Ortaokuldan beri Türkçenin sadeleştirilmesi gerektiği bilincine, çeşitli etkenlerle, yavaş yavaş da olsa varmış bulunuyoruz. Bizi bu bilince götüren etkenleri burada anlatmak istiyorum. Bunlar gerçekte benim kendimin değil, Osmanlı devriminin Türkçe öğretimindeki metodlarla ilgili dönemin hikâyesidir.
Hacı Fazlı Efendi
Yıl 1913. Çorum İdadîsinin birinci sınıfındayım. Rüştiyede (yani ilkokulun üç yıllık ikinci bölümünde), imtihanla iki sınıf yukarı geçtiğim için (o zamanlar bu mümkündü), sınıf arkadaşlarıma oranla birkaç yaş küçük durumdaydım. “Lisan-ı Osmanî muallimi”miz, medreseden yetişme, Hacı Fazlı Efendi adında çok sert bir kişi. Kendisinin Osmanlıca kültürü, klasik Osmanlıca gramer öğretimi, metotlu ve çok güçlü idi. “İsim, sıfat, zamir”den sonra, “Terkib-i izâfi, Terkib-i tavsifi, Vasfi Terkibî” kuralların ve daha pek çok bilgiyi ondan öğrendik ve bir kısmını da anlamadan ezberledik. Tahrir (yani kompozisyon) dersinde (kitabet-i resmiye, kitabet-i hususiye) ayrımına göre ödevler yapar ve “Bâisi Hayatım, Pederi Muhteremim Efendim’le başlayan özel mektuplar, ya da “Olbab’da emr-ü ferman hazreti menlehül emrindir” veya “… hazreti veliyülemrindir”le biten resmî dilekçeler kaleme alırdık. Öğretmenimiz evinde bunları teker teker okur, basit Türkçe sözcükler kullananlara: “Böylesini mektep efendisi değil, kapıcı Ahmet ağa da yazar” derdi. Hangi ödevde Arapça Farsça sözcükler çokça ve yerinde kullanılmışsa onu beğenirdi. O zamanki ödevlerimden birkaçını saklamayı akıl edemediğime şimdi çok üzülüyorum. Küçük yaşta bir bilgin edasıyle babamın “lûgat” kitaplarına bakarak hazırladığım “tahrir vazifeleri” kim bilir bana şimdi ne kadar komik gelecekti. Oysa biz böyle yazmayı doğal görüyorduk; işin komikliğinin ve körpe dimağlarımızın böyle bilgilerle körleştirildiğinin ve sanki bir ilçe yazı işleri kalemine kâtip olarak yetiştirildiğimizin farkında bile değildik. Yeni öğrendiğimiz her Arapça sözcük, ya da terkiple “ilmimizin” arttığını sanır, birbirimizi sınava çekerek böbürlenirdik. Daha önce mahalle mektebinde öğrendiğimiz (tecvid) kuralları, (idgamı maalgunne)ler, “Idadî mektebinde” Arapça derslerimizde ezberlediğimiz (darabe, yadribü, darben, dârübün, madrubün… vb.) gibi Arapça çekimler, kafalarımıza bugüne dek çıkmamacasına çakılmışti; oysa bunlar o zamandan bu yana, hiç bir konuda, hiç bir yerde bize yararlı olmamıştı.
Bütün öteki derslerin ve Arapçanın yanında, Fazlı Efendinin “lisan-1 osmanî” dersi bize ağır geliyordu. İki yıl süren bu dönemden sonra Çorum’dan ayrıldığımız zaman “Arapçacılık’tan bilinçli olarak tiskindiğimi sanmayınız. Sadece bu öğretim metodundan kurtulduğum için sevindiğimi çok iyi hatırlıyorum.
Lütfü Bey
Yıl 1515. Çorum’dan Yozgat’a göçtük. Yaşıma ve elimdeki belgeye göre beni 12 sınıflı Yozgat Sultanisinin lisesinin altıncı sınıfına aldılar. Türkçe hocamız Lütfü Beydi. O bizlere yalnız Türkçe değil, adetâ edebiyat okuturdu. Grameri Hüseyin Cahit (Yalçın)ın Osmanlıca sarf ve nahiv’inden; düzgün okuma alıştırılarını Süleyman Nazif’in Batarya ile Ateş ve şimdi adını hatırlayamadığım bir yazarın derlemesi olan İktitaf adlı kitabından öğreniyorduk. Sözlük olarak Lûgat-i Naci’yi kullanırdık.
Lütfü Bey, bize yeni edebiyat parçalarından da örnekler verirdi. İktitaf adlı kitaptaki, aruz vezni ile yazılmış şiirlerin yanında, başka kitaplardan Celâl Sahir’in “serbest nazım” örneklerini ve Mehmet Emin (Yurdakul)un hece vezni ile kaleme alınmış Türkçe şiirlerini okuturdu. Hatta Yunus Emre’nin adını ve bazı parçalarını da ilk kez o zaman öğrenmiştik. Gerçekten çok sevdiğiğimiz hocamız bizlere eskiyi ve yeniyi birlikte öğretmek istiyordu.
Şimdi üzerinden yarım yüzyıldan fazla bir zaman geçmiş olan o günlere, bir an için, dönüp düşündüğüm zaman, Lütfü Bey, gözümün önüne geliyor. O, bembeyaz, dik ve sert kolalı yüksek yakası, kocaman bir düğmeyle bağlanmış koyu renkli kravatı, düzgün ve tertemiz elbisesi ile, Tanzimat devrinin son temsilcilerinden bir Osmanlı efendisi idi. Onun ruhunda yeniye ve yeniciliğe doğru büyük bir eğilimin bulunduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Ömer Seyfettin ve Ali Canib’in adlarını ve Genç Kalemler dergisini ilk kez Lütfü Beyden duymuştuk. Divan Edebiyatı ve onun yanında yaşayan Halk Edebiyatını, Avrupa’nın etkisi altında gelişen Tanzimat Edebiyatını, Edebiyatı Cedideyi, daha sonra Fecri Âti, Yeni Edebiyat dönemlerini ve bu yeni edebiyat çığırı içinde Ömer Seyfettin’le, Ali Canib’in çığır açıcılık niteliklerini, Ziya Gökalp’in Türkçülüğünü daha o zaman bizlere uzun uzun anlatırdı. Bu kadar çok yönlü ve değişık edebî bilgileri 11-13 yaşındaki öğrencilere, sevdire sevdire ve sindire sindire öğretebilmiş olmasına bugün hâlâ şaşarım. Demek ki, onda çok yüksek bir öğreticilik gücü, dersi sevdirme ve konular üzerinde düşündürme yeteneği vardı.
Ben Hacı Fazlı Efendinin etkisinden kurtulmuş olmakla birlikte, müspet verilere dayanan bilinçli “Türkçecilik” dönemine henüz girmemiştim. O zamanki yaşım ve bilgim buna elverişli değildi. Fakat bu yönde kendimi arama, kendimi bulma, kısacası, artık bilinçleşme yolunu tutmuştum. Bu gelişmeyi rahmetli hocam Ali Canib tamamladı. Onu da kısaca anlatayım:
Ali Canib
Yıl 1921. Trabzon Sultanîsinin 12’nci sınıfındayım. Lütfü Bey devrinden beri tam 6 yıl geçti. Trabzon’da okula ilk gittiğim gün müdürün Ali Canib Bey olduğunu görünce, birden yüreğim çarptı. Adını kitaplarda okuduğumuz, derslerde öğrendiğimiz tanınmış kişilerle, o çağlarda, karşılaşmak, öyle sanıyorum ki, herkesi heyecanlandırdı. Odasına ilk girdiğim zaman hafifçe titriyordum. Memleketimi, babamın mesleğini, o zamana kadar hangi okullarda öğrenim yaptığımı sordu. Înce altın çerçeveli gözlüğü; ciddî, hatta sertliğe kaçan konuşması altında öğrencileriyle yakından ilgilenen bir hoca, bir baba şefkatini sezmemek mümkün değildi. Çekinmeseydim, kendisine Lütfü Beyden öğrendiğim bilgilerden, Ömer Seyfettin’in hikâyelerinden ve Genç Kalemler’den söz edecektim. Fakat edemedim. Bunlardan ancak, aradan 46 yıl geçtikten sonra, 1967 yılında İstanbul’da kendisine yaptığım birkaç ziyaret sırasında söz edebildim. Fakat hastaydı. Yaşının sekseni aştığından, dermansızlıktan yakınınıyordu. Eski olayları benden daha iyi hatırlıyordu. Atatürk’ün Selânik’ten samimi arkadaşı olduğu için ondan söz ederken (… O zaman Mustafa Kemal’e yazdım…), Kemal beni Ankara’ya çağırdı…) diye konuşuyordu. (Mustafa Kemal’e demiştim ki…), (Sonra Mustafa Ölümünden bir ay kadar önce refikamla birlikte kendisine yaptığımız son ziyarette “insanın hayatta yapacak bir işi kalmayınca ve fikrî mesai imkânı yaşlılık ve hastalık yüzünden ortadan kalkınca, hayatın bir manâsı kalmıyor ve yaşama bir yük halinde geliyor” demiş ve sanki ölümü özlediğini açıklamıştı. Bütün ömrü boyunca tam bir alçak gönüllülük içinde, sessiz sedasız, iddiasız yaşayan ve 1,5 yıl önce yine sessiz sedasız bu dünyadan göçen Ali Canib, bir düşünce adamı olarak, çok doğru söylüyordu.
İşte bu Ali Canib, bundan 48 yıl önce öğrencilerinin kafasına “Türk dili” ve “Türk edebiyatı” bilincini yerleştirmeye uğraşıyordu. Üzerinde dura dura şu konuyu işlerdi:
“Çok zengin edebiyatları olan Fransızlar, İspanyollar ve İtalyanlar dillerinin zenginliğini her şeyden önce, Latince ve eski Yunancanın zenginliğine borçludurlar; çünkü onların kökü bu dillere dayanır. Bir de yetiştirdikleri büyük şair ve ediplerin büyük çabalarına borçludurlar. Alman Edebiyatının zenginliği ise, Martin Luther’in İncil’i Almancaya çevirmesinden sonra, eski basit Cermen dilini işleyen, geliştiren ve bugünkü’zenginliğine ulaştıran düşünürlerin, Goethe ve Schiller gibi büyük edip ve şairlerin – ham bir elması sabırla yontup pırlanta haline getiren kuyumcu ustalığı ile-işlemelerine borçludurlar. Eğer ilkel Cermen dili dört beş yüzyıl içinde işlenip yeni Almanca olarak gelişmeseydi, Alman siyasî birliği ve Alman Devleti olmazdı. Şu halde dil ve edebiyat bir milletin oluşunda ve siyasî bütünlüğünde en önemli unsurdur. Nasıl ki, yüzyıllar boyunca Türk dili Arapça ve Farsça kurallarının hâkimiyeti altında kalmışsa, Cermen dili de Latince ve eski Yunancanın egemenliği altında yaşamıştır. Martin Luther’in Incil’i Latinceden Almancaya çevirmesinden ve kiliselerde ibadetin Almanca olarak yapılmasına başlanmasından sonradır ki, kültür ve edebiyat dili ile halk dili arasında köprü kurulmuş, Almanca o tarihten sonra dev adımlarla gelişmiş, Goethe ve Schiller de onu taçlandırmışlardır. Millî dili ve millî edebiyatı olmayan bir topluluk müstakil millet olarak ayakta duramaz ve yaşayamaz. Osmanlı Devleti bir imparatorluktur. Osmanlıca bu imparatorluğun durumunu aksettiriyor. Bununla beraber onun gövdesini Türkler ve Türkiye teşkil ettiği için, Türkçe sadeleşmeli, yabancı terkip ve kaidelerden kurtularak istiklâlini kazanmalıdır. Medenî millet olmak istiyorsak bu cereyanı devam ettirmek, beslemek ve geliştirmek gerekir. Bunu da sizler yapacaksınız.”
Ali Canib 1921 ve 1922 yıllarında yaptığı bu telkinlerle bizleri “sade Türkçe”cilik akımında bilinçli duruma koymuştu. Sadeleşme akımı büyük Atatürk sayesinde, güçlenerek “Özleşme, arılaşma” durumuna geldi. Bu akım Ali Canib’i de geride bıraktı.
İşte bir Osmanlı çocuğunun, Türk dili öğreniminde nereden başlayıp nereye geldiğinin hikâyesi.
(Cumhuriyet, 3.7.1969)
Kaynak: Türk Dil Kurumu, (1988). Dil Yazıları-2. İkinci baskı, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, s. 117-122.