Cuma günü dersten çıkıp camiye yetişmek kolay iş değil. Biliyoruz cami sıcak ama dışarısı buz gibi. Yollar buz gibi değil, resmen buz pisti. Ama iman dolu göğsümüz var, zorluklar bizi yıldıramaz; düşsek de kalksak da, genellikle iç ezan okunmaya başladığında ulaşsak da, arkalarda kendimize yer bulabilsek de o cami bizim camimizdir.
Camiye girer girmez yüzümüz gülmeye başladı. Bu kadar çok insanı camide görmek bizi mutlu etmişti. Dondurucu soğuktan sıcacık bir ortama girmiş olmanın etkisiyle gülmüş olmamız da ihtimaller içinde sayılabilir. Her neyse, baktık henüz iç ezan devam ediyor, hemen ilk sünneti kılmaya başladık. Malum olduğu üzere, cuma namazının hutbesi farz namaz gibi kabul edildiğinden, hutbe okunmaya başlamamışsa vakit kaybetmeden ilk sünneti kılmalısınız. Ama imam minberde hutbeye başlamışsa o vakitten sonra sünnet kılmak yerine hutbeyi dinlemek gerekir. Bu sebeple, geç kaldığımızda sevabını kaçırmamak için ilk sünneti farzdan sonra kıldığımız zamanlar da oluyor.
İlk sünneti kıldık, hutbenin yetişebildiğimiz kadarını dinledik, müezzin kamet getirdi ve muhteşem kalabalığın bir ferdi olduğunuz hissinin eşsiz hazzıyla farzı eda ettik. Ettik etmesine de, hesaba katmadığımız bir şey vardı: Biz tam kapının önünde namaz kılmıştık. İstanbul’un meşhur İstiklal caddesinde ilk defa yürüyüp de kalabalığın kendi üstüne geldiğini gören kişinin karmaşık duyguları içinde ne yapsak diye bakışıp durduk. Sola kaçsak ayakkabılıklar var; paltosu üstünde olan doğrudan ayakkabılıklara hücum ediyor. Sağa kaçsak askılıklar var; paltosunu askıya asanlar komut verilmiş gibi sağdan hizayla askılara saldırıyorlar. Durum vahim. Geriye tek bir seçenek kalmıştı; “haceru’l-esved yarma harekâtı”. Bu harekât, söz konusu taşı öpmek, akrabalarına götürmek üzere mendil ya da havlu sürmek gibi kutsal (!) gayeler uğruna birbirini ezenlerin arasından kurtulmak için birebirdir. Bu, gözlüğünü ve nerdeyse kırılmak üzere olan boynunu o mıntıkada terk etmek tehlikesiyle karşılaşıp zikredilen yöntemle canını kurtaran bu bahtiyarın tecrübesidir.
Herkesin acelesi olmalı ki kimse birbirine dönüp de hal hatır sormayı aklından bile geçirmiyordu ya da ben öyle sanıyordum. Nitekim az sonra yanıldığımı ve bu insanlara suizanda bulunduğumu anlayacaktım. Bu arada haklarını yemeyelim yaşlılar işi biraz ağırdan aldılar. Ama çıkışta söyledikleri hevesimizi kursağımızda bıraktı. Meğer onlar da bedenleri eskisi gibi ha deyince hemen harekete geçemediği için namaz sonrası acele edenler kervanına katılamamışlar.
Sünnetler kılındı, tesbihat yapıldı, dualar edildi, velhasıl cuma namazı bitti. İmam efendiyle ve içeride kalan birkaç kişiyle tokalaşarak musafaha ettikten sonra camiden çıktık. O da ne! Biraz önce camiyi dolduranlar nerdeyse tam kadro dışarıda bizi bekliyorlardı. Camiden alelacele çıkanların çoğu çarşı meydanında toplanmışlar, üçü beşi bir araya gelmiş, küçüklü büyüklü gruplar halinde taburelere oturmuşlar, çay içip sohbet ediyorlar, bir yandan sigaralarını tüttürüyorlar bir yandan da camiden çıkanları seyrediyorlardı. Anlaşılan camiye sadece namaz kılmak için gelip kimseyi görmeden gidenlerden değillerdi. İyi de bu kadar kişi madem sohbet edecek kadar vakte sahipti, ne diye farzı kılıp hemen çıkmıştı. Bu merakla bir gruba yaklaşıp selam verdim:
– Selamün aleyküm.
Bizim insanımız bambaşka! Kimisi babam yaşında ama sigarasını avucuyla saklarken selamımı aldılar:
– Aleyküm selam.
Kafamdaki soru malum. Fakat bu insanlara kendini yakın hissetmek, onlardan biri olmak daha güzel. Camiden çıkan birbirine dua ediyor. Ben de öyle yaptım “Allah kabul etsin” dedim. Yine hep bir ağızdan cevap verdiler:
– Âmin.
– Bir şey sorabilir miyim?
Halk nezdinde hoca camide olmadığı için öğretmen olarak bilinsek de adımıza hoca dendiği için cevap birilerinin başını yardı:
– Estağfirullah hocam, buyur!
Buyurmasına buyuracağız da, okuldaki arkadaşların kimi zaman şikâyet ettikleri ve hanımlarının “Burası okul değil, ben de öğrencin değilim” türünden rol çatışması belası bizi burada da buldu. Soru mu sorduk, ses tonumuzla muhatabımızı azarladık mı belli değil:
– Cuma namazının farzından sonra niye hemen çıktınız?
Allah bizi muvaffak kılsın! Bereket, karşımızdaki bizden olgun çıktı, hatamızı görmezden geldi. Öğrenme amaçlı soru seçeneğini dikkate alır gibi yapıp “Anlamadım” dedi. Durumu kurtarma fırsatını tanıdığı için içimden teşekkür edip hemen sordum:
– Yani sünneti niye kılmadınız?
Şimdi sıkı durun! İmam Şafiî’nin kemiklerini sızlatacak türden bir cevap geliyor:
– Hoca öyle söyledi.
– Hoca ne dedi?
– Farz kılın, sünnet kılmayın, dedi.
Şimdi düşünün! Bir imam cami cemaatine “Ey Cemaat! Farzı kılın ama sünneti kılmayın” demiş olsun. Yok, mümkün değil.
– Siz yanlış duymuş olmalısınız. Bir hoca öyle şey demez.
– Yahu hocam! Bir ben miyim öyle duyan? Aha sor bak, herkes duydu.
Adam kendinden öyle emin görünüyordu ki, bir an diğerlerine sormakta tereddüt ettim. Ama işin şakaya gelir yanı yoktu.
– Sahiden hoca sünnet kılmayın dedi mi?
Sohbet halkasının nerdeyse hepsi bir ağızdan:
– Evet, hepimiz duyduk.
Yok, bu iş böyle olmayacak. Mutlaka bir yanlış anlama olmalı. Benim tanıdığım hocamız fıkıh bilen biriydi. Böyle bir hata yapmış olamazdı. Tekrar sordum:
– Hoca tam olarak ne dedi?
– Dedi ki: Farzları bitirin, sünnet kılmayın!
İşte şimdi oldu. Mesele aydınlandı. İçimden şöyle bir oh çektim. Görünen o ki, konuştuğum cemaat hocanın aktardığı bir fetvayı yanlış anlamıştı. Zira bulunduğumuz yer güneydoğu Anadolu’daydı ve buralarda Şafiî mezhebi yaygındı. Dolayısıyla cemaat İmam Şafiî’nin fetvasını doğru şekilde uygulamıyordu.
– Söyleyin bakalım, şayet size borcum olsa ve ben borcumu ödemek yerine sizin gözünüzün önünde temel ihtiyaçlarım dışında harcama yapsam ne düşünürsünüz?
İçlerinden bazısı hemen cevap verecek oldu, ama sessiz kalanlara kaçamak bir göz atıp onlar da sustular. Anladığım kadarıyla hoca olarak bildikleri birine saygısızlık olmasın diye cevap vermiyorlardı. Aslında buna gerek kalmamıştı. Zira soruyla muhatap oldukları andaki yüz hatları cevabı vermişti. Onlar adına konuşmak gerektiğini anladım:
– Sizin yerinizde ben olsam hoşuma gitmezdi. Ne dersiniz? Haklı mıyım?
– Hı hı.
– Pekâlâ, mezhep diye bir şey duydunuz mu?
– Duyduk, hoca bizim Şafiî olduğumuzu söyledi.
– Peki, Şafiî kimdir?
– Mezheptir.
Kanaatimce, bu ülkenin din ile alakalı büyük sıkıntılarından biri, konunun bağlamından, hikmetlerinden, halkın anlayacağı yöntemlerden koparılıp sunulmasıdır. Sağ olsun hocamız meseleden bahsetmiş ama cemaatin anlayıp anlamadığına bakmamış, farzdan sonra kapıya hücum ettiklerini, meydanda sigara tüttürdüklerini ve meselenin anlaşılmadığını gördüğü halde işin üstüne gitmemiş. Bu örnekleri memleketimizin birçok yerinde görmek mümkün. Demek ki, hocalarımız işlerini tam yapmamışlar, rehavet diz boyu.
– Hocam, sen Hanefî’densin değil mi?
– He, hoca da Hanefî’dendir.
– Sana mı sordum?
Rüzgâr sert esmeye başladı. Fırtına kopmadan araya girdim:
– Mezhep nedir?
– İşte, biziz.
Mezhebi böyle açıklayan bir topluluğa müctehidin anlamını sormak abesle iştigal olacaktı. İslam Dini’nin “Kur’an” ve “Sünnet” diye iki temel kaynağı olduğunu, bunlara kısaca “nass” dendiğini, nasslarda açık ve kesin olarak belirtilen bir konuda farklı görüş öne sürülemeyeceğini ayaküstü kısaca anlattım.
– Hocam, hani Kur’an’da her şey vardı?
Önce bunları niçin söylediğimi anlamadıklarını sanmıştım. Ama bu soru muhatap kitlemin kıvrak zekâ yapısını dikkate almam gerektiğini öğretti.
– Kur’an-ı Kerim insanların üstesinden gelemeyecekleri konularda her şeyi söyler. Bunun dışındakileri kısaca anlatır, açıklamasını Peygamberimiz yapar.
– Hocam, Kur’an bizim namaz konusunda bir şey diyor mu?
– Namaz kılmak mı, kaza namazı meselesi mi?
– Bizim meseleyi soruyorum.
Konuyu etraflıca ama özet olarak anlatacak birkaç cümleyi zihnimde hızlıca toparlamak üzereyken içlerinden biri araya girdi:
– Hocam, geçen gün televizyonda birhoca, “namaz borcu olanlar sünnet kılamazlar” deyince öteki hoca “kazası olan sünnet kılabilir” diye karşı çıktı. O hoca da “sünnetler yerine kaza namazı kılması gerektiğini” söyledi. Hangisine inanacağız?
Bu soru, ayaküstü sohbetin çerçevesini çizmişti:
– Size Kur’an’ı ve Sünnet’i anlattım. Hatırlayın, bazı konular açıkça söylenmiş, bazıları da Peygamberimize bırakılmıştı, o da sözleriyle ve davranışlarıyla açıklamıştı. Bizim kaza namazı meselesinde nasslarda açık hüküm yok. Adına müctehid dediğimiz âlimler farz namazdan kaza borcu olanın durumu hakkında araştırmışlar.
– Hocam, onlar edille-i şer’iyyeden midir?
– Edille-i şer’iyye nedir?
– Dinimizin kaynaklarıdır.
– Maşallah, içinizde gizli cevherler varmış. Deminden beri susuyorsunuz. Niye bu arkadaşları bilgilendirmediniz?
– Ben hoca değilim ki.
– Hoca olmak şart mı?
– Sen hocasın diye seni dinliyorlar.
Bu cümleyi duymazdan gelip söze devam ettim:
– Edille-i şer’iyye, dinimizin Kuran, Sünnet, İcma ve Kıyas denen dört bilgi kaynağıdır. Müctehid dediğimiz âlimler bunlara ve başka delillere bakarak hüküm verirler. Bir mesele hakkında Kur’an’da ve Sünnet’te açık hüküm olmayınca o meseleye “ictihadi mesele” derler. Yani o konuda farklı gerekçeleri varsa âlimlerimiz farklı görüşlere sahip olabilirler. Mesela Şafiî mezhebinde “Bir kişi geçerli bir sebebi olmadan yani özürsüz yere bir farz namazı kaçırsa, o şahsın kazaya kalan farz namazını kılmadan sünnet olan bir namazı kılması caiz değildir” denmiştir.
– Hocam, işte biz de öyle yapıyoruz.
– Hayır, siz öyle yapmıyorsunuz. İmam Şafiî ne demişti?
– “Kaza varsa sünnet kılma”, demişti.
– Yine olmadı. İmam Şafiî diyor ki, farz namazın kazasını kılmak, hemen yapılması gereken bir görevdir. Bu durumda olan kişi, yaşayabilmesi için mutlaka yapması gereken işler dışında bütün zamanını kaza namazı kılmaya harcamalıdır.
– Hocam, biz de kılıyoruz zaten.
– Ne zaman kılıyorsunuz?
Muhatabım sadece öylesine konuşmuş olmalı ki, cevap veremedi. Onun sıkıştığını gören bir başkası:
– Ben bütün kandillerde kılıyorum hocam. Perşembe akşamları da kılıyorum.
– Şimdi Cuma namazından çıktık ve siz farzı kılıp sigara içmeye koştunuz. Sigara içmek yaşayabilmeniz için mutlaka yapmanız gereken işlerin başında mı gelir?
– Hocam, sen hiç sigara içtin mi?
– Hayır.
– Ya, gördün mü bak! Sen anlayamazsın.
– Neyi?
– Sigarasızlığın ne olduğunu. Hele Ramazanda bir zor ki!
Ben meseleyi kaza namazına getirdikçe onlar araya başka konular sokmaya başladılar. Demek ki, konuşma uzamış ya da sıkıcı hal almaya başlamıştı. Bir an önce mesajı verip öğle yemeğine yetişmek lazımdı.
– Bakın, İmam Şafiî’ye göre kaza namazı borcu olan kişi derhal onu kılmalıdır. Bu dini bir görevdir. Farz dışında başka bir namaza ya da zorunlu olmayan dünyalık bir işe zaman ayırırsa günaha girer.
– Hocam, biz şimdi sigara içiyoruz diye günaha mı giriyoruz?
– Meseleyi başka yöne çekiyorsun. Sigara içtiğiniz için elbette günaha giriyorsunuz. Ama farzdan hemen sonra kaza kılmadığınız için de günaha giriyorsunuz.
– Ama biz kaza da kılıyoruz.
– Şafiîyiz diyorsunuz ama onu dinlemiyorsunuz. Onun görüşüne göre, farz namazı özür olmadan kazaya bırakan kimse sünnet namaza zaman ayırırsa adına “fevriyet” dediğimiz “hemen yapma görevi”ni ihmal etmiş olur ve günaha girer. Siz ise canınınız ne zaman isterse o zaman kaza kılıyorsunuz. Sizin yaptığınızla onun söyledikleri birbirine uymuyor.
Kıvamına getirmiş olduğum konuyu tam bitirecekken yan taraftaki guruptan bizi dinlediği belli olan biri araya girdi:
– Hocam, siz bu konuları okulda anlatıyor musunuz?
Cevap vermesem darılacak, “bir soru sordum hoca cevap bile vermedi” denilecek. Cevap versem, genellikle öyle olduğu üzere soru soruyu takip edecek ve iş uzayacak. Hâlbuki karnım aç, yemeğe yetişmem lazım.
– Bazen müfredatın dışına çıkıp kısaca anlattığım oluyor, deyip cevabı geçiştirdim.
Bu arada ayaküstü sohbet öğle arası derse dönüşmüştü. Biraz daha uzarsa bizim yemek işi akşama kalacaktı. Kahvaltı yapmadığıma hayıflanıyordum. Çünkü kan şekerim düşünce ders anlatamıyorum. Gerçi vakti boşa harcamamış, sapasağlam duran bir ictihadın başına gelenleri, daha doğrusu hocaların ihmalkârlığını, cemaatin gevşekliğini bir nebze ortadan kaldırmaya çalışmıştım. “Derse yetişmem lazım” bahanesiyle ayrılırken bir soru geldi:
– Hocam, sizde kaza nasıl kılınıyor?
İnsanın “yahu adam, sen önce kendi mezhebindeki içtihadı bir uygula da sıra diğer mezheplere gelsin” diyesi geliyor, ama karşımdaki öylesine dikkatle bakıyor ki cevap vermemek imkânsız:
– Hanefî mezhebine göre kaza namazlarına zaman ayırmak daha önemli olmakla birlikte, beş vakit namazın sünnetini terk edip bunların yerine kazaya niyet etmek daha üstün değildir.
– Niye hocam? Farzlar daha üstün değil mi?
– Elbette farzlar daha üstün.
– O halde sizin mezhepte niçin farzlar kaza edilmiyor?
– Bu soru yanlış. Çünkü Hanefi mezhebinde kaza kılınıyor. Fakat farz namazın kazasını kılacağım diye beş vakit namazın sünnetlerini terk etmiyorsun. Zira Hanefî görüş, sünnet namazların farz namazları tamamlama özelliğini dikkate alır. Ayrıca kaza namazlarının belirlenmiş bir vakti yok. Üstün olan, hemen kaza etmen. Belirli bir vakti olmadığı için telâfi edebilirsin. Beş vakit namazın sünnetinin telafisi yok.
– Hocam, kafa karıştı şimdi. Farzın telafisi var ama sünnetin yok. O zaman sünnet önemli gibi gözüküyor.
– Hayır, farz daha önemli. Zira namazı kazaya bırakmak büyük bir günahtır.
– Yine anlamadım!?
– Bak, diyelim ki sen sabah namazının farzını zamanında kılamadın, ne olur?
– Kazaya kalmış olur.
– Cevap güzel. Şimdi, kaza kılacağım diye sünneti terk ettin, ne olur?
– Ne olur?
– Burayı iyi dinle! Kaza kılacağım diye sünneti terk eden kişi, bir değil iki yanlış yapmış olur. Birincisi, namazı kazaya bırakmak; ikincisi, bir kusurun telafisi için başka bir kusur işlemek. Şimdi anladın mı?
– Evet.
– Hocam, bizim mezhep şimdi yanlış mı?
– Yanlış değil. Olaya bakışı farklı; İmam Şafiî olaya farzın önemi açısından yaklaşıyor. Hanefîler ise, Peygamberimizin şefaatini kazanmamızı sağlayacak sünnetlerin terk edilmesini kazaya bırakma kusurunun yanında ikinci kusur olarak görüyor. Ona göre bu günahtan kurtulmak için sünnetleri feda etmek uygun bir davranış değildir.
– Hocam, hangisini yapalım?
– Bu mesele nasslarda açıkça belirlenmemiş olduğu için, konunun hükmü âlimlerin içtihat dediğimiz yorumlarına dayanıyor. Dolayısıyla herkes gibi siz de benimsediğiniz mezhebi uygulayacaksınız. Ama doğru şekilde.
– Doğrusu derken?
– Şafiî iseniz kaza namazlarınız bitinceye kadar sünneti terk edip önce farzları kaza edeceksiniz. Hanefî iseniz yine kazaya kalmış namazlarınız bitinceye kadar farzları kaza edeceksiniz ama sünneti de kılacaksınız. Unutmayın! Hanefiler de namazın hemen kaza edilmesi gerektiğini söylerler. Ama onlara göre sünnet kılmak, farz namazın derhal kaza edilmesi gereğini bozan bir unsur değildir.
Meydandakilerin nerdeyse hepsi tek bir gurup olmuş beni dinliyordu. Serde hocalık var ya, soru geldikçe açılıyordum. Açlığımı da öğleden sonraki ders saatini de unutmuştum. İçlerinden biri konuyu derinleştirdi:
– Hocam, Hanefî bir adam ellisinden altmışından sonra namaza başlamış. Bir sürü kaza borcu var. Şâfiîler gibi yapsa olmaz mı?
Demek ki bu gurubun içinde Hanefî mezhebinden olup da kırkından ellisinden sonra namaza başlayan, kazalarını telafi etmek isteyen ama sünnet kılmak kendisine ağır gelen kişiler vardı. Olumsuz cevap versem, belki de muhatabım bir süre sonra usanacak ve farzları kaza etmeyi de bırakacaktı. Olumlu cevap versem, fetvayı genelleyecekler ve her gördüklerine “hoca öyle dedi” diye aktaracaklar; sünnet kılmamanın yolunu açmış olacaktım. Tek çare orta yolu bulmaktı:
– Şâfiîler gibi derken şu anda yaptıklarını kastediyorsan olmaz. Ama İmam Şâfiî’nin görüşünü söylüyorsan olur. Fakat şunu iyi bilin! Fetva herkese genelleyip verilmez. Kişinin durumuna bakılarak ona özel fetva verilir. Bahsettiğiniz durumdaki kişi, eğer yaşının ilerlemiş olması, sağlık sorunları, iş yoğunluğu gibi özürlere sahipse onun için fetva verilebilir.
– Hocam niye kesin konuşmadın?
-İnsanların dinî gayretleri zayıf da ondan. Günümüz insanı bahane üretmekte ustalaşmış. Mesela, adam sosyal etkinlik adı altında onca meşgaleye vakit bulabiliyor. Fakat sıra namaza gelince kaza kılarken sünnetlere ayıracak vakti olmadığını iddia ediyor. Allah’ı ve Peygamberi her şeyden çok sevdiğini söyleyen kişiye yakışır mı?
Dinleyenlerin kimi sözlü olarak çoğunluğu başını sallayarak sözlerimi onayladılar. İşin ilginç yanı, oradakilerin nerdeyse tamamı dediklerimin aksini yapmakta olan kişilerdi. Kısa bir sessizlikten sonra kendi aralarında sözlerimi müzakere etmeye başladılar.
Soruyu soran kişi onlara katılmayıp bana bakmaya devam ediyordu. Anlattıklarımla yetinmediği, fetvayı açık ve net duymak istediği belliydi. Zaten fetva dediğin, dine uygun olmalı ve muhatabı rahatlatmalıydı. Eskiler bu soru-cevap faslına boşuna fetva adını vermemişlerdi. Çünkü fetva, “genç” anlamındaki “feta” kelimesinden türetilmişti. Sıkıntı içinde olan kişi hocaya gidiyor, derdini anlatıyor, cevabını alıp üzerindeki yükü atınca kendini gençleşmiş hissediyordu.
Üzerimdeki bakışlar muhatabımın gerçekten daraldığını, bir an önce konuşmam gerektiğini söylüyordu:
– Bir Müslüman bu yaştan sonra da olsa namaza başlamışsa ne mutlu ona! diyerek konuşmama müjdeyle başladım ve dikkatlerini çekmek için sordum:
– Sizce o kişi gerçekten namaz kılmak istiyor mudur?
Müzakereyi bitirmiş olanların kimi “Allah bilir”, kimi “İstemese başlamazdı” türünden cevaplar verirken, diğerleri de konuşmayı bırakıp önce cevap verenlere sonra da bana bakmaya başladılar. Şimdi anlatabilirdim:
– O kişi şöyle yapsın: Sabah namazının sünnetinin çok özel bir önemi olduğu için onu ve farzı kılsın. Güneşin doğmasından sonra kırk beş dakika geçince daha önce kılamadığı sabah namazının farzını kaza etsin. Zaten o vakitte genelde kahvaltı yapılıyor; birkaç dakikasını ayırabilir. Öğle ve diğer namazların sünnetlerini kılarken kazaya niyet etsin.
Soruyu soran kişi temkinliydi:
– Hocam, sünnetler ne olacak?
– O kişinin geçerli mazeretlerinden dolayı zaman darlığı sıkıntısı varsa böyle yapsın. Diyelim ki adam emekli, sağlıklı ve bol zamanı var. O zaman sünnetleri de kılsın.
– Tamam da hocam, ölümün ne zaman geleceği belli değil ki?
– Adam o niyetle kaza kılmaya devam etsin. İnşallah Yüce Rabbimiz ona niyetiyle muamele eder.
– Ya etmezse?
– Merak etme! Müslümanın niyeti Allah katında önemlidir. Tövbe çok güçlü bir silicidir. Şirk hariç her günahı siler. Yeter ki biz samimi olalım.
Bir an herkes sustu. Baktım herkes sabit bakışla düşüncelere dalmış. Bir şeyler söyleyecek oldum. Tam o anda telefon çaldı. Müdür yardımcısı arkadaş fatura ödemek için çarşıya gitmeye niyetlenmiş. Gitmeden önce de sınıfları kontrol etmeyi düşünmüş. O zamana kadar hiç yapmadığım bir iş. Derse geç kaldığımı görünce merak etmiş:
– Selamün aleyküm! Hocam neredesin?
– Aleyküm selam! Çarşıdayım hocam. Hemen geliyorum.
– Bekle, ben de çarşıya geliyorum, beraber döneriz.
– Canıma minnet! Köşede bekliyorum, deyip çarşı meydanı sınıfına veda ederek oradan uzaklaştım.