelirse nöbetçi öğretmenin geç gelen öğrencilere savurduğu hakaretlerden payına düşeni alacak ve sınıfına girecekti. Sekiz yıldır bu hep böyle olmuştu… Özellikle okula ilk başladığı yıl, ne kadar zorlanmıştı. Derse geç kalınca korka korka bahçeden geçer ve nöbetçi öğretmene denk gelmemek için dua ederdi. Oysa henüz okula gitmediği dönemlerde okulu sevmeyi ummuştu ama öyle olmadı. Şimdi okulda tanıdığı bütün öğretmenlerin asık yüzlü olduğunu düşünüyordu; özellikle de bahçede karşılaştıklarının. Öfkeli bir tonda konuşuyor ve sebepli sebepsiz öğrencileri azarlıyorlardı. ‘Acaba evde de böyleler mi?’ diye sormaktan kendisini alamazdı Emre. Birinci kademedeki sınıf öğretmeni Hale Hanım da farklı olmamıştı. Hale Hanım, derslerde zaman zaman gülümsemiş olsa da, bu gülümseme hiç sıcak gelmemişti Emre’ye; hiç annesinin gülümsemesi gibi olmamıştı. Hep derslerden, testlerden ve yaptıkları yanlışların ne kadar pahalı bedeller getirebileceğinden bahsetmişti. Birisinin yaptığı şakaya tüm sınıf gülse bile, o tebessüm etmekten bile kaçınırdı. Beş yıl böyle geçmişti ve sonra üç yıl daha. İkinci kademe için de iyimser beklentileri olmuştu; çok sayıda öğretmeni olacağı için, en azından bazı öğretmenlerinin olumlu tutumlarının olacağını ummuştu. Ama öyle olmadı. Türkçe ve Matematik gibi ona zor ve bazen de sıkıcı gelen derslerin öğretmenleri, hep kendi derslerinin önemi vurgular ve daha çok test çözmenin faydasından bahsederlerdi. Resim ve Beden Eğitimi gibi daha çok sevdiği derslerde ise öğretmenler onları ‘serbest bırakır’ ve onlar da ya kendi hallerinde bir şeyler yapar ya da sınavlara hazırlık amacıyla test çözerlerdi. Fiilen yapılmayacaksa, bu derslerin programa neden konulduğunu sıkça merak etmiş ama çocuk aklıyla bir cevap bulamamıştı.

Okula nadiren istekle gitmişti o güne kadar. Aslında sorumsuz veya tembel bir öğrenci de olmamıştı hiç ama okulu çok sevimsiz bulmuştu. Okulun fiziksel yapısı değildi sorun olan; insanlar soğuktu… Müdür, müdür yardımcıları, nöbetçi öğretmenler ve daha kötüsü kendi öğretmenleri soğuktu. Hiç birinin kendine, annesinin veya babasının baktığı gibi baktığını görmemişti. Sadece emir veriyor ve yasaklar koyuyorlardı. Her şeyi bilen kişilerin edasıyla akıl veriyor ve hep daha iyisini istiyorlardı. Sınavlarda doksan- doksan beş alan öğrenciden bile daha iyisini bekliyorlar ve buna da teşvik veyamotivasyon diyorlardı. Ayrıca, Emre’ye göre öğretmenin bu ‘boğucu’ tutumu, çoğu anne babadan destek de buluyordu.

Emre duyarsızca sınıfının bulunduğu kata çıktı; koridorda öğrenciler vardı ve öğretmenler henüz gelmediğinden sınıf kapıları halen açıktı. Sınıfına girdi ve genelde oturduğu sıraya doğru yürüdü. Birileri ona çarptı veya o birilerine; önemsemedi bile. Yerine oturdu. Gürültünün ortasında öğretmeni veya bir başka deyişle günlük ‘işkencesini’ beklemeye başladı. Bir süre sonra öğretmen göründü. Sınıfa hiç bakmadan masasına yöneldi ve kitaplarını masanın üzerine bıraktı. Sonra sandalyesine oturup dışarı bakmaya başladı. Her zaman yaptığı gibi, bir süre öyle kaldı. Belki de öğrencileri etkilemek amacı taşıyan bu duruş, öğrencilerin öğretmeni taklit etmesine neden olurdu hep ve gıyabında öğretmenle dalga geçerlerdi. Öğrencilerin üzerinden geçen bakışları, önce karşı duvara asılı kaldı ve sonra diğer duvarları taradı. Sınıf defterini karıştırdı bir süre; ilginç bir şey görmüş gibi yaptı birkaç defa ve deftere eğildi. Vakit geçirmeye çalıştığı çok açıktı. Eziyet çekiyormuş gibi bir ifade vardı yüzünde ve hiç mutlu görünmüyordu. Henüz günün ilk dersinde yaşanmaya başlanan bu eziyet nasıl tamamlanırdı?  Neredeyse bütün öğretmenlerinin mutsuz olduğunu düşündü Emre; “Bu kadar mutsuzlarsa, neden öğretmenlik yapıyorlardı ki?” Bu arada bazı öğrenciler kendi aralarında konuşmaya devam ediyor, öğretmen ise dalgın bakışlarla duvardaki panoya bakıyordu. Ali Bey yine öğrenciyle göz göze gelmemeye çalışarak ayağa kalktı ve “Kitaplarınızı açın” dedi. Bunun üzerine öğrencilerin çoğu susup zaten açık olan kitaplarına bakmaya başladılar.

Emre, “Oğlum, meyve yemiyor musun?” diye soran annesinin sesiyle irkilerek, yüzündeki çocuksu bir tebessümle kendine geldi. Saate baktığında yatma vaktine bir saat daha olduğunu gördü ve uzandığı kanepeden aşağıya kayarken, ‘Baba, bir el satranç oynayalım mı?” diye sordu…

Ertesi gün erken saatte eziyetle yürütülen okul hazırlıklarında Emre için yeni olan hiç bir şey yoktu. Neredeyse hiçbir bireysel tercih yansıtmayan kıyafetler giyilecek ve okul çantası gözden geçirildikten sonra, her sabah ailecek tekrarlanan davranışlarla evden çıkılacaktı. “Hadi, geç kalıyoruz!” dedi evin daha kalın sesli ebeveyni. “Neye geç kalıyorsak? Bugün keşke tatil olsaydı!” diye geçirdi içinden Emre. Haftayı böldüğü ve okulu daha ‘katlanılır’ kıldığı için hafta içine denk gelen tatil günlerini çok seviyordu. Neredeyse her sabah tekrarlanan bir kurgu içinde bir takım olayların gerçekleşmesini seyretti yine. Kapı aceleyle kapatılırken düşürülen veya içerde unutulan eşyalar, kendi kendine kızan anne veya baba, binadan çıkarken çoktan koşuşturmaya başlamış olan kapıcıyla selamlaşmalar… İyi bir eğitimin önemini anlatırken, babası Emre’ye dolaylı olarak bu tür işlerde çalışan insanların sıkıntılarından bahsederdi. Emre bunun bir taktik olduğunu biliyordu aslında ve anne babasının beklentilerini de yadırgamıyordu. Hatta önerilerini önemsiyor ve elinden geleni yapıyordu. Ama onların da, “kendisinin elinden geleni yaptığını” fark etmelerini ve kabullenmelerini bekliyordu. Galiba yetişkinler; ‘elinden geleni yapmak’ ifadesinin bir sınırlılığa işaret ettiğinin farkında değillerdi. Bir yandan da okul denen şeyin, kendi üzerindeki etkisini tebessümle hatırladı ve okulun; çocuklara yaşattığı coşku ve neşeye ilişkin atılan nutukların gerçek olmadığını düşündü. Genel olarak okumayı,  bir şeyler öğrenmeyi veya tartışmayı seviyordu ama okulda eziyet çekiyordu; okula başladığı ilk günlerden beri de böyle olmuştu.

Emre, evden çıktıktan birkaç sokak sonra anne babasından ayrılarak okula yöneldi. Yürüyerek beş on dakikada gidiliyordu okula. Yoldaki ayrıntıları çok iyi biliyordu. Her sabah okul yolunda, dikkatini çevredeki ayrıntılara yoğunlaştırır ve okulla ilgili konuları düşünmemeye çalışırdı. Okul nasılsa kaçınılmaz sondu. Sol taraftaki manavı ve meyveleri yerleştiren orta yaşlı adamı inceledi. Manav bu sabah da somurtkandı; belki o da, öğretmenleri gibi, yaptığı işi sevmiyordu. Sonra ayakkabı mağazası ve köşedeki butik… Aşina tabelaları okudu ve her gün gördüğü anne babaları gördü yine. Çocuklarının heyecansızlığı, onları okula bırakan anne babaların bakışlarına tedirginlik olarak yansıyordu.

Emre bu sabah okula biraz erken varmıştı. Servis araçlarının ve öğrencilerin arasından okulun bahçesine girdi. Her sabah yaptıkları gibi önce bahçede toplanıp sonra topluca sınıflara çıkacaklardı. Kendi sınıfının bulunduğu kısma gidip erkek öğrencilerden birine yanaştı. Belli belirsiz selamlaştılar ve zoraki bir gülümseme belirdi her ikisinin de yüzünde. Şimdi müdür yardımcılarından biri mikrofonu alacak ve neredeyse sekiz yıldır dinledikleri nutkun bir benzerini daha atacaktı. Konuşmacının kendisi de; öğrencilerin onun söylediklerini önemsemediğini veya dinlemediğini bilirdi; hem öğretmenler hem öğrenciler için bu sadece bir törendi ve her sabah yapılması gerekiyordu.

Törenden sonra gruplar halinde dersliklere gidilirken sadece küçüklerin seslerinde bir parça heyecan hissediliyordu; diğerlerinden ya hiç ses çıkmıyor ya da sızlanıyorlardı. Emre de arkadaşlarıyla birlikte merdivenleri çıktı ve koridoru geçerek sınıfına girdi. Çantasını masasının üzerine bırakıp oturdu, uyuyacakmış gibi başını çantasının üzerine koydu. Öğretmeni veya daha doğrusu kaderini beklemeye başladı; gene ölesiye sıkılacaktı. İlk iki ders İngilizce idi ve derse Ali Öğretmen girecekti; onlar sınıfta hiç yokmuş gibi pencereden dışarı veya duvarlara bakarak ders anlatmasını dinleyecek veya dinliyor gibi yapacaklardı.

Biraz sonra koridordaki sesler azaldı; bu da öğretmenin birazdan sınıfta olacağı anlamına geliyordu. Tahmin ettiği gibi kısa bir süre sonra Ali Öğretmen sınıftaydı. Saygısızlık olmaması için, Emre başını kaldırdı ve sol kolunu başına destek yaptı. Hiçbir merak hissi içermeyen bakışlarla öğretmene baktı ve bir tuhaflık sezdi. Öğretmen, masaya oturmadı bu defa ve pencereden dışarı da bakmıyordu. Bu sıra dışı bir şeydi; Emre hafiften yerinde kımıldadı, elini başının altından çekti ve dik oturdu. Dikkatle öğretmeni takip ediyordu ve davranışlarına anlam vermeye çalışıyordu. Öğretmen, daha önce hiç yapmadığı bir şey daha yaptı; bakışlarını öğrencilerin üzerinde gezdirirken, onların arasına doğru yürüdü. Sınıfın arkasına varınca yüzünü tahtaya döndü ve elini bir öğrencinin omzuna koyarak ürkek bir tonda “Günaydın çocuklar!’ dedi. Emre şaşkınlıkla arkadaşlarına bakınca şaşkınlık içinde olanın, sadece kendisi olmadığını fark etti. Diğerleri de ilgiyle öğretmeni takip ediyor ve neler olup bittiğini anlamaya çalışıyorlardı. Önceki günlerin tersine, sınıfta neredeyse çıt çıkmıyordu.

Ne Emre ne de diğer öğrenciler; öğretmenler odasında yaşanan küçük bir deneyimin, Ali Öğretmen üzerinde böyle bir etki yaratabileceğini bilebilirdi. “Her ne olmuşsa, iyi ki olmuş!”  diye düşündü Emre… Ali Öğretmen o sabah yaşadığı basit bir olayın etkisiyle; hemen yanındaki insanları ihmal ettiğini veya olayları görmezden geldiğini, bunu yaparken de hep başkalarını suçlayıp kendini masum saydığını fark etmişti… Öğretmendeki bu değişimin, Emre’ye yeni bir ivme kazandırıp kazandırmayacağı bilinmez ama birçok öğrencinin daha, onun gibi incinmesine engel olacağı umulabilir.

Burada anlatılanlar bir kurgudur elbette; ama tanıdık bir kurgu. Bazılarımızın öğretmen olarak, çoğumuzun da öğrenci veya anne baba olarak gözlemlediğimiz anlardan oluşmuş çok küçük bir kurgu. Geri dönüp de eğitim hayatımıza bir göz attığımızda; özlemle, gururla, öfkeyle veya üzüntüyle hatırlayacağımız ne kadar çok şey yaşamış olduğumuzu görürüz. Ama bu yaşantıların herhalde hiç biri; bir öğretmenin omzumuza sevgiyle dokunan eli veya ‘aferin’ diyen sıcak bir bakışı kadar etkili olmamıştır. Bu yüzden birçoğumuz, ilk defa onlara âşık olmuşuz ve en çok da onlara kırılmışız.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir