“Benim, ihtiraslarım var, hem de pek büyükleri; fakat bu ihtiraslar, yüksek mevkiler işgal etmek ve büyük paralar elde etmek gibi madde emellerin tatmini ile ilgili değil. Ben bu ihtirasların gerçekleşmesini vatanıma büyük faydaları dokunacak, bana da liyakatle yapılmış bir görevin canlı iç rahatlığını verecek büyük bir fikrin başarısında arıyorum. Bütün yaşamımın ilkesi bu olmuştur. Ona çok genç yaşımda sahip oldum ve son nefesime kadar da onu korumaktan geri kalmayacağım” M.Kemal Atatürk.[1]
Özet
Anadolu’da başlatıp başarıyla tamamladığı ulusal kurtuluş mücadelesi ve kişiliği ile yerküremizi etkileyen; üzerine incelemeler, araştırmalar yapılan; sayısız makaleler ve kitaplar üretilen, ulusal ve evrensel tarihte sağlam, sağlıklı, saygın yer edinen; özgün biçim, kişilik ve eylemleriyle bilinen [henüz hakkında her şey bilinmeyen] ulusal ve uluslararası siyasal, askeri, kültürel alanlarda günümüzde de tartışılan Mustafa Kemal Atatürk’e ilişkin, genç bir bilim dalı olan dilbilimin yöntemlerinden yararlanarak, bu çalışmada, O’un sözcelerinin dilbilimsel çözümlemesi ile yine O’nun barış ve savaş olgularına ilişkin bireydilinin verilerinden düşünceleri, bakış açısı, yargıları, vargıları belirlenmeye, yorumlanmaya çalışıldı.
Amaç, O’nun düşüncelerine, düşüncelerin üretim ve somutlanmasında temel birim olan dilsel üretimin sözceleri üzerinden yaklaşmak ve bunu yaparken, dildışı bağlam olarak adlandırılan, dilsel üretimi belirleyen olguyu da dikkate alarak, O’na ilişkin gerçeğin, bilimsel bilgisine, eylem ve söz arasındaki bağıntı, tutarlık, geçerlik, güvenirliğe dil üzerinden, dilbilimsel çözümlemeyle ulaşmaya çalışmaktır. Bu amaçla sözceler olabildiğince kurumsal olmayan, bireysel söz üretimlerinden seçildi.
Çalışmanın kuramsal ve kavramsal dayanakları verildikten sonra, çözümlemeler yapıldı ve bu çözümlemeler yorumlandı.
Anahtar Kavramlar : Sözce, bireydil, bağlam, derin ve yüzey yapı
Kavramsal Açımlama
Bireysel dil (ing.idiolect): bir dilin belli bir bireyde aldığı biçim.[2]
Sözce (ing.utterance): Bir konuşucunun ürettiği, iki susku arasında kalan söz zinciri parçası; sözceleme edimiyle ortaya çıkan söylem.[3]
Tümce (ing.sentence): Sözün çözümlenmesiyle elde edilen bir birimdir. Sözceyse, bu türlü bir işlemden önce belirlenen bir bütündür.[4]
Bağlam (ing.context): Bir sözcelemin içinde gerçekleştirildiği koşulları belirtir. Konuşucu ve dinleyicinin karşılıklı konumları,iletişimin içinde gerçekleştirildiği ortamın ve koşulların bilgisi gibi öğelerden oluşur.[5]
GİRİŞ
“Dil yalnızca var olan durumlara ilişkin saptamalarda bulunmak için değil,
yeni durumlar yaratmak içinde kullanılmaktadır “[6]
Sömürgeci işgalcilere [evrensel kapitalist bunalımın bunalanları] karşı, tarihselin zorunluluklarından yana yürütülen “dizgesel kurtuluş mücadelesi”, bu mücadelenin örülmesi, geliştirilmesi, başarılması sayısız olayın, sayılı olgulara göre düzenlenmesi, tasarlanması ve eyleme geçirilmesi sonucu başarıya ulaşmıştır. Düşünen [ilişkilendiren, dizgeleştiren] bir kafa olmaksızın, istençle etkilenmesi amaçlanan olayların özdevinimleri (dinamikleri), evrimsel süreçleri kestirilemez sonuçlar doğurur. Aynı zamanda, bu özdevinimler ve evrimsel süreçleri değerlendirmeye almayan düşünen kafalarında istençli başarılar elde etmesi olanaksızdır.
Nesnel süreç ve olguların doğru soyutlanması, çözümlenmesi, insan istenciyle somuta dönerek yönlendirilmesi bilimsel–devrimci eylem olarak adlandırılır. Türkiye’nin kurtuluşu/kuruluşu, bu anlamıyla bilimsel-devrimci bir süreçtir. Bu süreçte, olguların doğru soyutlanıp çözümlenmesi sonucu, gerçekliğe devrimci etki, birey insanın istençli/bilinçli eylemiyle olanaklıdır. Mustafa Kemal Atatürk, bu toplumsal/tarihsel sürecin öncü devrimci bireyidir. Diğer bir deyişle, tarihseldeki toplumsalın ya da toplumsal tarihin özgünlüğünün, bireyin üzerindeki etkileriyle oluşan yine oldukça özgün bir dönüştürücüsüdür; sürece bilimsel etkide bulunmanın düşünce aşamasıdır; soyut somut eytişimini gerçekleştiren siyasal, askeri bir önderdir; toplumsal laboratuvarın akademik yöneticisidir; tarihsel akışın zorunlu ve aynı zamanda istençli bir ürünüdür; tarihin ürünü ve tarihin yönlendiricisidir; kendisini oluşturanın oluşumuna etkide bulunmuştur. Tarihi yapanlar, bu devrimci-bireysel kimliğin olmazsa olmaz bileşeni toplumdur. Türkiye, bu birey ve bu toplumun eytişimsel birliğinin bir bireşimidir.
Bu süreç, bu birey, bu toplum yinelenemez olandır da. Bir Atatürk, bir kurtuluş mücadelesi süreci ve o sürecin temel belirleyici gücü toplum bir daha görülemez. Bunlar yinelenemez oldukları içindir ki, bunları beklemek bilimsel bilgi dışında kalan bilgi türlerinin saptırıcı yönlendirmesi olabilir.
Toplumsal ve bireysel bilinç, birbirlerinin oluşturucularıdır. Her ikisini de tarihsel birikik bilinç besler.
Sömürgeci işgalciler, tarihte olduğu gibi, içerdeki işbirlikçilerle ilişkileri sonucu, yeniden geldiler. Ancak, tarih yinelenemez olduğundan, gelenler ne eski gelenlerdir ne de eskisi gibi geldiler. İşbirlikçi sınıf ve kişiliklerde çok farklı, örgütlü ve sömürgecilerle daha dizgesel ve güçlü ilişkiler içindedirler. Daha önemlisi direnecek olanlar da kurtuluş mücadelesi dönemindekiler değillerdir; üstelik öylesine ki, ne üretim, tüketim, kültür, ne bilim, ne de bilinç kurtuluş süreciyle benzer değildir; yani onlar gibi değiller ama onların ürünüdürler. Onlar olmayan, onlardırlar. Özcesi, günümüz Türkiyesinin sorunları tarihle benzerlikler taşısa da kesinlikle tarihle aynı değildir. Ancak, tarih boşa yaşanmış bir süreç de değildir. Tarihten öğrenmek, ama öğrenileni yinelememek bilimsel bir zorunluluktur.
“Tarih ne güzel aynadır. İnsanlar, özellikle ahlakta gelişmemiş kavimler, en büyük mukaddesat karşısında bile alçakça hislere bağlı olmaktan kendini alamıyor. Tarihin sinesine geçen büyük olaylarda, bu olayları yaratanların ve yapanların tavırları, hareketleri ve davranışları onların ahlaki karakterlerini ne açık gösterir.”[7]
Bu yazı, bu bağlamda tarihten öğrenmek, günceli anlamak, yorumlamak ve anlatmak için, Atatürk özgünlüğünü, O’nun somutun gerçekliğinden soyutlamaları olan sözcelerinin, tarihsel-dilbilimsel dayanakları ile çözümleme çabasıdır.
ARA SÖZ
Kurtuluş Savaşı Değil; Kurtuluş Mücadelesi
Dünya Savaşı Değil; Emperyalist Paylaşım Savaşı
Kavramlar, düşünmenin, doğru düşünmenin dilsel birimleridir. Düşünme sürecinin doğru işlemesi, düşünülen anlam ağına ilişkin doğru kavramlar ya da doğru kavramsallaştırmalar ile olanaklıdır. Düşünme eyleminin işeyarar olması da, düşünme sonucunda doğruya ulaşma da, geçerli ve güvenilir vargılara, soyutlamalara varma da kavramların güvenilir, geçerli, doğru olmasına bağlıdır. Yanlış kavramlarla da düşünme eylemi gerçekleşir. Sonucu doğal olarak yanlış düşünmedir. Yanlış düşünme, yanıltıcıdır ve işe yarar değildir. Toplumun yanlış düşünmesi, onun yanlış kavramlarla düşünmesini isteyenlerce gerçekleştirilir. Topluma bir kavram yanlış içerikle sunulursa, toplum da onu benimserse, o toplumun doğru düşünmesi beklenemez.
Türkiye Kurtuluş Mücadelesini, salt bir savaş olarak adlandırarak, “kurtuluş savaşı” demek, bilimsel değildir; dolayısıyla gerçekçi değildir. Gerçeğin bir yönüdür; gerçeğin bir yönü de gerçeğin tümü değildir. Çünkü, savaş olgusu, kurtuluş sürecinin, dizgesel bir parçasıdır. Her dizgede olduğu gibi, burada da dizgenin bir parçası ile dizgeyi anlamak, anlatmak olanaksızdır. Bütün parça ilişkisi olarak, parça bütünü; bütün parçayı anlamaya yetmez. Bütün içinde parça, parçalar ilişkisi olarak bütün kavrayışı temeldir. Bütün, parçaların toplamı değildir; bileşkesidir. Aynı zamanda, bütün parçaların bileşkesinden daha büyük ve farklıdır. Kurtuluş, salt savaşla kazanılmamıştır. Savaşsız kazanılması da olanaksızdı. Sürecin çözümlenmesi bunu vermektedir.
Mustafa Kemal Atatürk, dostlarını aldatmayan, dost seçiminde aldanmayan bilimsel bir yeterliliğe, sağlam bir gözleme, güçlü bir tarihsel bilince, güncel somutun doğru soyutlamasına sahip bir insandı. Söylendiğinin aksine, “pragmatist” değildi. Geçici çıkarları gereği değil, tarihsel-bilimsel gerçek zorunluluklar gereği; salt Türkiye’nin değil, tüm ezilen halkların eytişimsel çıkarlarının gerektirdiği gibi davranmıştı.
Bu davranışında ise olağanüstü dürüst ve olağanüstü “Bağımsızlıkçı” ve bilimseldi.
Bu nedenle, Kurtuluş Savaşı kavramı, süreci salt savaşa; Mustafa Kemal’i de salt bir savaşçıya indirgeyen yanılsamalarla yüklü bir adlandırmadır. Bu bağlamıyla, emperyalist paylaşım savaşlarının (1. ve 2.) adları da dünya savaşları olarak sunulup, yaygınlaştırılarak dile ve oradan bilince yerleştirilmesi de benzer bir yanılsama, kanıksama, gerçeğin ayırdına varamamaya neden olmaktadır.
Çalışmanın Kuramsal Dayanakları
Dilbilimsel çözümleme; toplumdilbilimsel, psikodilbilimsel, metindilbilimsel; yapısal, üretimsel, söylemsel/bireydil vb. birçok alanda çeşitli çözümlemeleri içerir. Bu çalışmada, sözce düzeyinde yapılan çözümlemeler, dildışı bağlam dikkate alınarak, konu/yorum; yüzey yapı/derin yapı; açık/örtük sezdiri; dil/söz karşıtlıklarına dayalı çözümlemeleri içermektedir. Mustafa Kemal’in sözcelerini veri kaynağı alarak, söylenmiş sözceler ile yazılmış sözceler arasındaki ayrımlara ve karşıtlıklara dayalı olarak çözümleme yapılmıştır.
“Bir başkasının konuşmasını anlamak,için, kullandığı sözcükleri anlamak yetmez- onun düşüncesini anlamak gerekir. Hatta bu bile yeterli olmaz-aynı zamanda onun güdülerini de bilmek zorundayız. Bu düzleme ulaşılana kadar, söylenen bir sözün psikolojik çözümlemesini tamamlanmış sayılmaz”[8]
Söz, bireyin özgün dilsel üretimidir. Söz üretilip sözceye dönüştürülmüş, dilsel kullanıma sokulmuşsa özgün olmak zorundadır. Benzeri yoktur, olmayacaktır da. Bireysel düşünme gücünü kullanan her birey, ürettiği her sözü özgün üretir. Buradaki özgünlük, etkileşim içinde olan ve özgün bağlamdan da etkilenen bir özgünlüktür. Toplumsal dilin (Türkçenin) sınırlılıkları, sınırlı kural, sözvarlığı ve biçimbilgisi, metinlerarası etkileşim, önceden üretilen sözcelerin ve sözce içeriklerinin eleştirel içselleştirilmesi gibi etkenlerle birey toplumsalın bireydeki yansısı ve eytişimi ile sözcelerini üretir.
“Bireyler kullandıkları çeşitli üretim çerçeveleri ile sözcelerinin anlamlandırma varsayımlarını kurgular. Bireyin dil kullanımlarını incelemek ise, bu bağlamda etkileşimde izlediği stratejiler ve katılım çerçevelerini betimlemektir. (…) Bireyin dili başkalarının diliyle özdeşlik ilişkisi içinde bulunmamasına rağmen her zaman başkalarının dilini de kendinde barındırır. Dolayısıyla, bireyin sözleri daha önceden başkalarının dilinde duyulmuş olabileceğinden sadece o bireydeki değerlerini taşımaz. Ancak, yukarıda değindiğim gibi, bireyin dil kullanımı başkalarının dil kullanımıyla örtüşmez. Birey kendi anlatım özellikleri mimari bir yapılanma biçiminde kendisini gösterir. (…) Bireyin dili sürekli başka dillerle etkileşim içinde olduğundan, bireydil tek bir biçem değil birçok biçemin bireşiminden oluşmaktadır. Bu anlamda bireyin sözceleri kendi izinde söyleyişsel bir özelik taşır. Bakthin’e göre sözce, bireylerin içinde bulundukları zaman-uzam bağlamında ve bunların etkileşimi durumunu değerlendirmeleri ile yapılanır.”[9]
Barış ve savaş olgularına ilişkin çok sayıda düşünür, bilimci, siyasal kişilik, sanatçı sözler üretmiş ve bunları sözcelendirmiştir, söylemiştir. Ancak, hiçbirinin sözcesi, diğerleri ile aynı biçimde değildir. Bu birey kadar, sözcenin içine üretildiği dildışı benzemez bağlamlarla da ilgilidir. Hiçbir birey aynı anda aynı dilsel ve dildışı bağlamı paylaşamaz. Türkiyede kurtuluş mücadelesi yıllarında, aynı amaç için, birlikte mücadeleye katılmış çok sayıda askeri, siyasal, sanatsal önder vardı. Belki birçoğunun barış ve savaşa ilişkin Atatürk ile benzer düşünceleri olmuştu. Ancak, aynı dilsel, dildışı bağlamları yaşamadıkları için, birçok özgün sözceyi (özdeyişi) salt O, üretebilmişti. Bu olgunun dilbilimsel gerekçesini, dilbilimin kurucusu Saussure dil’i sözden ayırarak şöyle betimlemektedir:
“Dili sözden ayırmak demek; 1. Toplumsal olguyu bireysel olgudan; 2. Temel olguyu ikincil, az çok da rastlantısal nitelikli olgudan ayırmak demektir. Dil konuşan kişinin bir işlevi değildir, bireyin edilgen bir biçimde belleğine aktardığı üründür. Önceden tasarlama gerektirmez. Bilinçli düşünce yalnız sınıflandırıcı etkinlikte işe karışır. Oysa, söz bireysel bir istenç ve anlak edimidir. Bu edimde: 1. Konuşan bireyin, kişisel düşüncesini anlatmak için dil düzgüsünü kullanmasını sağlayan birleşimleri; 2. Bu birleşimleri dışa iletmesini sağlayan anlıksal-fiziksel düzeneği birbirinden ayırmak gerekir.“[10]
“Irtak gösterge varlığının kullanımının gerçekleştiği bireysel konuşma eyleminde bu ortak sözlükten belirli göstergeler seçilip çizgisel bir biçimde dizilip söylenir. Konuşma eyleminin bireysel bu yanına ise, söz adı verilir. Söz, dilin kullanımıdır,sözcelem ediminin bir ürünüdür. [11]
Chomsky ise Dili, edinim ve kullanım boyutlarını Edinç ve Edim olarak ayrıştırır. Bir dilin ideal konuşucusunun onu anlama ve konuşma yetisini Edinç olarak adlandırır
“Edinç, herhangi bir konuşucunun, sözgelimi, sözvarlığı zenginliği, sesletme özellikleri, konuşma biçimi gibi bireysel özellikler içeren dili kullanış boyutlarından, yani Edimden ayrılmalıdır.” der. [12]
Her iki dilbilimcinin ortak belirlemesi, dilin toplumsal/genetik boyutu ile bireysel/sözcesel boyutunun olduğudur. Açımlarsak, birey herhangi bir dili edinme yetisi ile doğar ve doğduğu toplumda bir dili, o dilin işleyiş yasalarını edinir ve o dille bir söz ürettiğinde tümüyle bireysel bir söz üretir. Buna kısaca, bir dil toplumsaldır, o dilde bir birey tarafından üretilen söz ise bireyseldir denebilir. Bir dilde üretilen her söz, belirli bağlamda, belirli bir amaç için, belirli birilerine söylenirse, bu da sözce olur. Her sözcenin bir derin bir yüzey yapısı vardır.
“Yüzey yapı, Sözdizimsel bileşende elde edilen, evrensel nitelikli olduğu varsayılan, soyut tümce yapısı. Bir tümcenin dönüşümsel süreç öncesindeki derin yapısı o tümcenin anlamını belirler. Derin yapı biçimlerine uygulanan dönüşümler sonucu gerçekleşen bildirişime elverişli duruma gelen somut tümce biçimi.[13]
Her sözce, bu yapı içinde bir konu ve bir yorum içerir.
”Konu/yorum tümcenin bilgi yapısına yöneliktir ve buna göre tümcelerde ‘hakkında söz edilen (konu)’ ve hakkında sözedilen hakkında söylenen(ler) (yorum) bulunmaktadır”, [14]
Bir anlambilimsel çözümleme dayanağı sunan sözcenin, anlambirimler ve anlambirimcikler arası ilişki üzerinden kuruluşu ve bu ilişkinin çözümlenerek anlamsal çözümleme yapılması, onun dilbilgisel boyutu olan tümcesel çözümlemede yapısal ilişkilerin kuruluşu ile ilgili çözümlemeden farklıdır.
“Türkçede sözcenin çözümlenebilmesinden söz etmeden önce onun üçlü düzenlenişinden sözetmek gerekir. F. Danes’e göre tümce dilbilgisel, anlambilimsel ve bildirişimsel yapıdan oluşur. Bildirişimsel yapı sözcesel düzlemdedir. Sözce, sözün, tümce ise dilin bir birimidir.” (….) Prag Okulu’nun önemli kuramcılarından olan, C.Hagege’e göre, birinci düzlem sözce ile dil dizgesi yani tümcebilimsel terimlerin işlevleri ve onların belirtileriyle ilgilidir ve biçimbirim-tümcebilimsel bakış açısı adını alır. İkincisi, sözce ile sözün ettikleri arasındaki bağıntıyı kapsar ve anlambilimsel-göndergesel bakış açısı adını alır. Üçüncüsü, sözce ile sözün dediği (yorum) ve ne üstüne konuştuğu (konu) arasındaki aşamalanmayı düzenleyen konuşucu-dinleyici arasındaki bağıntıyı kapsar.” [15]
Dile getirilen sözce aracılığıyla dile getirilmeyen ama çıkarım yoluyla anlaşılması için sezdirilen bilgi değerleri, konular, olgular ve yargılar sezdirim olarak tanımlanır.
“Grice’a göre insanların sezdirimlerle dolu konuşmaları anlayabilmelerinin ardında yatan açıklama , onların mantıklı ve işbirliğine yatkın canlılar olmalarıdır. Çıkarım adını verdiği bu ilke uyarınca insanlar “söyleyeceklerini, konuşmanın amacı ve yönü doğrultusunda gereken zamanda ve gerektiği kadar söylerler.”[16]
Sözceler ve Çözümlemeler
“Düşmanlarımızı yere serdikten ve sevgili vatanımızı sükunete kavuşturduktan sonra hemen sizi ziyarete koşacağım.”[17]
Yukarıdaki sözcede konu, vatanda bulunan (iç-dış) düşman; yorum ise, öncelikle düşman kavramının kapsadıklarının yenilmesi. Sonra sözcüğü, burada birincil ve ikincil değer düzeyin belirlemektedir. “Sonra”dan önceki birim ve sonraki birim. Önceki birim, vatan ve düşman olguları sonraki birim ise “Hildegrad” bu nedenle denebilir ki, sezdirim olarak, önce vatan sonra bireysel ilişkilerimin zorunlu davranışları. Sözcenin derin yapısında ise, “koşmak” sözcüğü ile başlanırsa, sözcede geleceğim, göreceğim, ulaşacağım yerine, koşacağım, bir biçimbirim olarak özlemin büyüklüğü, içtenliği ile –acağım ardılı ile savaş koşullarında bile bu özlemin duyumsandığı gerçeğidir. Ayrıca, bu tasarlanan ve şiddetle arzu edilen ziyaret şimdilik ertelenecektir. Yüzey yapıdaki, “yere sermek” “sevgili vatanımızı” ve “sukunete kavuşturmak”, “hemen koşmak” sözöbekleri; birinci için kararlılık, ikinci için yüksek değer, üçüncü için ise temel hedef , dördüncü öbek ise, temel hedeften sonraki, ikincil hedef olarak belirtilebilir.
“Vatanımızın savunulmasında kalp ve vicdanları bizim kadar çırpınmayacağına kuşku olmayan başta Von Sanders olmak üzere bütün Almanların fikirlerinin üstünlüğüne güven duymamanızı kesin olarak öneririm.“ [18]
Bu sözcede Konu, Bütün Almanlar soyutluğunda, Von Sanders somutluğunda vatanın savunulmasıyla ilgili olara “fikir”dir.Yorum ise, bu somut ve soyutluğun güvenilmez olduğudur. Yorum öbeği, “kesin olarak” sözöbeği ile odaklanmıştır. Yorum gerekçelendirilerek güçlendirilmiştir. Gerekçe, kalp ve vicdanlarının, vatanın gerçek yaşayanları ile eşit düzeyde ilgili olamayacağı olgusuna dayandırılmıştır. Bu sözcedeki sezdirim ise, bütün Almanların ve Von Sander’sin fikirlerinin üstün olmayacağı ya da üstünlüğüne hiçbir zaman güvenilmeyeceği değil; bize ait bir vatanın savunulmasında üstün güvenirlik sergileyemeyeceğidir. Bu çıkarım, aynı zamanda, yüzey yapıda görülmeyen ancak derin yapıda olup, yüzey yapının çözümlenmesi ile ulaşılabilir bir vargıdır. Gerekçesi ise, “kuşku olmayan” sözöbeği, “vatanın savunulmasında” sözöbeği ile “bizim kadar” sözöbekleri arasındaki zorunlu, dilsel ilişkisinden doğmaktadır; bizim vatanımızın savunulmasında, Almanların da kalp ve vicdanları ilgili olabilir, ancak bizim kadar ilgili olması kuşku ve dolayısıyla güvenilmezlik yaratır ve bu nedenle onların fikirleri gerçeğe yönelmede bizi yanıltabilir. Gerekçe, bilimselleştirilmiştir.
“Artık, her iş bitmiştir ve bulunacak bir çare kalmamıştır zemininde değildir. Böyle kötümser bir kanaatin, düşmanların en tehlikeleri en vahimi olduğunu açıklamaya gerek görmem. Kurtuluş ve yaşam olanağı vardır, ancak hedefe ulaştıracak önlemleri bulmak gereklidir.” [19]
Yukarıdaki sözce, bir yanıttır. Tarihsel dildışı bağlam, kurtuluş sürecinde, iç ve dış düşmanlar, işgal koşulları altında, tam teslimiyeti, bireysel ve ulusa yenilgiyi içselleştiren birine dönük olarak üretilen bir sözcedir. Sözcede konu, koşullar, yorum ise, bu koşullar bize kurtuluş ve gelecek kurmak için olanaklar sunmaktadır, yargısını içermektedir. Art yorumda ise, işgal koşullarında, yenilgiyi kabullenmenin ve teslimiyetin, var olan düşmandan daha güçlü ve daha tehlikeli olduğudur. Sezdirimden yapıbilecek çıkarım ise, sözceyi üretenin, sözcenin alıcısı bireyin, özgüven yitimi yaşaması sonucu olanakları görmemesi, bu nedenle amaca vardıracak düşünce ve araçları üretmekten yoksun kaldığı konusunda uyaran etkisi yapmayı amaçlamasıdır. Sözcenin derin yapısında, koşullara direnme konusunda bilgili, özgüvenli ve kararlılık içinde olan bireyin, “tek eksiğimiz, bu özgün olumsuz koşullara ilişkin gerekli savunma ve saldırı araçlarını geliştirmektir” kavrayışı vardır.
Buraya kadar çözümlenen sözceler, Mustafa Kemal’in bireysel-ikili ilişkilere dayalı ürettiği sözcelerden, O’nun “koşacağım, gereklidir, değildir” yüklemcil eylemlerle oluşturduğu sözcelerinde daha çok, bireydiline dönük, bu bireydilden, kişiliğine dönük çıkarımlarda bulunmak amaçlandı. Çözümlenen bu üç sözcenin, ortak çıkarımları için şunları söyleyebiliriz. Tarihsel koşullarda, M.Kemal’in bireysel ve tarihsel eytişimin oluşturduğu iki temel gerçek var: Birincisi, nesnel işgal gerçeğine karşı, kesinlikle önüne hiçbir bireysel engel (aşk, arkadaşlık, karamsarlık, kötümserlik) koymaksızın aralıksız ve sonuç alıncaya değin [tam bağımsız Türkiye] mücadele kararlılığı. Bu kararlı yürüyüşte, öncelikle ‘özgüce (Anadolu insanına) dayanma’ bilimsel öngörüsü ve kararı.
Bundan sonraki bölümde, Mustafa Kemal’in savaş ve barış olgularına ilişkin düşüncelerini, eğilimlerini bireydilinden saptamak amacıyla, bu iki olguyu içeren sözcelerinin çözümlenmesi yapılmıştır.
“Bu savaşta İngilizlerle Arıburnu, Anafarta, Filistin cephelerinde karşı karşıya bir çok muharebeler verdim. Ben, bu muharebelerde ve genel olarak saydığım bu cephelerden başka cephelerde, başka bölgelerde diğer milletlerle de verdiğim muharebelerde, daima vatanımın savunmasından ibaret olan asli görevimi yaptım. Dolayısıyla kalbimde kin ve düşmanlık duyguları yer bulmamıştır.”[20]
Yukarıdaki sözcede birincil konu, ben; yorum ise savaştım; gerekçe, vatanın savunması için. İkincil konu, yinelenen konu ile yine ben; yorum ise, vatan savunması bitince, düşmanlık kavramı biter. Düşmanlık, kin vatana saldırı olduğu sürece vardır. Düşman ve vatan kavramları arasındaki ilişki, ilkinin ikincisine saldırısı ile başlıyor ve saldırı bitirilince ilkide kendiliğinden, ona bağlı olarak bitiyor. Sezdirim ise şudur; Vatanıma saldıranlar her koşulda düşmanımdır. Saldırı durduğu an, düşmanlıkta durur. Savaş süresince salt bir zorunluluğu yerine getiriyordum; vatanın savunmasını, bu bir iş, bir görev, bir zorunluluktur. Düşmanlık ve kin olmadan da bunu yapabilirim. Yaptım. Tüm sözceden çıkarsanabilecek özlü sözce şu olabilir : Savaş olgusu, vatanımla sınırlıdır.
”Mustafa Kemal, Türkiye’yi emperyalist sömürgeci devletlerin ve içerdeki feodal gericiliğin siyasal, ekonomik ve ideolojik vasiliğinden kurtarma girişimine geçti.”[21]“Birçok milletvekili, feodal gerici saray çevrelerinin etkisi altına girdi. Onlar için sultanın karşısına çıkabilmek, bir nazırla görüşebilmek ulusal çıkarları savunmaktan daha önemliydi. Mustafa Kemal’in o zaman, Ankara’dan, bu durumu gözlerken duyduğu öfke, yedi yıl sonraki sözlerinde bile kendini duyuruyordu. Milletvekillerini ‘inançsız adamlar, korkaklar, cahiller diye niteliyordu. Sonra, sözlerini şöyle sürdürdü. ‘Cahildiler, çünkü kurtuluşun tek etkeninin yalnız ulusun kendisi olduğunu ve her zamanda olacağını anlayamıyorlardı. Hükümdar önünde elpençe durarak, yabancıların yakınlığını kazanmaya çalışarak, yumuşak ve uysal davranarakbüyük hedeflere ulaşılabileceğine inanacak kadar budalaydılar.”[22]
Bu sözcede Konu, milletvekilleri, yorum ise milletvekillerinin cahil, budala, korkak, inançsız, yumuşak ve uysal olduklarıdır. Bu yorumun gerekçesi ise, gerçek, temel ve yenilmez gücün ulus olduğunu kavrayamayıp, yenilecek olan güçlere tapınmaları, bunu da öznel çıkarları gereği yapmalarıdır. Bu sözcenin sezdiriminden çıkarsanan ise, sözcede açık sezdiri olarak verilmiştir; hükümdara “ve” bağlacı ile bağlanan “yabancılarla” aynı kategori içinde görülmektedir. Mustafa Kemal’in sık sık belirttiği iç ve dış düşman olguları bu sözcede de belirtilmektedir. Tarihsel bağlam, bize o dönem, hükümdar ve bağlı güçler ile işgalci güçler düşman kavramının iki yüzünü vermektedir. Sözcenin yüzey yapısında verilen “tek etkenin yalnız ulusun kendisi olduğu ve her zaman da olacağı” belirlenimi, salt döneme değil, günümüze de göndermede bulunan bir derin yapı anlamını vermektedir.
“Biz ulusal sınırlarımız içinde özgür ve bağımsız yaşamaktan başka bir şey istemiyoruz. Haklarımızın çiğnenmemesini Avrupa’dan istiyoruz. Bizim dış politikamızda hangi devlete karşı olursa olsun, saldırganca bir niyet yoktur. Ama haklarımızın ve onurumuzu savunuyoruz, her zaman da savunacağız. Meclisimiz ve meclisimizin hükümeti, savaşçı ya da serüven düşkünü olmaktan çok uzaktır. Bunun dışında, onlar (meclisimiz, hükümetimiz) insancıllık ve uygarlık düşüncelerinin yerleşebilmesi için coşku ile savaşmaktadırlar. Bu ilkeler çerçevesinde sürekli olarak, gerek Batı ile, gerekse Doğu dünyası ile iyi ilişkilerin ve dostluk bağlarının kurulmasına çalışıyorlar. Ama başka bir ulus benim ulusumun egemenliği altına sokmak isterse, kendisi bu çabasından uzaklaşıncaya kadar ben onun amansız düşmanıyım.’Dolayısıyla, onun için savaş, ancak eğer ulusunun yaşama haklarının savunulmasına hizmet ediyorsa, haklı bir şeydir. Bu kararlı anti-emperyalist tutum, gericiliğin yamağı olarak ve kişisel iktidar tutkusu yüzünden ülkelerini emperyalistlerin eline teslim eden politikacı, asker türünden de Kemal Atatürk’ü ayırıyordu ve ayırmaktadır.” [23]
Glasneck’in yorumuna yöntemimiz bağlamında şunları ekleyebiliriz. Sözcede Konu, Ulus, Meclis ve Hükümet üçlüsüdür. Yorum ise, birbirini doğuran bu üçlünün, aynı hedef ve çizgide iki şey için savaş verdiğidir. Bunlardan birincisi, vatanın özgürlüğü ve bağımsızlığı, ikincisi ise, aynı vatanda uygarlık ve insancıllık düşüncelerinin üretilmesi olguları. Derin yapıda şunlar vardır; İkincisinin başlaması, başlatılabilmesi, birincisinin bitirilmesine bağlıdır. Bağımsızlık kazanılmadan, özgür olunmadan, insancıllık ve uygarlık üretmek ve dünyaya yaymak, barış gerçekleştirmek, barış içinde yaşamak olanaksızdır. Savaş, barış, uygarlık ve insancıllık eytişimi bilimsel bir ilişki içinde sezdirilmektedir. Sürekli barış, sürekli savaş sezdirimi aynı olgu odağına bağlanmaktadır. Ulusumu egemenlik altına almaya çalışanlarla sürekli savaş; ulusumun özgür ve bağımsız olduğu ve bu özellikleri güvence altında olduğu sürece de sürekli barış ve uygarlık çabaları.
“1932 yılında Amerikan Büyükelçisi Charles H. Sherril, Anadolu’daki meydan savaşı bölgelerini kendisiyle birlikte gezmek istediğini açıklayınca, Kemal, ona,Türkiye’nin Yunanistan’la ilişkilerinin içtenlikli bir dostluk niteliği almasından sonra eski zaferlerini anımsamak istemediğini bildirdi. Kemal, son savaşın iki ulus arasında uzun zaman için acı duygular bırakacağını öne süren büyükelçiye karşı çıkarak şöyle dedi: ‘Savaşın nedenlerini ortadan kaldırın, savaşın yaraları da iyileşecektir.’ [24]
Yukarıda iki ayrı, ancak ilişkili sözce vardır. Sözcelerin her ikisinin bağlamı, alıcısı aynıdır. Birinci sözcede konu, zaferler; yorum ise, onların anımsanmak istenmediğidir. Zaferler üzerine tarihsel bilinç ve güncel ilişkilendirme ile (acı, kan, ölüm yüklü) zaferlerin sürgit anımsanması, anımsatılması ve geleceği bunlar üzerine kurmanın barışı sağlamayacağı; savaş bitmişse, işgal yoksa, barışı anımsamak, geliştirmek zorunluluğu temel ileti olarak verilmektedir. Sezdirim ise, insanlara/uluslara acı veren zaferler, anımsanır zaferler değildir. Zorunlulukları, onları gerekli kılmıştır. Zafer kazanmışızdır. Ancak, bugün, vatan savunması gereği yapılan savaş ve acılarını anımsamak yerine, kalıcı, sürekli barış temeldir, yargısı vardır. Sözceyi üretip, soruyu sorana karşı, M.Kemal, evet zaferle çıktık, size oraları gezdireyim, biçiminde bir beklenti içinde olan okur/dinleyici, bu yanıt ile büyük olasılıkla şaşırmıştır. Bunu öncelikle, soru sözcesini üreten Amerikan Büyükelçisi’nin yaşadığı, O’nun ürettiği ikinci yargıdan anlaşılmaktadır. O, M.Kemal’in sözcesindeki, “acı” kavramını odağa alarak ve bunu savaş ile doğal ilişkisini sezdirerek, daha soyut bir vurgu ile yeni bir beklentiye girmiş ancak, M.Kemal’in ikinci sözcesi ile bu beklentisi de boşa çıkmıştır.
İkinci sözce de, konu Savaş; yorum ise savaşı oluşturan nesnel koşullarıdır. Bu sözcenin, yüzey yapısından (sözcenin somut yapısından) derin yapısına dönük çıkarımda şunlar vardır: Savaş, onu yaratan koşulların ürünüdür. Tarihsel bağlam ile sözce arasındaki dolaysız ilişkiyi kurduğumuzda, savaşın koşulları, emperyalist yayılmacılık ve sömürge paylaşımı gerçeğidir. M.Kemal, bu konu ve yorum ilişkisinde, savaş olgusunun temel koşul sağlayıcısı sömürge ve paylaşım olgularının ortadan kaldırıldığında, bunların bir sonucu olan savaşın da eytişimsel olarak ortadan kalkacağını belirtmesidir. Bu sözce örtük bir sezdiri vardır. Bu sözcenin alımlayanları, bu örtük sezdiriyi doğru çıkarsamaları için, öncelikle tarihsel bağlamı, paylaşım savaşını, sömürgen ve sömürülen uluslar ilişkisi gibi genelgeçer konularda artalanbilgisine, dünya bilgisine sahip olmaları gerekir. Kuşkusuz, bu sözcenin alıcısı büyükelçide bu sayılanlar vardır ve M.Kemal’in istediği çıkarıma ulaşmıştır.
“İnsan kendi ulusunun varlığına ve mutluluğuna nasıl dikkat ediyorsa, dünyanın bütün uluslarının rahatını ve mutluluğunu da aynı biçimde düşünmek zorundadır. Çok uzaklarda olup bittiğini sandığımız bir olayın günün birinde bizim başımıza da gelip gelmeyeceğini bilemeyiz. Bu yüzden insanlığın tümünü tek bir bedenmiş gibi görmeli ve ulusu onun içinde bulunan bir organ olarak kabul etmelidir.[25]
Bu sözcenin dilbilimsel çözümlenmesinin ilkelden verdiği bilgi; yerküre üzerinde yaşayan insan türünün uluslar olarak bölünmüşlüğü ve bu ayrımın eytişimsel ve küresel ilişkisidir. Sözcede konu, bir ulusun varlığı ve mutluluğu; yorum ise, başka ulusların varlık ve mutluluğuna bağlı oluşudur. Bu oluşun ise zorunlu bir oluş olduğudur. Bu sözcedeki zorunlu sözcüğü M.Kemal’in bu ilişkiyi bilimsel ilişkilendirme ile kurduğu gerçeğinin çıkarsanmasına olanak veren güçlü bir sezdirimdir. “Düşünmek zorundadır” sözöbeğindeki ‘düşünmek ve zorunluluk’ sözcükleri sözce bağlamında ve tarihsel bağlamda bilimsel düşünüş ve vargının güçlü ipuçlarıdır. Bu ipuçlarını destekleyen son sözceyi çözümlediğimizde pekiştirerek kavrayabilmekteyiz. Son sözcede, konu, insanların tümü, yorum ise, tek bir bedenmiş gibi görmelidir, sözöbeğidir. “ve” bağlacıyla bağlanan ikinci sözcede ise konu, ulus; yorum ise, onun gönderimiyle insanlığın bir organı olarak kabul edilmelidirsözöbeği ile olguyu dizgeleştirmiş bir kafanın, düşünüşün dış dünyaya dönük anlaşılırlık kaygısıyla beden-organ ilişkisi ile örneklendirip somutlaştırmasıdır. Bilimsel bir soyutlama dizgesel-eytişimsel düşünme ile böyle bir somutlama, örnekleme yapılabilir. Burada bu anlamıyla bir sezdirim vardır ve şu çıkarıma ulaşılabilir: Her ulus, insanlıkla, diğer uluslarla zorunlu olarak dizgesel bir ilişki içindedir. Her insan, her toplum, her ulus bu dizgede bir parçadır. Dizgenin tümü, bu özgün parçaların dizgesel ilişkisiyle oluşmuştur. Hiçbir parça (hiçbir organ), dizge içinde birbirinden önemli, öncelikli değildir. Her parça (organ) insanlığın (bedenin) olmazsa olmaz dizgesel, dizge içinde özgünlüğü ve anlamı ve işlevi olan bir parçadır. Bu yaklaşım, dizgesel düşünüştür ki, barış ve savaş olgusunu güvenilir bilgilere ve gerçeğe dayandırmasını, ayrıştırmasını sağlamıştır.
“3 Ekim 1935’te İtalya, Faşist Mussolini önderliğinde, Habeşistana saldırmıştı. Atatürk, küçük halkların haklarını ayakları ile çiğneyen Mussolini’ye karşı duyduğu tiksintiyi hiç de saklamıyordu. Yabancı gazetecilerin karşısında şöyle dedi: ‘Bu kendini beğenmişlik dağının, masum Habeş yabanlarını bir an bile duraksamadan yok edebilen, asker çizmesi giymiş bu sırtlanın dünyasında yaşamak zorunda kalmam üzücü değil mi? Ben halkım için savaştım, ama her şeyden önce, bu yabanlar için de savaştım. (…) Alman ve İtalyan tekelci sermayesinin en saldırgan çevrelerini temsil eden Hitler ve Mussolini konusunda görüşlerini sık sık açıklıyordu: ‘Bu büyük deliler karşısında dikkatli olmalı. Bunlar, kişisel tutkularını doyurmak için hiçbir şeyden gözlerini kırpmazlar. Bu arada dünyanın her tarafı gibi kendi ülkeleri de yerle bir olsa bile, onlar buna aldırmazlar. [26]
M. Kemal’in yukarıdaki iki sözcesi, emperyalist paylaşım savaşının tarihsel ürünleri olan, adları öne çıkarılarak, küresel ölçekte sömürgeci kıyımın özünün gizlenmesi sağlanan, iki faşist kimliğe ilişkin değerlendirmelerde M. Kemal, iki olguyu açıklığa kavuşturmaktadır. Konu, yorum çözümlemesi ile başlayalım: Mussolini konu, kıyıma uğrayan mazlum Habeş halkı ise yorumdur. Sezdirilen şudur : Mussolini için, bir sırtlana öngönderimde bulunularak, bilinçsiz, yönlendirilen, güdüleriyle yaşayan bir yırtıcı bir canlı betimlenmektedir. Kendi farkını göstermek için ise, bu sırtlanın tam karşıtı olarak, Ben masum Habeş halkları gibi halklar için ve aynı konumda olan kendi halkım için savaştım. Sözcenin derin yapısında, bir karşıtlık kurularak fark ortaya konmaktadır. Sırtlan Mussolini, masum ve mazlumlara, güdüsü ile yönlendirilip saldırırken, ben (M.Kemal) Sırtlanların saldırısına karşı masumların kurtuluşu için savunma yaptım. Hitler ve Mussolini ile ilgili ikinci sözcede ise, konu, Bu büyük deliler (Mussolini ve Hitler); yorum ise, tüm dünya ve kendi ülkeleri, insanları bunların umurunda değildir.
Yukarıdaki karşıtlık ve tarihsel dildışı bağlamdan, burada yaratılan sezdirimden şu çıkarımda bulunulabilir: Ben, ülkemin yerle bir edilmesine karşı ve dünya barışına da katkı için, emperyalist ve işbirlikçilerine karşı savaş yürüttüm. Tüm dünyayı kana bulamadım. Ülkeme saldırıyı savuşturdum ve barış çabalarına giriştim. Barışı sağladım. Bunlar tam tersi, birer deli ve sırtlan. Üstelik, dikkatli olma konusunda yaptığı uyarının derin yapısında ise, savaş içinde her şeyi yapabileceklerine ilişkin sarsıcı uyarısını, yüzey yapıdaki, “gözlerini kırpmazlar” sözöbeğini bağlamı içinde alımlayabilmekteyiz.
‘Ben, harekat safhasını ikiye ayırıyorum. Birincisi, barışa kadar izlenecek harekat yöntemi; ikincisi, barıştan sonraki tavır. Bunlar birbirinden farklıdır. Çünkü bugün yalnız, iç düşmanlarımıza karşı değil, onlarla birlikte doğrudan doğruya Yandaş (itilaf) devletlere, özellikle İngilizlere karşı önlem almak zorundayız.[27]
“Başta İngilizler olmak üzere (yandaş devletler), sömürgeci (emperyalist) barış koşullarını bize uygulatmak için Yunan ordusunu araç olarak kullanıp yönlendiriyorlar. Fakat asıl saldırıyı yapan İstanbul’daki Ferit Paşa ve hükümetidir. En son aldığımız telgrafta Ferit Paşa ve kabinesi delege heyetinin üç gün önce sömürge barışı antlaşmasını imzaladıkları bildirilmiştir. Bildiğiniz gibi, Ferit Paşa zaten, sömürgeci barış antlaşmasını imzalamak için iktidara gelmiştir. Fakat yalnız imza yeterli değildir, onu uygulamak da gereklidir. Ferit Paşa’nın bütün iç isyan eylemleri sonuçsuz kaldı ve yenildi ve yandaş hükümetleri (itilaf devletleri) Ferit Paşa’ya dediler ki; İşte barış koşullarını uygulamak için istediğiniz gücü biz sana veriyoruz: İşte Yunan ordusu…Dolayısıyla asıl düşman İngilizlerden önce Ferit Paşa ve arkadaşları ve onları koruyanlardır.” [28] “Barış şartları, adalet ilkeleri dikkate alınmaksızın, emperyalistler tarafından tasarlanmıştır.”[29]
Yukarıda, Atatürk tarafından üretilen sözcede konu; sömürgeciler ve onların ülke içinde işbirlikçisi sınıf ve o sınıfın siyasal erki, hükümettir. Yorum ise, bu işbirlikçi güçlerden ikincisi olan, işbirlikçi iç düşman yenilmesi gereken ilk düşmandır.
Yukarıdaki sözcenin yüzey yapısıdır. Bu yüzey yapı çözümlendiğinde aşağıdaki derin yapıya ulaşmaktayız: 1. Emperyalistler, dış düşmanlar işbirlikçi iç düşman bulmaksızın, bir ülkeye kolayca saldıramazlar. 2. İşbirlikçi iç düşmanı yenip siyasal erki elde etmeksizin, ülkenin bütün gücünü anti emperyalist cephede birleştirmeksizin sömürgecileri yenmek olanaksızdır. 3. Sömürgeci saldırıları püskürtmek için, öncelikle iç düşmanı, işbirlikçileri yenmek, bütün yetkinliklerini sıfırlamak gerekir. Baş, asıl, temel düşman işbirlikçi iç düşmanlardır.
Şimdi, yukarıdaki çözümlemeleri temel alarak M. Kemal’in bilimsel bir özdeyiş olarak adlandırabileceğimiz “Yurtta Barış, Dünyada Barış” sözcesini dilbilimsel temelli çözümleyebiliriz.
“Türk Cumhuriyetinin en esaslı prensiplerinden biri olan yurtta barış, dünyada barış gayesi, insaniyetin ve medeniyetin refah ve ilerlemesinden en esaslı etken olsa gerektir. Buna elimizden geldiği kadar hizmet etmiş ve etmekte bulunmuş olmak bizim için övünülecek bir harekettir.[30] Yurtta barış, dünyada barış için çalışıyoruz.[31]
Özdeyiş olarak süregelen bu sözceyi Atatürk Ülke fiili bir saldırıya uğramadıkça, savaş bir cinayettir, [Mutlaka şu ve bu sebepler için, milleti savaşa sürüklemek taraftarı değilim. Savaş mecburi ve hayati olmalı. Gerçek düşüncem şudur: Milleti savaşa götürünce vicdanımda azap duymamalıyım. Öldüreceğiz diyenlere karşı, “ölmeyeceğiz” diye savaşa girebiliriz. Lâkin, millet hayatı tehlikeye maruz kalmayınca, savaş cinayettir.][32]
sözcesini de bağlama alarak şunu söyleyebiliriz.Yurtta barış sözcesini, Türkçenin yaygın tümce yapısına dönüştürerek çözümlediğimizde, bilgi değerine ve konum yorum ilişkisine daha kolaylıkla ulaşabiliriz. 1. Yurtta ve dünyada barış sağlanmalı. 2. Yurt ve dünya ayrımının çıkarımı, yurtta savaşa neden olan güçler ve koşullar ortadan kaldırılmadıkça, uluslararası savaş önlenemez. Sezdirimden ulaşılabilecek çıkarım ise, yurtta barışın düşmanları, yurdun ve ulusun da düşmanlarıdır. Bu iç düşmanlar, uluslararası savaşa neden olan sömürgecilerle çıkarbirliği içindedirler ve bu gücün yenilmesi, bu ilişkinin bitmesine ve uluslar arası savaşın koşullarının zayıflamasına neden olur ve barış sağlanır. Soyut bir barış, gözü yaşlı edilgen bir barış, teslimiyetçi bir barış, yanılsamalı bir barış olgusu yerine, tarihsel, ekonomik, sosyal temellerinin bilimsel çözümlemesine dayalı bir barış çağrısı gerçekten, genel olarak dilin, özel olarak Türk dilinin, en kısa sürede, en az anlam kaybıyla, en az çaba harcayarak bildirişim sağlama ilkesine de uygun olarak dilsel gücü tartışmasız bir sözcedir; Yurtta Barış, Dünyada Barış, özdeyişi.
“Ethem, İstanbul’a olan sempatisini artık açıkça söylüyor, bize yolladığı telgrafta. (…) Anadolu hükümetinin, tamamen kendi kişisel çıkarları için yürüttüğü savaş nedeniyle halkın yorulduğunu belirtiyor. Ben onunla ilişkimi bütünüyle kesmeye kesin karar verdim. Eğer kayıtsız şartsız bana bağlı olursa, bakarım, belki bağışlarım. Direniş gösterirse, çetesini güçle darmadağın ederim ve onu kesinlikle asarım” “Milletimiz bu haydutları (işgalci sömürgeciler) er geç vatanımızdan kovacaktır.[33]
Bu sözcenin, derin yapısı, yüzey yapısına yakın bir anlam ağı ile örülmüştür. Ethem, İstanbul Hükümeti’nden yana, Anadolu Hükümeti’ne karşıdır. Ethem bunu açıkca bildiriyor. Atatürk’ün değerlendirmesi, O ve çetesinin işbirlikçi olduğudur. Ancak, bağışlanabilir [bağışlanabilirliği yargısına dikkat etmek gerek, tümel bir değerlendirmede Ethem’in bağışlanmasını sağlayabilecek dünyabilgisine sahip olmak gerek]; işbirliğinden uzaklaşır, Anadolu Hükümeti’nin emrine girerse. Aksi durumda kesinlikle cezalandırılacaktır. Kesinlikle sözcüğü, bu sözcede, doğal vurgu almıştır. Türkçede eylemönü, doğal vurgudur. Doğal konuşucu, önemsediği, birimi eylem önüne alarak/koyarak sözcenin anlam ve anlatım yoğunluğunu, dikkati oraya yönlendirir. Bu sözcenin bağlamı, Sovyet elçisinin, Ethem’den yana sözüretmesi sonucu, M.Kemal’in temel bir ileti olarak, “kesinlikle” sözcüğünü, eylemönüne yerleştirmesi ile alıcı ve uzak alıcıya ilişkin tartışmasız yargısını sezdirmiştir. Sözcede konu, Ethem; yorum ise, işbirlikçidir ve ilişki kesilmiştir. Sözcedeki sezdirim şudur; işbirlikçilik bağışlanmaz. Sözcenin bilgi yapısı; alınan karar ve ulaşılan yargı; Ethem’in telgrafındaki değerlendirmeye dayanmaktadır. Yargı, tutum ve kararın gerekçesi nesnelleştirilmiştir. Bu dilsel üretim, M.Kemal’in değerlendirme sözcelerinde yansız, nesnel dil kullanımının bir başka kanıtıdır da.
Ancak kan dökmek taraftarı olmayan milletimiz hakkı teslim ve vatanı derhal terk edildiği taktirde barış görüşmelerine hazırdır. (….) Padişahlık ve hilafet makamından başlayarak memleketin küçük büyük bütün kuruluşları, kurumları, İngilizler tarafından milletimizi tutsak almak için oyuncak kabul edilmiştir. Milli topraklarımız dahilinde Fransızların, İtalyanların ve Yunanlıların konulmuş bütün hukuk ilkelerine ile çelişen, gerçekleştirdikleri işgaller, hiçbirşeyin mazur gösteremeyeceği kanlı bir mücadeleye yol açmıştır. Kendini savunma olanaklarından tamamiyle yoksun bırakılan birtakım şehirlerimiz ve özellikle, kendini kahramanca savunan Antep Kenti, Fransızların her türlü hukuk ve insanı kurallara aykırı olarak geceli ve gündüzlü top ateşiyle yıkılmakta yok olmakta ve birçok kadın ve çocuk kıyıma uğratılmaktadır. Sömürgeci (itilaf) devletler milletimizi bütün insani hukuktan yoksun bir hayvan sürüsü, memleketimizi sahipsiz, açık arazi kabul etmektedirler. Bu yanlış kabuller yüzünden her gün artan zulüm ve haksızlıklarını uygulamaktadırlar. Oysa ki, milletimiz yaşamının ve bütün insani hukuk ve görevlerinin bilinciyle ve vatanına tamamen sahip ve özgürlük ve bağımsızlığına aşık ve sadakatle bağlıdır.
Ve varlığını ve geleceğini savunmaktan başka bir şey yapmıyor.
Bağımsızlık ve özgürlük için mücadele eden milletimi haklı davasını bütün insanlık vicdanının takdirine havale eder”[34]
Yukarıdaki metin, yazılı bir sözcedir. United Telgraph’ın sorularına yanıttır. Sözcenin bütünündeki temel ileti; güçlü barış istemi ve bunun olmazsa olmaz koşullarıdır. Barış ve savaş eytişimi, gerekçelendirilerek ve güçlendirilerek kurulmuştur. Sürmekte olan savunma savaşı ve bu savaşın barışa dönüşümü betimsel ve bilimsel bir söylemle örülmüştür. Dildışı bağlam dünya insanlığıdır. Dilsel verici konumundaki M.Kemal, birinci alıcı konumundaki gazete aracılığıyla, ikinci, uzak ve birinci alıcıya bağlı alıcılara Türkiye odaklı belirleme, betimleme, gerekçelendirmeleri işgal, savaş, barış, bağımsızlık, özgürlük, haklılık, insanlık kavram ağlarının ilişkisi içinde anlam ağını kurarak ulaştırma kurgusuyla metninin üretmiştir. Sözcede birincil konu, Millet; yorum ise:
- barış istemektedir
- insanlık ve vatan bilincine sahiptir; özgürlük ve bağımsızlığa aşıktır.
- bağımsızlık ve özgürlük için mücadele etmektedir.
- Varlığını ve geleceğini savunuyor
Sözcede ikincil konu, emperyalist işgal güçleri (Emperyalist Fransa, İtalya, İngiltere ve İngiltere tarafından yönlendirilerek savaşa sürülen Yunanistan’dır); Yorum ise:
- ülkeyi işgal, milleti tutsak kılmak istemekteler
- halkı kıyıma uğratmaktadırlar
- uluslarası hukuk ve insan haklarını hiçe saymaktadırlar
- halkı sürü, ülkeyi sahipsiz sanmaktadırlar
- yanılmaktadırlar.
Birincil sözcedeki konuya ilişkin yorum öbeklerinde doğal vurguları; barış, bağımsızlık, gelecek sözcükleri eylemönü doğal odağındadır. İkincil konunun yorum öbeğinde ise; tutsak kılmak, kıyım, sahipsiz ve yanılgı eylemönü ile doğal vurgudadır. Vurgular karşıtlığı sözcenin bütüncül üretiminde bilinçli bir metinleştirme sürecini kanıtlamaktadır. Sözcede karşıtlıkların kurulması ve işletilmesinde sezdirimler derin yapının kavranmasıyla açığa çıkmaktadır. İşgal, bağımsızlık; savunu, yanılgı; mücadele, barış; özgürlük, uluslararası hukuk gibi kavramsal karşıtlıklarla metinleştirilen sözcelerin bütüncül sezdiriminde ulus ve düşman kavramlarına ilişkin yüzey yapıdaki bilgi değerleri asal/üst kavramsal karşıtlık içinde üretilmiş, bu üretim, sözcelerin derin yapısından şu çıkarımlara ulaşılmasını sağlamaktadır:Savaştan düşman sorumludur, barıştan ise saldırıya uğrayan ulus. Yanılgıları, zora ve kıyıma dayalı siyasi, askeri saldırıları karşısındaki ulusun bilinci ve kararlılığına ilişkindir. Bu nedenle yenileceklerdir. Barışı sağlayacak olan temel güç bu çelişkili ilişkidir. Olgulara dayalı bu saptama bütünü, emperyalist dünyaya bir zorunluluğun duyurusudur. Akıllı olun! çağrısıdır. Sezdirimin sözcesel dayanakları ise şunlardır: Biz, saldırıya uğrayan ulus, barışı sağlayacak güce, bilince, kararlılığa sahip bir uğraşı veriyoruz. Böylesi uğraşıların yenilgisini düşünmek, uscul değildir. Böylesi güç karşısında her türlü saldırı; şiddeti, biçimi, kuramı ne olursa olsun, yenilecek ve geri çekilecektir.
SON SÖZ YERİNE
“Henüz çok gençsiniz dedim, ama, muzaffer bir generalsiniz. Büyük işler başardınız. Ölüm döşeğindeki bir ulusa can verdiniz, onu emperyalizmin boyunduruğundan kurtardınız. Ulusunuz bunu takdir ediyor.
Mustafa Kemal:
Evet, doğru dedi. Ama, benim başladığım işi kim sürdürecek? Size birçok defalar anlatmıştım, benim böbreklerim hasta. Böbrek hastaları uzun süre yaşamazlar. Ben bunu çok iyi biliyorum. Ulus, liderler ortaya atacaktır. Bundan hiç kuşkum yok. Ama bunlar, sayısı pek çok olan düşmanlara karşı koyabilecekler mi? Bu beni çok korkutuyor.![35]
Ölümü bilinçle bekleyen birinin, ölümü konu yapmak yerine, ölümü sonrasında, ülkesini konu yapması, yorumlarını bu konuya yöneltmesi bilinçli ve güçlü yurtseverliğin tanımı olsa gerek.
Ölümünden hemen sonra adım adım işbirlikçi çok sayıda içdüşmanların yardımıyla sömürgecilere [gerçekte bu iki düşman gücü ayırmak anlamsızdır] başta ekonomik değerler olmak üzere, siyasal, kültürel, teknolojik, dinsel bağımlılıktan öte tam teslimiyet ile yeniden sömürgeleştirilen Türkiye’nin ve diz çöktürülen Cumhuriyet’in bağımsızlıkçı, ilerlemeci, devrimci güçlerinin de bu çok sayıda iç ve dış düşman saldırıları ile ezildiği gerçekliği ile yüz yüzeyiz.
Korktu.! Korktuğu [ülkesinin] başına geldi.
Devrimci Cumhuriyeti savunacak güçler ve ekonomik, sosyo-kültürel, bilimsel güç kaynakları karşı devrimlerle ezildi, satıldı, geçildi.
Kalanlar ise, gerçeği kavrayamayacak denli gerçeğin dışında.
“Gerçek ne denli korkunç olursa olsun, gerçeği bilmemekten daha korkunç olamaz”
Küçük dünyaları ve küçük çıkarlarını koruma uğraşısı veriyorlar. Onları da yitirecekler.
Pek umut yok mu? Var, bilimde.
Eğer bilim kurumları ve bilimciler oyalanmaktan vazgeçerlerse. Aydınlatma görevi ve cesaretini de gösterirlerse.
“Bilimin en kolay tanımı” der Bernal, “bilim adamlarının yaptıklarıdır”[36]
Bilim, köklü, sürekli değişme ve değiştirme niteliği gereği devrimcidir. Bilim insanları da bu niteliğe uygun olarak devrimcileşirse…Bilim ve bilimci yönünü Türkiye’ye dönerse…
KAYNAKÇA
Atatürk’ün Bütün Eserleri, Kaynak Yayınları, 1-15 Cilt, İstanbul, 2003
Atatürk’ün Tamim, Tebliğ ve Belgeleri, TTK Yayınları, Ankara, 1991
Başak Alango, Bir Tarama Çalışması: -mI-nın Sözcenin Düzenlenmesindeki Rolü, XIV.Dilbilim Kurultayı Bildirileri, Çukurova Üniversitesi Yayınevi, Adana, 2001
Bedia Akarsu, Atatürk Devrimi ve Yorumları, TDK Yayınları, Ankara, 1981
Berke Vardar,Dilbilim Terimleri Sözlüğü, Multilingual Yayınları, İstanbul, 2002
Ferdinand de Saussure, Genel Dilbilim Dersleri (Çev. Berke Vardar) Birey ve Toplum Yayınları, Ankara, 1985
Gürkan Doğan, Söylemin Yorumlanması (Söylem Üzerine İçinde. Hz.A. Kocaman) ODTÜ Yayınları, Ankara, 2003
Johannes Glasneck Kemal Atatürk ve Çağdaş Türkiye (Çev.Arif Gelen), Onur Yayınları, Ankara, 1976
John Desmond Bernal, Bilimler Tarihi, Sosyal Yayınları, İstanbul, 1976,
Lev Semenovich Vygotsky, Düşünce ve Dil (Çev. S. Koray) Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, 1985
S. Sedat Kavlak, Atatürk Araştırma Dergisi, 75 Yılda Neler Yapıldı, Neler Yapılmalı, Sayı 43, C XV, Mart 1999 (www. atam.gov.tr)
M.Osman Toklu, Dilbilime Giriş, Ankara, Akçağ Yayınları, Ankara, 2003
N.Engin Uzun, Anaçizgileriyle Evrensel Dilbilgisi ve Türkçe, Multilingual Yayınları, İstanbul, 2000
N.Engin Uzun, Dilbilgisinin Temel Kavramları, Türk Dilleri Araştırma Dizisi:39, İstanbul, 2004
Paul Ricoeur, Söz Edimleri Kuramı ve Etik, (Çev. A. Altınörs) İstanbul, Asa Yayınları, 2000
S. İ.Aralov, Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Anıları (Çev. H.Ali Ediz), Birey Toplum Yayınları, İstanbul, 1985
Şükriye Ruhi, Söylem ve Birey (Söylem Üzerine içinde Hz.A. Kocaman) ODTÜ Yayını, Ankara, 2003