1944’te, Sovyetler Birliği’nin Gürcistan SSC Ahıska bölgesinden sürülmüş Türk nüfus 80 yıldır Ahıska’daki köylerine dönemiyor ve Sovyetler devleti dağılınca bu sürgün halk, 9 devletin engin arazilerine dağılmış durumdadır. Bugün bağımsız olan Gürcistan’da Türklerin Ahıska’ya dönüşü açısından başlıca engel elbette ki belirli çevrelerin Türklere karşı açıkça şoven tutumudur. Üstelik Türklere karşı faşizan tutum, çok eskiden beri Gürcü akademik çevrelerde de görülmektedir. Gürcü tarihçiliğinde Türk karşıtlığı, bilimle alakası olmayıp ilkel milliyetçilik hastalığıdır ve ayrı bir araştırma konusudur. Biz sadece bu hususta haddini aşan bir yayından bahsetmek istiyoruz, çünkü bazı Gürcü tarihçileri Ahıskalı Türkler mevzusunda tam bir paranoya ortaya koymaktadırlar.[1]
Ahıska kentindeki Samtskhe-Cavakhetiya Devlet Üniversitesi Öğretim Üyesi Tina V. İvelaşvili, bu hususta ahkam kesen yeni tarihçilerden olup Rusça makalesinde meseleyi neredeyse hezeyan derecesine vardırmıştır: “Tarihi belgeler ve etnografya materyallerinden açıkça görüldüğü üzere, Ahıska bölgesinde Müslümanlaştırılmış Gürcüler değil, başlıca olarak 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl başlarında buraya göç etmiş değişik Müslüman aşiret ve grupları çoğunluktaydı. 20. yüzyıl başlarında araştırmacı Aleksandr Froneli, Vardziya’nın demir çember içindeymiş gibi Müslümanlarla kuşatıldığını kaydederek bunların Türkler veya kardeş Acarlar değil, korkunç Terekemeler, Poşalar, Mütrüfler olduklarından yakınmaktaydı”[2]
Bu cümle kendi başına hasta bir beynin ürünüdür, çünkü sağlıklı insan, bilimsel makalede insanlar için böyle dil ve üslup kullanmaz ve kullananı da kesin şekilde tekzip eder. T. İvelaşvili ardından şöyle yazmaktadır: “1937’de SSCB Genel Nüfus Sayımı çerçevesinde Ahıska bölgesindeki sayımın veri ve istatistikleri eksik ve hatalı sayılmış, 1939’da yeniden sayım yapılmıştır. Fakat bu sefer milliyet belirlemek için genetik ve tarihsel faktörler tamamen ihmal edilmiş ve sayım sırasında vatandaşlar etnik kimliklerini kendileri söylemişlerdir. Müslüman halk, bir kez daha etnik aidiyetini tespit etmiş ve kendisini Türk (Azerbaycanlı) olarak benimsemiş ve resmen kesin şekilde Gürcü kökeninden vazgeçmiştir. Elbette ki bu gerçeği, hükümet tehlikeli eğilim olarak algılamıştı. Ahıska bölgesinde Müslüman nüfusun çoğu etnik kökenine bakmaksızın din ve etnik aidiyet açısından Türkiye ile özdeşliğini beyan etmekle kalmamış, hem de gizli siyasi iradesini, Türk devletine sempatisini ve onun kendisini savunacağı ümidini ifade etmişti” (s. 165-166). Peki, yazarın mantığına göre Ahıskalı Türkler ne yapmalıydılar ve Gürcü oldukları yalanını söyleselerdi, tarihin gerçeği değişecek miydi? Kaldı ki Gürcistan’da ve ülke genelinde 1937 Nüfus Sayımın organizasyonunda görev alan yetkililerin çoğu tasfiyeler sırasında idam edilmiştir, fakat yazarımız nedense bunu kaydetmemiş. Sovyet devletini nasıl bir cehennem olduğunu ortaya koyan bu uygulama ve tekrar sayım yapılması bizi şaşırtmıyor, çünkü Stalin rejimin ne olduğunu gayet iyi biliyoruz. Bu rejimin keyfi şekilde halklar, milletler, ırklar, uluslar uydurup sınırlar çizdiğini de biliyoruz ve 1938’deki Azerbaycanlı uydurması da bunun bir örneğidir. O tarihe kadar Türk (Rusça Tyurk- yani Türkiye Türklerinden olmayan Türk) sayılan halk bir tek kararla anında Azerbaycanlı diye tarif edilmişti ve Ahıskalı Türkler, bu halktan saymışlardı.
İvelaşvili bizi aydınlatmaya devam ediyor: “Siyasi eğilimi belirleme çalışmaları, yeterince organize şekilde yapılmıştı. Gürcistan Komünist Partisi Merkez Komitesinin 15.06.1937 tarihli kararıyla sayımdan önce değişik uzmanlardan oluşan heyet, Ahıska bölgesinde durum tespiti yapmış, yerel bazda halkın etnik kimliği üzerine sorular yöneltilmişti. Resmi olmayan bilgilere göre, halka Gürcü olarak kaydedilmeleri önerilmişti. Heyette Gürcistan SSC Bilimler Akademisi Asıl Üyesi Prof. Dr. S. Canaşiya da yer alıyordu. Onun anlattığına göre, heyet Ahıska bölgesinde köyleri ziyaret etmiş, Müslüman halkla görüşmeler yapılmış, etnik kimlik sorulmuş ve insanlara Gürcü olarak kaydedilmeleri teklif edilmişti. Bu teklif halk tarafından kesin şekilde reddedilmişti. M. Beridze, Müslüman halkın kimliklerinde veya sayım bültenlerinde Gürcü yazılmaya nasıl karşı çıktığına ilişkin birçok olaydan bahsetmiştir. Onun haklı ifadesine göre, söz konusu heyet çalışmasının amacı, Müslüman halkın önceki öz dinine dönmesi için imkan olup olmadığını ve onlara siyasi açıdan güvenilip güvenilemeyeceğini tespit etmekti.” (s. 166).
Enternasyonalizmi şiar edinmiş ve ırk, dil ve din farkı gözetmeksizin yeryüzünde emekçilere cennet vaat eden Sovyet (Bolşevik) Stalin rejiminin Ortaçağ kafasıyla sıradan köylülerin dil ve diniyle uğraşması, ayrı bir barbarlık örneğidir. Gürcü soyadı taşıyan Müslümanlar bile sayım sırasında Gürcü değil, Türk olduklarını söylüyorlarmış ve dolayısıyla yazara göre, Gürcü halkı bunu kabul edemezdi. Bu arada Gürcistan’ın ünlü tarihçi ve etnografyacısı S. Canaşiya’nın[3] halkımız hakkında en fazla masal uyduranlardan biri olduğunu da kaydetmek gerekir. 1945’ten itibaren Türkiye’den tarihi Gürcü topraklarının geri verilmesi talebiyle yazılmış ünlü makalenin yazarlarından biri olduğunu da unutmayalım. Burada adı geçen Merab Beridze ise Ahıska’daki üniversitenin rektörlüğünü yapan tarihçi olup, 2014’te Bursa’daki konferansta yaptığı konuşmasında Ahıska bölgesinde tarih boyu Anadolu Türkü olmadığını söyleyen zattır. Öyleyse Ahıskalılar İslam dini ve Türkçeyi gece rüyalarında mı öğrendiler ve bir sabah Müslüman Türk olarak mı uyandılar?
İvelaşvili, derin analizini sürdürüyor ve düşman imajı oluşturmaya devam ediyor. Ona göre, 2. Dünya Savaşı sırasında Ahıska bölgesinde Müslüman halk, Türkiye’ye bağlılığını ve rağbetini saklamıyordu, hatta imkan dahilinde Sovyet ordusu saflarından firar ederek Türkiye’ye kaçıyor veya ormanlarda Sovyet karşıtı çeteler oluşturup eşkıyalık ediyordu. Ancak yazar, 2. Dünya Savaşı sırasında 14 bin Ahıskalı Türkün Kızıl Ordu saflarında cephelerde Almanya ile savaşırken yaşamını yitirdiğini unutuyor veya utanmadan arsızca göz ardı ediyor. Bölgedeki Müslümanların Sovyet devleti ve Gürcüler için Türkiye yanlısı güvenilmez halk olduğunu yazıyor İvelaşvili. Peki, bu güvenilmez insanların Sovyet ordusuna askere alınıp savaşa gönderilirken nasıl olup da güvenilir sayıldıklarını neden açıklamıyor?
Yazar Hanımefendi, eksik olmasın – Ahıskalı Türkler hakkında düşündüklerini ve Sovyet resmi mercilerinin iğrenç provokasyonlarını açık şekilde beyan etmektedir: “…Savaşın ardından Sovyet hükümeti, Türkiye idaresinde bulunan tarihi Gürcü topraklarını geri almayı planlıyordu. Bu nedenledir ki devlet, Müslüman halkın güvenirliliğini kontrol ediyor ve onların köylerine kendi elemanlarını gönderiyordu. Örneğin, sürgünden birkaç ay önce 60 kadar ajan ÇK[4] görevlisi bölgeye cepheden firar etmiş kişilermiş gibi gönderilmişti. Vale köyünde bunların birkaçı, mizansen kurup ahır ve saman ambarlarında saklanıyor, gizlice köylüleri Sovyet devletine karşı kışkırtıyorlardı. Onlar kısa süre sonra Türkiye’nin Sovyetler Birliği’ne karşı savaş açacağını, dolaysıyla silah olanların ve gönüllülerin kendileriyle birlikte örgütlenmelerini teklif ediyorlardı. Bu çağrılardan sonra çok sayıda Müslüman, yıllarca sakladığı silahlarını (tüfekler ve makineli tüfek) getirmiş, Türkiye’den yana olduğunu ve Türkiye’ye hizmete hazır olduğunu bildirmişti. …Kobliyan[5] deresi köylerine gelince, orada İslam’ı kabul etmiş ve önceki dönemlerde defalarca Gürcü halkını perişan etmiş fanatik halk oturmaktaydı. Bu Müslümanlar açıkça Türkiye yanlısıydı ve savaşa başlayınca Gürcüler onlardan endişe ediyorlardı ve saldıracakları korkusu içindelerdi” (s. 167).
ÇK, yani Sovyet güvenlik mercileri her zaman yaptıklarını elbette yapıyorlardı ve halkın içinde provokasyonlar da Stalin rejiminin klasik yöntemiydi. Ancak bunları yazan İvelaşvili nedense şu soruyu sormuyor: Silah tutabilen erkeklerin tamamı cephelerde savaşırken, acaba Ahıska bölgesinin Müslüman köylerinde kalmış ihtiyarlar, kadınlar ve çocuklar acaba hangi silahlarını getirmişlerdi ve bu zavallılar, devlet ve Gürcüler için nasıl bir tehlike oluşturuyorlardı? Böylesine iğrenç yalanla yazar bütün itibarını ve saygınlığını kaybettiğinin farkında bile değil.
Erkekler Sovyet ordusu saflarında Almanya ile savaşırken Ahıska’daki köylerde kalmış yaşlı, kadın ve çocukları güya Türkiye’den kaynaklanan tehlike bağlamında devletin güvenliği için sakıncalı gören Stalin rejimi, bu insanların sürülmesine ilişkin Kararı, acaba neden 1941-1943 yıllarında değil de artık savaşın sonucunun kesinleştiği 31.07.1944 tarihinde kabul etmişti? O sırada artık Batı Avrupa’da müttefikler tarafından İkinci Cephe açılmıştı, Sovyet orduları Doğu Avrupa’ya girmişlerdi ve tarafsız Türkiye’nin o şartlarda Almanya tarafında savaşa girme olasılığı sıfırdı. Savaş zaferleriyle havaya girmiş ve engel tanımaz zalime dönüşmüş Stalin rejimi, bu sürgün Kararını Tiflis’teki sinsi ve fırsatçı Türk-İslam düşmanlarının tahrikiyle kabul etmişti ki, dolayısıyla çocuk kandırırcasına masal anlatmaya da gerek yoktur.
T.İvelaşvili makalenin evvelinde, Müslümanlaştırılmış Gürcülerden bahsederken sürülen halkla ilgili istatistikleri verirken Türkler ve Azerbaycanlılardan söz ediyor, ilkel etnik ayrımcılığını da saklamıyor, bununla birlikte asılsız iddialarla uydurmaya ediyor: “Dinini değiştirmiş Gürcü nüfusun çoğu, 1944’te bilinç, inanç ve zihniyetine göre artık Türk idi ve göçe tabi tutulmayı gönüllü olarak tercih etmişti. Bunların gerçek olduğu, Hıristiyan ve Müslümanların birlikte oturdukları köylerde sürgünden birkaç gün önce toplantılarda yaşananlar ortaya koymaktadır. Dinine bakmaksızın her köylüye gönüllü olarak Müslüman Türk veya Hıristiyan Gürcü olmak teklif edilmişti. Sadece Türkler, Terekemeler ve Kürtler değil, bazı münferit aileler dışında eskiden Müslümanlaşmış Gürcülerin bile çoğu, Türk Müslüman olduğuna karar verip böylece kendi kaderlerini kendileri belirlemişlerdi; onlar dinine sadık kalıp vatansız kalmayı tercih etmişlerdi ve onların çocukları hala pişmandırlar” (s. 168).
Oysa Ahıskalı Türklerin sürülmesi hakkında artık çoktan yayınlanmış resmi arşiv belgeleri, halkın sürülmesiyle ilgili operasyonun bütün detayları, resmi emirler ve talimatlar, yazarın bu tercih ve seçim yapma konusu hakkında yazdıklarının asılsız yalan olduğunu açıkça ispatlamaktadır. Hem şu soru daha önemlidir: Yazarın fikrince, bir vatandaşa din tercihi yapmasını teklif etmek ve yaptığı tercihe göre de vatanında kalmasına veya sürülmesine karar vermek nasıl bir devlet politikasıdır ve bu vahşi uygulama, 20. yüzyılda Sovyet devletinde mi yoksa Ortaçağda Engizisyon İspanya’sında mı gerçeklemiştir? Demek ki Stalin rejimi, için anayasa, Sovyet yasaları, enternasyonalizm, emekçi halk devleti lafları sadece kandırmaca olup İvelaşvili gibi mantığa sahip faşistlerin devletiydi. İvelaşvili’ye kalsa, sürgünle ilgili resmi Karar ve emirler tam olarak ve ayrıntılarıyla yayınlanmamıştır, halbuki konuya ilişkin arşiv belgeleri yayınlanalı nerdeyse 35 yıl oldu ve bunları hiç hesaba katmayan yazar, bu keyfi iddia ile komik duruma düşmektedir.
Öte yandan, sürülmüş Ahıskalı Türkler sorununun farklı boyutları araştırılırken ve yayınlar yapılırken yazarın iddiasına göre, hep sürülenlerin görüşleri dikkate alınmakta, Ahıska’daki yerli halkın fikri sorulmamaktadır. Ne var ki sürülmüş halkın dönüşü yerli nüfusun haklarının ihlal edilmesi demek değildir ve yazar açıkça popülist ve demagojik söylem peşindedir. Hem yazarın da iyi bildiği gibi Türkler sürüldükten sonra, bölgeye Gürcistan’ın başka ilçelerinden Gürcü köylüler iskan edilmiştir ve bugün Ahıska bölgesindeki Gürcülerin yüzde yirmisi bile yerli değildir, bölgedeki Ermenilerin de oraya 1829’dan sonra Erzurum, Bayburt, Van ve Kars’tan getirilip iskan edildikleri çoktan bilinmektedir. Dolaysıyla onların fikrini sormanın neyi değiştireceği ve ne kadar işe yarayacağı zaten bellidir. Kaldı ki hak, adalet, hukuk ve Gürcistan anayasasında açıklanmış evrensel ilkeler, T. İvelaşvili için hiçbir anlam taşımıyor olacak ki bu kadar keyfi düşünce tarzını benimsiyor.
İvelaşvili, 1970’li yıllardan beri Türkiye etnik sorunlarını araştıran Moskovalı Rus etnografyacı ve tarihçi D.Y. Yeremeyev’in görüşüne katıldığını belirterek şöyle yazıyor: “D.Y. Yeremeyev’in haklı tespitine göre, Meskhetyalı (Ahıskalı) Türkler, Türkiye Türklerinin Gürcistan’ın güneybatısındaki Meskhetya bölgesinde oturan alt etnik gruptur ve 1944’te bölgeden Türkler olarak sürülmüşlerdir. Onların yüzde 75’i 18.-19. yüzyıllarda bölgeye gelmiş yabancı Müslüman unsurlardan ibaretti ve genetik olarak onların Gürcülerle ve Gürcistan’la hiçbir ortak yanı yoktu. Onların daimi olarak bölgeye iskan edilmeleri, Türkiye’nin bilinçli politikası olup hedef, yerli Gürcü halkının etnik kimliğini ve özgünlüğünü yok etmekti” (s. 168). İyi de sürülenlerin Türk olduklarını zaten biliyoruz ve asıl sorun şudur ki İvelaşvili gibi şoven Gürcülerin Türk düşmanlığı, tartışma veya çözüm için hiçbir zemin ve imkan bırakmıyor. Bu arada Yeremeyev’in de otorite olduğu epeyce tartışmalıdır,[6] üstelik 18.-19 yüzyıllarda bölgeye Müslüman nüfus gelmemiştir, tam tersine bölgeden Osmanlı topraklarına aralıksız göç olmuştur.
Yazarın fikrince meselenin Türkiye boyutu da var: “Bu açıdan genetik hafızalarını, 75 yıl önce Samtskhe-Cavakhetiya bölgesinden sürülmüş Müslüman Gürcüler değil, üç-dört yüzyıl önce Kahetya’dan İran’ın Fereydan bölgesine sürülmüş Gürcüler ve halen Türkiye’de kendi tarihi topraklarında oturan ve asırlar önce dinlerini değişmeye mecbur edilen fakat mantalite ve bilinçlerini koruyan Gürcüler muhafaza etmişlerdir. Onlar bugün de (en azından aile içinde) Gürcüce konuşmaktadırlar” (s. 169).
Yazar, konu bağlamında ırkçı ve açıkça hukuka aykırı “ilginç” açıklamalar yapmakta ve son derece “zekice” tezler öne sürmektedir. Buna göre, 1999’da Şevardnadze yönetimi, halkın ve ülkenin çıkarlarına tamamen ters düşmesine rağmen Avrupa Konseyi Baskısına boyun eğerek saçma taahhüt altına girmiş ve 1944’te sürülmüş halkın geri dönüşü konusunda kapıları açmayı kabul etmiştir. İvelaşvili, “yaklaşık 4 milyon (?) Gürcü’nün iş ve aş için yurt dışında çile çektiği halde, Gürcistan’ın bu insanların vatanlarına dönüp normal yaşamalarını sağlamak yerine, dinini değiştirip etnik bilincini çoktan kaybeden ve 1944’te Ahıska bölgesinden sürülenlerin geri dönmeleri” konusunu ele almasına itiraz etmektedir. Ancak yurtdışında çile çeken Gürcüler 4 milyonsa, Gürcistan’da neredeyse nüfus kalmamış olacak. Gürcistan hükümetinin Avrupa Konseyi ve diğer uluslararası kurumlarda üstlendiği yükümlüklerle uğraşmasını ise yazar, gaflet olarak görmektedir: “Avrupa Konseyi gerekli gördüğünde Gürcistan’ı bu taahhütlerinden dolayı uyarmaktadır. Ardından siyasi partiler, belirli çevreler STK ve derneklerde Ahıskalı Türklerin dönüşü, entegrasyonu ve benzer meseleler gündeme gelmekte ve uluslararası kuruluşlardan gelen yüklü miktarlarda paralar ne olduğu bilinmeyen çalışma ve aktiviteler çerçevesinde birilerinin cebine girmektedir” (s. 169).
Derken T. İvelaşvili, insan hakları savunucusu olduğunu belirttiği G. Tevzadze’nin görüşüne yer vermektedir: “Müslüman nüfusun sürülmesine ilişkin karar, Sovyetler Birliği merkezi yönetimi tarafından, Gürcistan makamlarıyla mutabakata varılmaksızın oybirliği ile kabul edilmişti. Avrupa Konseyi ve uluslararası kurumların yaklaşımı ilginçtir. Sovyet merkezi hükümetinin tek başına aldığı kararın sonuçlarını ortadan kaldırma taahhüdünü onlar neden Gürcistan’a yüklüyorlar?” (s. 169). İnsan hakları savunucusu bu kadar önyargılı ve haksız zırvalamalarla milliyetçilik yaparken şunu unutuyor: Sürgün Kararının bütün ön hazırlıkları, ideolojik, siyasi ve sosyoekonomik bütün boyutlarıyla birlikte altyapısı SSCB’nin İkinci adamı L.P. Beria’nın güdümünde dönemin Gürcistan parti yönetimi tarafından sağlanmıştı. Kaldı ki Avrupa kurumlarının şartı, sürülmüş Ahıskalıların vatanlarına dönüşü için Tiflis’in uygun hukuki ortamı ve yasal düzenlemeler sağlamasıdır ve Gürcistan’a yüklenen hiçbir maliyet veya haksız masraf söz konusu değildir. Üstelik Avrupa kurumları, bu konuda Gürcistan’ı ürkütmemek için herhangi bir etnik husus veya milliyet konusunda ısrar etmeksizin meseleye evrensel hukuk kapsamında çözümü benimsemiştir. Sürülmüş halkın dönüşü, iskanı, hukuki statüsü ve entegrasyonu ile ilgili olarak Gürcistan’ın 2007’de kabul ettiği yasada zaten Türkler ifadesi geçmiyor, insanların bizzat Ahıska bölgesindeki köylerine dönmeleri ve vatandaşlığa alınmaları güvencesi de yoktur. Buna rağmen İvelaşvili, Türk-İslam düşmanlığıyla aklını kaybetmişçesine tavsiyelerde bulunmakta ve uyarılar yapmaktadır: ‘‘Ancak bugün bu kadar karmaşık ve güncel olan sorun üzerinde kafa yorarken feci hatalar yapmamak için her detayı ve nüansı dikkate alıp tahlil etmeliyiz. Gürcistan’a sokulmak ve burada yer etmek niyetiyle yaşayan, tutkulu ‘kardeş’ ve ‘iyi komşu’ tarafından özel olarak hazırlanmış insanlar, ne yolla olursa olsun ‘vatana dönmek’ için, dışarıda planlanmış sinsi amaçlarına ulaşmak için ve ülkemize zarar vermek için geçici olarak Gürcü kökenli olduklarını kabullenerek Gürcü soyadı da alabilirler. Son zamanlar bölgede din temelinde ortaya çıkan sürtüşme ve ihtilaflar bu tehlikeye işaret etmektedir. Ayrıca Mihail Saakaşvili yönetiminin herhangi bir araştırma yapılmadan Türkiye’deki binlerle vatandaşa Gürcistan vatandaşlığı vermesi, Gürcistan’da İslami faaliyetlerin yoğunlaşması tesadüf değildir. Biz şunu söylüyoruz: Milli bilincini, devletimize bağlılığını muhafaza etmiş olup vatanına dönmek isteyen Gürcüleri desteklemek borcumuzdur ve yardımcı olacağız. Ancak bu Gürcüler de ülkemizin imkanlarını ve şimdiki şartlarını dikkate almalı ve devletin ona önerdiğini kabul etmelidir‘’ (s. 169).
Bu mantığa göre, 1944’te Gürcistan’dan sürülenlerden Gürcü olmayanlar Gürcistan’a dönemezler ve ülkedeki hukuk ve kanunlar sanki sadece formaliteden ibarettir. Zaten yazarın asıl niyeti ve karın ağrısı da son cümlesinde açıkça görülebilir: “Ahıskalı Türklerden bahsedenler, Yeni Dünya Düzeni fikir babalarını paraları ve siparişiyle resmi kurumlar, ülkemizdeki uluslararası kuruluşlar, STK ve dernekler bilerek veya bilmeyerek kadim Gürcü milletini soysuzlaştırmak, onun milli birliğini bozmak, milli bilincini yok etmek isteyenlere alet olmaktadırlar. Aslında Samtskhe-Cavakhetiya’dan sürülmüş ve değişik kökenli Müslüman halka değil, tam da bugün Türkiye’de kendi tarihi topraklarında (Kola-Ardahan, Şavşat, Lazistan, Tao-Kalaraceti, vb) oturan, bugüne kadar milli bilinçlerini, resmi olmayan Gürcü soyadlarını, (en azından aile içinde konuşmak için) ana dillerini korumuş Müslümanlaştırılmış Gürcülere Müslümanlaştırılmış Meskhetyalılar denilebilir” (s. 169).
Azerbaycan atasözü akla gelmektedir: Allah deveye kanat vermemiş işte… Yoksa Türkleri Anadolu’dan tamamen silip atmak hayali kuran hasta beyinler hala var. İvelaşvili’ye kalsa bu işi Ardahan, Rize, Artvin ve Kars’tan başlayacaktı… Ne kadar acıdır ki bu araştırma (?), Şota Rustaveli Milli Bilimsel Araştırma Vakfının mali desteği ile yapılmıştır. Gerçekten yazık olmuş ve ne yazara ne de Kafkas geleneklerine yakışmış. Bu makalenin dipnotları ve kaynakçasında sadece Gürcüce kaynaklar sıralanmıştır ve bunlarda bizim bilmediğimiz nice böyle Kartvel uydurması bulunduğunu tahmin etmek zor değil.
Böylece Ahıskalı Türklerle ilgili birçok konu ve hususta Gürcü milliyetçilerin nasıl bir bataklığa gömüldükleri de açıkça görülmektedir. Amacımız, komşu ülkede böylesine sakat ve sağlıksız düşüncelerin akademik çevrelerde hala devam ettiğini ve kamuoyunu etkilediğini ortaya koymaktır.
Öte yandan, kendilerinin masalsı Meskh aşiretinin ardılları olduklarına inanan ve Tiflis’teki şovenlerin propagandasına kanan bir avuç Ahıskalının gayet ibretamiz bir kaderi var: Bahsettiğimiz makalede de anlatıldığı üzere Gürcistan resmi mercileri, bu insanların Ahıska’ya, yani onların deyimiyle Meskhetya’ya toplu dönüş isteğine kesin olarak karşı çıkmış, ayrıca bu adamların sarıldıkları Meskh tezini ciddiye almamıştır. Akademik düzeydeki bazı yayınlarda ve sürülmüş Ahıskalı Türklere yönelik propaganda amaçlı çalışmalarda Meskh tezini kullansalar da fiilen Ahıska’ya dönüş söz konusu olduğunda Gürcistan yetkilileri, sürülmüş Ahıskalıları kendilerine tamamen yabancı olarak görüyor ve açıkça Türk-İslam karşıtı tutum sergiliyorlardı ki bugün de aynısı devam etmektedir. U. Bluaşvili’nin belirttiği üzere “Tiflis’te onlara diyorlardı ki, dönüşe Moskova izin vermiyor, Moskova’da ise onlara bunun aksini söylüyorlardı. Tiflis’e gelen heyetler, birkaç kez güvenlik güçlerince dağıtılmış ve dışarı gönderilmişti… Müslüman Meskhlerin, kendilerinin Gürcü kökenli olduklarına dair beyan ve dilekçeleri, vatana dönme ve soydaşları arasında huzur içinde yaşama istekleri, sorunu çözmek istemeyenler tarafından tam bir ilgisizlik, aymazlık, arsızlık ve tepkiyle karşılanıyordu.”[7]
Son olarak belirtelim ki defalarca tekrar edildiği gibi Ahıskalı Türkler sorunu tarih, etnografya, genetik veya kimlik sorunu değildir, öncelikle hukuk sorunudur ve Gürcistan, kendi anayasasının ilkeleri ve üstlendiği uluslararası hukuk norm ve standartları uyarınca Ahıskalı Türklerin haklarını iade etmek ve vatanlarına dönmeleri için gerekli şartları sağlamakla yükümlüdür.
______
[1] Konunun birçok boyutu, aşağıdaki kitapta, eleştiri ve yorumlar ise notlar kısmında yer almaktadır: Latifşah ve Klara Barataşvili. Ahıskalı Baba ve Kızdan Hatıralar (1917-1988). Rusçadan çeviren O. Uravelli. Cinius Yayınları, İstanbul, 2022;
[2] (Ивелашвили Т. В. Об идентификации так называемых «турок-месхетинцев» // Вестник Волгоградского государственного университета. Серия 4, История. Регионоведение. Международные отношения. – 2019. – Т. 24, № 5. – С. 162–171. – DOI: https://doi.org/10.15688/jvolsu4.2019.5.12 – İvelaşvili T. V. Sözde Mekhetyalı Türklerin Özdeşleştirilmesi Hakkında // Volgograd Devlet Üniversitesi Bildiri Dergisi. Seri 4. Tarih. Bölge Bilgisi. Uluslararası İlişkiler. – 2019, C. 24, Sayı 5, s. 163, Rusça).
[3] Canaşiya, Simon Nikolayeviç (1900-1947) – Prof. Dr., Gürcistan Bilimler Akademisi Asıl Üyesi, Gürcü tarihçi ve etnografyacı. Eskiçağ ve Ortaçağ Gürcistan tarihi, Gürcülerin kökeni ve Kafkasya halkları üzerine araştırmalar yapmıştır. Mtatsminda Panteonunda defnedilmiştir. Berdeznişvili ile birlikte En Eski Çağlardan XIX. Yüzyıl Başlarına Kadar Gürcistan Tarihi eseri için 1947’de Stalin Ödülü almıştı. Bu eser Türkçeye çevrilmiştir: Niko Berdzenişvili-Simon Canaşiya. Gürcistan Tarihi. Sorun Yayınları, İstanbul, 1997; Canaşiya, önce Gürcüce Tiflis’te çıkan Komünisti gazetesinde ve sonra Rusça çevirisi Moskova’da Pravda ve İzvestiya gazetelerinin 20.12.1945 tarihli sayılarında yayınlanmış Türkiye’den Haklı Taleplerimiz başlıklı yazısında Kars, Ardahan ve Artvin’in eski Gürcü toprakları olduğu ve tarihi adaletin yerine gelmesi için geri verilmesi gerektiğini öne sürmüşlerdi. Stalin rejiminin Türkiye’den arazi istekleri politikasının basın ve propaganda kampanyası böyle başlatılmıştı.
[4] ÇK –Çrezvıçaynaya Komissiya (Olağanüstü Komisyon). 1917-1922’de Sovyetler Geneli Karşıdevrim ve Sabotajla Mücadele Komisyonunun kısa adı (1917-1922) Sovyet devletinin güvenlik ve istihbarat mercileri için kullanılan yaygın addı.
[5] Kobliyan – Ahıska kenti yakınında Kura’ya karışan çayın vadisidir ve Adıgen ilçesini kapsamaktadır.
[6] Yeremeyev, Anadolu Türklerinin Osmanlı döneminde Türkmenlerin yerli Ermeni, Rum, Süryani, Bulgar, Sırp, Arap vb halklarla karışmasından ortaya çıkmış bir ulus olduğunu ispatlamaya çalışmıştır. Bkz: Д.Е. Еремеев. Этногенез турок (происхождение и основные этапы этнической истории). «Наука». Moskova, 1971 (D.Y. Yeremeyev. Türkiye Türklerinin Etnik Kökeni – Menşe ve Etnik Tarihin Başlıca Aşamaları).
[7] Блуашвили, Уча. Славные сыновья Месхетии. Пер. На русский Марины Лежава. Тбилиси, 2008 (Uça Bluaşvli. Meskhetiya’тın Şanlı Oğulları. Rusça’dan Çeviren Marina Lejava. Tiflis, 2008), s. 215;