Dünya tarihinde milletlerine yer ve saygı kazandıranlar, genelde sayıları çok az olan bilim ve kültür insanlarıdır. Adını ve milletini tarihe yazdıran insanları, toplum ve devlet hep yükseklerde tutuyorsa, değer veriyorsa böyle toplumlar gelişir ve saygın olarak kalır. Buharalı önemli bilim insanı, hekim ve İslam filozofu olan İbn-i Sina (980-1037) “Bilim ve sanat takdir görmediği yerden göçer” diyerek bu durumu ortaçağda ortaya koymuştur.
Bilime ve kültüre, büyük katkılarda bulunmak ise elbette çok zor iştir. Eskiden bunu bireysel olarak bazı büyük insanlar yapabiliyorlardı. Şimdiler ise temel bilimlere ve teknolojilere böylesine büyük bir katkıda bulunmak, takım çalışmaları ve Devlet desteği gerektiriyor. Böyle imkânlara da yalnız gelişmiş toplumlar (milletler) sahiptirler, yani kaliteli eğitim ve bilime değer verenler. Bu nedenlerle de bizlerin işi çok daha zordur.
Bizler bilimsel konularda sıkı çalışmayı, takım olarak çalışmayı (sadece sözde takım olmak, çalışmalara isim koydurmak farklı şeydir), kendi yaşlarımızda bizden daha iyi olanlar ile birlikte çalışmayı hiç istemeyiz. Çünkü hem kıskancız hem de kaliteli bilime saygımız yok. Üstelik ne yazık ki, geçmişte, kendi uğraşıları ile adlarını tarihe yazdıran bilim adamlarımızın dahi tarih sayfalarında kalmalarını bazen umursamıyoruz. Aslında bu durumun bizleri pek rahatsız ettiği de söylenemez, çünkü bizler benzer düşünen Asyalılar olarak çoğunluktayız. Zaten genel olarak Latin Amerikalılar ve Afrikalılar da bizim cephemizde yer almaktadırlar.
Öklid dışı geometri kurmak isteyen matematikçiler sırasında yer alan ünlü Azeri Türkü Nasir al-Din Tusi (1201–1274) hapis edilerek zindana atılmıştır. (Tusi İran’ın Horasan kendinde doğmuş ve bazı yazılarda Fars olarak geçmektedir.) İran Azerbaycan’ı 1256 yılında Moğol hanlarından biri olan Hülagü Han (Cengiz hanın oğlu) tarafından işgal edildi. Hülagü Han, Nasireddin’e büyük değer verdiğinden onu zindandan çıkarır ve çalışması için büyük bir rasathanenin inşa edilmesi emrini verir. Nasireddin’in Marağa rasathanesi ve oradaki gözlemlerinin sonuçları Dünya bilimine büyük katkı yapmıştır. Ama o dönemde de toplumun bilim adamına ve özellikle de yenilik getirenlere saygısı yoktu.
Toplumlar cahil olduğu ölçüde, atalarından gelen alışkanlıklarından, geleneklerinden vazgeçmez ve kültürel seviyesini yükselten yeni düşünceleri kabul etmek istemez. Böyle toplumlar için düşünme gerektirmeyen, basit fikirler daha değerlidir. Nasir ad-Din öldükten sonra onun Dünyaca ünlü rasathanesi ve zengin bilimsel mirası dağıtıldı. Onun bazı matematik kitapları, astronomik cetvelleri ve gök küresi (globe) Almanya’da ki Dresden galerisinde korunmuştur. Bunlarla şans eseri karşılaşan (Azerbaycan’ın Almanya’dan çapı 2m olan teleskop aldığı, 1960 yıl civarında) Mehmetbeyli yeniden Nasir ad-Dini tanıtmaya başlamıştı.
Samerkant’ın sultanı Uluğ Bey (1394–1449) yaşadığı zamanlarda Dünyanın en büyük ve önemli rasathanesini kurmuştu. Bilindiği gibi Johannes Kepler’in (1571–1630) yasalarını Tycho Brahe’nin (1546–1601) gözlemsel sonuçlarına dayanarak oluşturmuştur. Aslında Gezegenlerin gökyüzündeki hareketlerine bağlı gözlemler, Thco Brahe’den daha önce ve çok daha dakik olarak Uluğ Bey tarafından yapılmıştır. Fakat bu gözlem sonuçları, Dünyaya gerektiği şekilde yayılmamış ve Uluğ Bey öldürüldükten (bu işe oğlu da karışmıştır) hemen sonra astronomi çalışmalarının devamı yasaklanmıştır. Uluğ Bey’in yaptığı duyarlı cihazlar ve rasathanesi ise dağıtılmıştır. Böylelikle, Dünya’nın en büyük astronomlardan biri olan Uluğ Bey’in yaptığı çok değerli gözlemler Dünya bilimine yeterince etki yapamamıştır.
Bir bilim adamının, kendisi ne kadar zeki ve çalışkan olursa olsun, yaptığı işler bilimin gelişimine etki etmiyorsa, çok önemli sayılmaz. Ayrıca unutmamak gerekir ki tıp bilimleri dışında diğer temel bilimler yönündeki çalışmalar eski zamanlarda saygı görmüyordu. Her yerde, örneğin şairler, ozanlar, hikâye anlatıcıları çok daha saygın idiler. Uluğ Bey’in yaptıklarını Sovyetler Birliği’nde ortaya çıkaran ve tanıtan Rus bilim adamı Sheglov olmuştur. Hatırlatmak gerekir ki, Türkiye’de astronomi tarihini çok iyi bilenler vardır ve bu oldukça sevindiricidir.
Eğitime ve bilime saygısızlık tamamen geçmişte mi kaldı? Keşke böyle olsaydı ve bizim eğitime ve bilime olan saygımız artmış olsaydı. Örneğin 1974 yılında ODTÜ Rektörü Prof. Dr. Tarık Somer, “Türkiye’nin seviyesine ve ihtiyaçlarına uygun olmayan üst düzeyde araştırma yaparak zararlı örnek olmak ve sık- sık ücretsiz izinli olarak dışarıdaki bilim merkezlerinde çalışmak ve bu bilimsel alışverişe öğrencilerini de katmak” nedeni ile Türkiye’nin geçmişte ve büyük bir olasılıkla gelecek yüzyıl dahi göz önüne alındığında, yine en büyük fizik ve matematikçisi olan Prof. Dr. Feza Gürsey’i istifaya davet etti. Feza Bey Türkiye’yi ölene kadar terk etti. (Bak. Bilim ve Ütopya Kasım 2005) Prof. Dr. Tarık Somer’ın Feza Bey’in üstün çalışmalar yaptığının farkında olduğunu vurgulamak istiyoruz. Belki de bunu anlaması onun bilimsel açıdan, nispeten iyi olduğunu gösterir. Keşke şimdiki rektörlerin çoğu da, bilimsel açıdan ona benzer olsalardı!
Türkiye’de Fizik bilimi ve eğitiminin, son 20 yılda sürekli kötüye doğru gittiğini kesin olarak biliyoruz. Sayısal olarak büyük artışlar vardır, ama kalite açısından durmayan bir çöküntü yaşıyoruz. Böyle devam ederse, gelecekte lise programını dahi iyi şekilde bilmek Türkiye için şık sayılmayacak mı? Aslında şimdi de okul fiziğini biz öğretim üyeleri çok iyi şekilde bilmiyoruz. Şimdiki eğitim ve bilim yöneticilerinin iyi fizik eğitimi ve bilimini kötüsünden ayırabilmelerine ve ayırarak iyisine önem vermelerine sevinirdik, “eğer böyleleri bulunsalardı”.
Bilindiği gibi önemli bilimsel işleri yapmak için öğrencinin gelecekte çalıştığı bilim dalında üstün yetenekli olmasının dışında, çok iyi eğitimi ve bilimsel düşüncesi olan insanların arasında eğitim görmesi ve çalışması gerekir. Feza Gürsey (1921–1992) Galatasaray lisesini ve İstanbul Üniversitesini bitirmiş, matematik alanda üstün yetenekli bulunmuş ve genç yaşlarından (1945) başlayarak, İngiltere ve Amerika’da eğitimine ve çalışmalarına devam ederek Dünya çapında çok önemli bilimsel sonuçlara ulaşmıştır. Onun 1953–57 yılları arasında İstanbul Üniversitesinde çalışmasının, bilimsel işlerini nasıl etkilediğini biz bilmiyoruz. Ama orada çalışması iyi ortamın olmasına işaret ediyor.
Ben 1964’te Moskova’da doktora çalışmama başladığım zaman 1969 yılında Nobel ödülü almış olan Murray Gell-Mann (1929 doğumlu), cebirdeki simetrileri (SU3 ve SU6) kullanarak Ω– (omega minus) hiperonun fiziksel özelliklerini öngörmesi ve hem de bu öngörmenin sonucu olarak temel parçacığın bulunması, bizleri çok heyecanlandırmıştı. Feza bey 60’lı yıllarda bu simetrilerin matematiksel özelliklerinin inceliklerinin ortaya çıkarılmasında çok önemli katkılarda bulunmuştur. Bu da onun bilime yaptığı önemli katkılardan bir örnektir.
Belki de ODTÜ geçmiş rektörü Feza Bey’i Amerika’ya gitmeye zorlayarak, onun bilimsel çalışmalarına yardım etmiştir. Bizim dünyaca ünlü bir diğer fizikçimiz Asım Barut tüm bilimsel kariyerini yurt dışında yapmıştır. Diğer ünlü fizikçilerimiz de, yurt dışında eğitim almışlar ve uzun yıllar oralarda çalışmışlardır. Acaba Feza ve Asım Beyler gibi Dünyaca ünlü bilim adamlarımıza Türk kökenli bilim adamları demek daha doğru değil mi? Bizim için onların Türk olmaları da önemlidir. İyi eğitim almaları ve bilime daha fazla katkıda bulunmaları için, gelişmiş ülkelerde yaşamaları çok faydalı olmuştur. Zaten Yahudiler ve Ermeniler de buna örnekler değiller mi? Eğer bir Yahudi bilim adamı Amerika’da yaşıyorsa o İsrail bilim adamı değil, Yahudi kökenli bilim adamıdır. Örneğin Bhor Danimarkalı, Danimarka bilim adamıdır. Einstein Almanya’nın Yahudi kökenli bilim adamıdır. Zaman geçtikçe gelişmiş ülkelerde çocukluklarından itibaren yaşayan Türklerin sayısı artmakta olduğundan, Türk kökenli Dünyaca ünlü bilim adamlarının sayısının artma imkânı vardır. Keşke bizim eğitim düzenimiz ve bilimsel düşünce kapasitemiz ve buna bağlı olarak ta Dünyaca ünlü Türkiyeli bilim adamı sayımız da artsaydı.
Güzel arzularla dolu yaşam içinde olmak iyidir. Ancak, ne yazık ki bu güzel istek sanki gerçekleşemeyecek bir fanteziden öte değildir. Çünkü sürecin tam tersine işlediğini görüyoruz. Örneğin; iyi tanıdığım Akdeniz üniversitesinin fizik bölümünde, fiziği ve matematiği bölümün diğer elemanlarının büyük çoğunluğundan daha iyi bilen bir genç haksız gerekçelerle üniversiteden devamlı atılmaktadır. Bu doktora yapmış genç defalarca mahkemeler tarafından görevine iade edilmiştir. Ama bu göreve dönme kararı adaletin yerini bulduğu anlamına gelmez. Çünkü en verimli, en istekli olduğu yılları bilimsel makalelerle değil dava dilekçeleriyle, bilimsel toplantılarda değil dava gündemleriyle geçmektedir. Ayrıca bölümün ihtiyacı olmasına ve yardımcı doçentliği bölümün mevcut yardımcı doçentlerinden çok daha fazla hak etmesine rağmen, yardımcı doçent kadrosuna alınmamaktadır.
Bölümdeki çoğunluğu ortaokul fiziğini pek iyi bilmeyen elemanlar, belki de bu gencin atılmasının yararlı olabileceğini düşünmektedirler. Kim bilir belki de bu da Feza bey gibi ülkesini terk etsin ve kendisini geliştirsin diye düşünmektedirler. Belki de fizik bölümü mezunlarının ortaokul fiziğini kötü bilmeleri, öğretim üyelerinin ise biraz daha iyi bilmelerini normal saymamız gerekir! Bu örneğin bizim üniversite sistemimizde bir istisna olmadığını hemen tüm üniversitelerimizin sıradan gündemi olduğunun belirtmemize gerek yoktur herhalde. Umarız bu örnek memleketine ve insanlarına bağlı, hak ve adaleti içine sindirmiş birilerinin yüreğini sızlatmıştır.
Mutlak sızlatmalı, çünkü bizler duygusal insanlarız. 1996 yılında TUBİTAK Marmara merkezinde çalışıyordum. Orada çalıştığımız katların arasında kablolar gibi teknik ekipmanların bulunduğu katlar da vardı. Bu katlarda sayıları hızla artan, çok sayıda fare görülmeye başlandı. Kablolara zarar veriyorlardı, koşuyorlardı ve bizler de seslerinden rahatsız oluyorduk. Geceleri bizim katlara da geliyorlardı. Bir defasında onları zehirlediler, bizler rahatladık ama İstanbul’dan bir otobüs dolusu hayvan sever geldi ve yönetimi pek çok açıdan suçladılar. Hayvanların zehirlenerek öldürülmesini kabul etmediler. Bunlar bizleri ilgilendiriyor ama üniversitelerden diğerlerinden iyi olan elemanların atılmaları bizleri ilgilendirmiyor mu?