Dünya çapında ünlü bir filozof ve eğitim düşünürü olan John Dewey (1859-1952), araççılık ya da deneyselcilik adını verdiği, dünyanın en kapsamlı eğitim kuramını geliştiriyor. Araççılık, pragmacılık (pragmatism), adıyla anılan görüşlerin en geliştirilmiş biçimi ve en sistemli olanıdır. Onun kuramı, yalnızca yurttaşı olduğu Amerika Birleşik Devletleri’nin değil; Türkiye’nin ve dünyadaki pek çok ülkenin eğitimini ve eğitimcisini derinden etkiliyor. Eğitimleriyle ilgili görüşlerinden yararlanılmak üzere, Türkiye’den başka Sovyetler Birliği, Çin Halk Cumhuriyeti ve Meksika hükümetlerince de ülkelerine çağrılıyor.
Atatürk (1881-1938) ise yurdumuzun kurtarıcısı, Cumhuriyet’imizin kurucusu, büyük aydınlanma devrimcimiz ve dünyanın sevgi ve saygısını kazanmış, barış yanlısı yüce önderi! 31 ülkenin 72 yerinde anıtı, heykeli ya da büstü bulunan, 41 ülkede 18 yere adı verilmiş olan, 20. yüzyılın ileriyi gören, öngörülü, büyük görüş gücü olan en büyük devlet adamı!
Amerikalı psikiyatri profesörü Arnold Ludwig, 18 yıl sürdürdüğü bilimsel araştırmada, 20. Yüzyılın 2.000 önderi arasında vizyoner ve toplumsal mühendis sıfatıyla en büyük devlet adamı sanına (unvanına) layık kişi sıralamasında en yüksek puanı Atatürk alıyor. Araştırmacı, Atatürk’ü “Türkiye’nin kurucusu, yurttaşlarının çoğu için çok üstün bir simge, Türkiye’de demokrasinin alt yapısını kuran, yerine göre otoriter, yerine göre demokrat tutum gösteren (durumsal) bir önder” olarak tanımlanıyor. Atatürk’ün ayrıca “çok yüksek bir duygusal zekâya sahip, kendi kültürünü ve insanını çok iyi tanıyan kişi” olduğunu belirtiyor. Ludwig, dünyada ülke yönetmiş politikacılarla ilgili bu araştırmasını, 2020 yılında Çağın Kralı (King of te Mountain) adıyla kitap olarak yayımlıyor.
John Dewey’nin Araççılık Kuramının Temel İlkeleri Nelerdir?
Dewey, gelmiş geçmiş belli başlı eğitimci, eğitim öncüsü, eğitim felsefecisi, psikolog, sosyal psikolog, insan bilimci ve iktisatçının görüş ve buluşlarının ışığında oluşturduğu ve araççılık diye adlandırdığı işlevsel eğitim kuramını, “çocuk-okul-toplum” üçlüsü üzerinde yükseltiyor.
Ünlü düşünür, kuramında bu üçlüyü açıklarken, kısaca ve anlam olarak şu yaklaşımı ortaya koyuyor:
Eğitimde çıkış noktası, gündelik yaşam olmalıdır. Çünkü tek gerçeklik, bu ortak deneyim dünyasıdır. İnsana ilişkin deneyimin bilim yoluyla sistemleştirilmesi insan zihninin en büyük başarısı olduğuna göre, dünyaya bilim yoluyla yaklaşılmalıdır. Dolayısıyla eğitimi de “deneyimleri sürekli düzene sokma, yeni baştan yapılandırma ve dönüştürme süreci” olarak gerçekleştirmeliyiz.
Tutarlı bir deneyci olan insanın, dünyayı ve dünyada olup bitenleri yalnızca deneyimleri yardımıyla öğrendiğini ve bu sayede durumunu iyileştirdiğini unutmamalıyız. Ancak, deneyimlerin eğitici olması için etkin olmaları gerekir. Büyük ölçüde edilgin yaşanan deneyimler, eğitici özellik taşımıyor.
Ne demektir, eğitici; yani etkin deneyim?
Eğer bizim yaptıklarımızla dışarıda bu durumun bir sonucu olarak ortaya çıkan değişiklikler ya da başımıza gelen şeyler arasında bir bağ kurabiliyorsak, bunlar bizim için eğitici deneyim oluyor. Örneğin çocuk, elini kaynar suya batırdığında, onda kaynar suyun elini yaktığına ilişkin bir algı, bir bilinç gelişmiş olmalıdır. Eğer çocuğun bu deneyimi edilgin bir deneyim olarak kalırsa; yani çocukta kaynar suyun, elini yakacağına ilişkin bir algı, bir bilinç oluşmazsa, bu deneyimin eğiticiliğinden söz edilemiyor. Öyleyse, gerçek bir öğrenmenin bir sorunla baş etmeye, bir sorunu çözmeye çalışırken oluştuğunu bildiğimize göre eğitim, baştan sona, sorunsal durumlar ele alınarak sürdürülmelidir.
Geleneksel eğitim, bu yaklaşımın çok uzağındadır. Çünkü geleneksel eğitim, “ders kitaplarında yazılı olan ve öğretmenin aklında tuttuğu bilgileri edilgin konumdaki öğrencilere aktarma” biçiminde, yüzeysel, ilgiyi, sevgiyi söndüren bir yolla sürdürülüyor. Öğrencilere öğrenme süreci değil de bir belleme süreci yaşatılıyor, geleneksel eğitimde. Öğrenciler, eğitim sürecini edilgin olarak yaşadıkları; onların ilgileri, istekleri, merakları yok sayıldığı, hesaba katılmadığı için bu oldukça zorlanarak öğrendiklerini kısa sürede unutuyorlar.
Deneyim edinmeye, sorun çözmeye dayalı işlevsel, araççı (deneysel) eğitimde ise öğrenciler, zihinsel düzenlemelerini ilgi, istek, merak temelli öğrenme etkinliklerinin eşliğinde gerçekleştiriyorlar. Jon Dewey, bu yeni eğitim uygulamasını bir bulgucunun (kâşifin) ilgili alanda yapacağı çalışmalara benzetiyor. Bulgucu, haritasını hazırlayacağı alanda yapacağı gezide kendisini hangi serüvenlerin beklediğini başlangıçta bilmiyor, kestiremiyor. Bulgu için yola çıkışından bir süre sonra dağları, ovaları, nehirleri bulmaya başlıyor. Bu kişi, söz konusu süreçte yorulsa, zorluklarla, güçlüklerle karşılaşsa da onun için bu uğraşı, bir o kadar da coşkulu bir serüvene dönüşüyor. Bu meraklı, serüven dolu sürecin sonunda, bölgeyi tüm yönleriyle ayrıntılı olarak tanıyan kişinin yaptığı harita, ona hem zihinsel bir düzenleme hem de bu süreci coşkuyla yaşama olanağı sağlıyor.
Bu yeni eğitim uygulamasında öğrenciler, bunun gibi etkili bir toplumsal-ruhsal ortamda, öğrenim etkinliklerinin odağında yer alarak çalışıyor ve öğrendiklerini içselleştiriyorlar. İçselleştirme gerçekleşince de öğrendiklerini davranışa dönüştürebiliyorlar.
Geleneksel yaklaşımda ise, öğretmenin ve ders kitaplarının güdümünde bölgenin çeşitli özelliklerini birtakım işaretlerle ortaya koymaya benzer bir çalışma sonucu, kuru bir zihinsel düzenleme yapabiliyorlar. Yani öğrenciler, sorunla karşılaşmadan, sorunu yaşamadan, yeni, gerek yaşantılar edinmeden sunulan hazır bilgileri akılda tutmak zorunda kalıyorlar. Bu durumda öğrenmeyi değil; bellemeyi sağlayan bu çalışma ile elde edilenler ya davranışa dönüşmeden unutulup gidiyor ya da ancak papağan gibi yinelenen bilgiler olarak kalıyor.
Dewey’e göre “okul deneyimleriyle okul dışında edinilen deneyimlerin birlikte değerlendirilmemesi”, eğitime büyük zararlar veriyor. Öğrencilerin, okulda geçen zamanı, “yitirilen zaman” olarak görmelerinin ana nedeni, onların okul dışında edinmiş oldukları deneyimleri okul içinde yaratıcı bir biçimde kullanamamaları; okulda öğrendiklerini de gündelik yaşama uygulayamamalarıdır.
Okulu toplumdan koparmak, öğrencileri, öğrenme sürecini anlamlı bir süreç haline getiren duygusal bağlardan koparmakla eş anlamlıdır. Bu ikilem, bu kopukluk ancak, çocukların gündelik deneyimlerinden yola çıkan bir öğrenme yöntemi kullanmakla giderilebilir. Eğer, çocuğun gündelik deneyimleriyle okuldaki öğrenim etkinlikleri arasında bir bağ kuramazsak, ne gerçek anlamda bir öğrenmeyi başarabiliriz ne de uygulanan öğretim etkinlikleriyle bilinmeyene doğru bir yol alabiliriz.
Dewey’nin önemle üzerinde durduğu öbür iki konu ise, dilin araçlığı ve okulda çocuklara, öngörülen yaşam biçimine uygun bir toplumsal ortamın sunumu oluşturuyor. Dil, hem etkili bir iletişim için gerekli kavramları edinmemizi hem de toplumun değerlerini, bilgelik birikimini, inançlarını ve ülkülerini kavramamızı sağlayan en etkili araçlardan biridir. Öyleyse okul, çocuk ve gençlere dilin içerdiği anlamları içselleştirmelerini ve türlü yaşam biçimlerini kavramalarını sağlamak üzere, değeri kanıtlanmış yazınsal ve düşünsel yapıtları da okumak zorundadır.
Ancak, çocuk ve gençlerden benimsemeleri istenen demokratik yaşam biçimini yalnızca okumakla kazanmalarının beklenemeyeceği açıktır. Bu nedenle çocuk ve gençlerin demokratik bir toplumsal-ruhsal ortamda yaşamalarını ve böyle bir ortamda öğrenim görmelerini sağlamak, okulun ilk ve temel görevi olmalıdır. Yani toplum, demokrasiyi benimsemiş bir toplumsa, okullarında öğrencilerine demokratik bir ortam yaratmak durumundadır.
Demokrasi ise, yalnızca bir yönetim biçimi değildir; onun çok ötesinde anlamlar içeren bir olgudur. Şöyle ki bir toplum içindeki her küme, belli ortak çıkarlara, değerlere, anlamlara sahiptir. Bir toplumdaki demokrasi, bu farklı toplumsal kümeleri, benzer hedefler, amaçlar, değerler ve anlamlar çevresinde buluşturabildiği; toplumsal kümeler arasındaki engelleri en aza indirebildiği ölçüde gelişmiş bir demokrasi demektir.
İşte, küçük ölçekli bir topluluk olan okul, bu ortak değerleri yaşama geçirerek demokratik bir toplumun okulu olduğunu kanıtlamak zorundadır.
Atatürkçü Eğitimin Temel İlkeleri Araççılık Kuramı ile Örtüşüyor mu?
Atatürk’ün, ulusunu çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkarmak için yaptığı devrimleri halkına benimsetmek amacıyla uygulamayı amaçladığı eğitimin dayandığı temeller, John Dewey’nin araççılık adlı eğitim kuramıyla bire bir örtüşüyor.
İncelediğimizde, onun söylev ve demeçlerinin, bütün eğitim girişimlerinin ve uygulamalarının buna tanıklık ettiğini görüyoruz. Örneğin Atatürk’ün şu sözü, John Dewey’nin araççılık adını verdiği işlevsel eğitim kuramının özeti gibidir. Atatürk, eğitimin yöntemi konusunda diyor ki:
“Eğitim öğretimde uygulanacak yöntemin amacı, bilgiyi insan için fazla bir süs, bir baskı aracı ya da uygar bir zevkten çok, maddi yaşamda başarılı olmayı sağlayan, uygulanabilir ve kullanılabilir bir aygıt durumuna getirmektir.”
Eğitim programlarına ilişkin şu sözünün de aynı doğrultuda olduğunu görüyoruz. Diyor ki Atatürk:
“Hükümetin en verimli ve en önemli görevi, milli eğitim işleridir. Bunda başarılı olabilmek için öyle bir program izlemeliyiz ki o program, ulusumuzun bugünkü durumuyla, yaşamsal gereksinimi iel, çevresel koşullarıyla ve çağın gerekleriyle orantılı ve uyarlı olsun. Bunun için çok önemli; ama düşsel, belirsiz düşüncelerden uzak durarak gerçeğe etkili bir gözle bakmak ve el ile dokunmak gerekir.
Atatürk’ün “yaşamda en gerçek yol göstericinin bilim ve teknik olduğu” konusundaki uyarısı da Dewey’nin yaklaşımıyla örtüşen bir başka örnektir.
Bu örtüşmeye ilişkin çok önemli bir örnek ise 1936’da Atatürk’ün önerisiyle bir ön deneyim niteliğindeki eğitmen yetiştirme; ardından da o deneyimin ışığında İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’un 1940’ta kurduğu köy enstitüleridir.
Tıpkı Atatürk’ü ve John Dewey’yi doğrulayan bir anlatımla “Uygulanmayan bilgi, boş ve gereksiz bilgidir. Bilmek demek, yapmak demektir.” diyen Tonguç, bu tüm yurt yüzeyini kapsayan girişimiyle Atatürk’ün ta 1920’lerde Türkiye Büyük Millet Meclisinde söylediği şu sözlerin gereğini yerine getiriyor. Atatürk, 1922’de diyor ki:
“Yedi yüzyıldan beri dünyanın çeşitli yönlerine sürdüğümüz, kanlarını akıttığımız, kemiklerini topraklarında bıraktığımız ve yedi yüzyıldan beri emeklerini ellerinden alıp savurduğumuz ve buna karşılık, hep hor görerek, aşağılayarak karşılık verdiğimiz ve bunca özveri ve bağışlarına karşı nankörlük, utanmazlık, küstahlık, zorbalıkla uşak mertebesine indirmek istediğimiz bu asıl sahibin önünde bugün, bütün utanç ve saygı ile duruşumuzu alalım.”
Atatürk, bu sözlerinin devamında da bu asıl sahibin önünde niçin saygı ile duruşumuzu almamız gerektiğini şöyle açıklıyor:
“Bu yurdun gerçek sahibi, büyük çoğunluğunu oluşturan köylüdür ki bugüne kadar bilgi ışığından yoksun bırakılmıştır. Bundan ötürü bir yandan bilgisizliği gidermeye çalışırken, öte yandan da yurt çocuklarını toplumsal ve ekonomik alanlarda etkin ve üretken kılmak için gerekli olan bilgileri uygulatarak öğretme yaklaşımı, ulusal eğitimimizin temelini oluşturmalıdır.”
İşte Tonguç, o köylülerimizin köylerini canlandırmanın yolunu açıyor. O zamanki ülke nüfusunun yüzde seksenini barındıran tüm köylerimizi kucaklayan özenli ve bilinçli bir planlamayla; Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in ve Cumhurbaşkanı İnönü’nün de yakın ilgisiyle Türkiye’nin 21 bölgesinin 20’sinde, yalnız yetenekli köylü çocukların çağdaş bir eğitim görmelerini ve köylerimizi canlandırma ülküsüyle öğretmen olmalarını sağlayacak köy enstitülerini kurmayı başarıyor. Hızla büyük köylerimiz öğretmene, küçük köylerimiz de eğitmene kavuşturulmaya başlanıyor.
Köylere Ulaşmaya Başlayan Atatürk Aydınlığı Nasıl Söndürüldü?
1924’te ülkemize çağrılan ve Türkiye Maarifi Hakkında Rapor adıyla bir de rapor veren John Dewey, 1945’te ikinci kez ülkemize gelip Hasanoğlan Köy Enstitüsündeki eğitim uygulamalarını görünce bütün dünyaya şöyle sesleniyor:
“Benim düşlediğim okullar, Türkiye’de “köy enstitüleri” olarak kurulmuş. Tüm dünyanın bu okulları görüp eğitim sistemlerini Türklerin kurduğu bu okulları göz önünde bulundurarak yeniden yapılandırmaları isabetli olacaktır.”
Biz ise 1967’de bu okulları asıl amacından uzaklaştırmaya başlıyoruz. Yücel’i Millî Eğitim Bakanlığından; Tonguç’u da İlköğretim Genel Müdürlüğünden alıyoruz. Onların yerine köy enstitüsü ülküsüne karşı olan kişileri göreve getiriyoruz. Tonguç’un dava arkadaşı olan köy enstitüsü müdürlerinin yerine de enstitü eğitimine karşı olan müdürleri atıyoruz.
Bununla da yetinmiyor, bu kurumları 1953-1954 öğretim yılında da İlköğretmen okullarına dönüştürerek tümden kapatıyoruz. Böylece üretici, yapıcı, yaratıcı bir eğitim anlayışını yok ederek bu okullardaki eğitimi de öbür okullarımızda olduğu gibi gerçek yaşamdan kopuk, dört duvar arasında sürdürmeye başlıyoruz. Neyse ki bu okullarda temeli atılmış olan anlayışın izleri kolaylıkla silinemediği için köy enstitüsündeki eğitim anlayışı, bir ölçüde İlköğretmen okullarında, bu okulların da öğretmen liselerine dönüştürülmesine dek sürüyor.
Köy enstitüleri kapatılmasaydı, 1960’larda bütün köylerimiz okula ve öğretmene kavuşturulmuş olacaktı.
Öğretmen yetiştirme, 1982’de de eğitim Fakültelerine devrediliyor. Atılan bu adımla da 135 yıllık öğretmen yetiştirme deneyimimiz, birikimimiz, deyim yerindeyse, çöpe atılıyor. Çünkü o güne dek devredile gelen birikimin temsilcilerinin tama yakınının bu kurumlarla bir anda bağı kesiliyor. İleride eğitim tarihimizi yazanlar, bunu kotaranları da kuşkusuz, iyilikle anmayacaklardır.
Ne yazık ki eğitim fakültelerinde de söz ve yazı ağırlıklı, öğretmenlik deneyimi kazandırmaktan uzak kuramsal bilgiler verme biçimindeki geleneksel anlayışı andıran bir eğitim sürdürülüyor. Nitekim 2005’te Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesinin; 2006’da da Yükseköğretim Kurulunun yaptırdığı bilimsel araştırmalar, bu kurumlarımızın, öğretmen yetiştirmede başarılı olamadıklarını ortaya koymuş bulunuyor
Bu Durumda Ne Yapılmalıdır?
Eğer her alan için gerekli nitelikli insan yetiştirmenin tek ve en etkili aracı yetkin bir eğitim ise; yetkin eğitim de ancak yetkin öğretmenler eliyle gerçekleştirilebiliyorsa, daha fazla gecikmeden eğitimimiz çağdaş dünyada geçerli olan demokratik, laik, bilimsel ve işlevsel temelde yeniden yapılandırılmalıdır. Eğitim fakültelerinde de öğretmenlik bilgi, beceri ve değer duygularını yaptırarak, yaşatarak öğretebilecek yetkin bir eğitici kadro var edilmelidir.
Bu yeni eğitim sisteminde görev alacak olan yetkin öğretmenler, o zaman şu başarılara imza atacaklar:
ü Atatürk’ün eğitim devrimi ilkelerine uygun bir uygulama ile Atatürk devrimlerini koruyucu ve tamamlayıcı bir tutum ile çalışacaklar. Yani parasız yatılı ve gündüzlü okullarımızda varsıl-yoksul bütün çocuk ve gençlerimize eleştirel düşünmeyi ve duyarlığı önceleyen bir eğitim verecekler.
ü Çocuk ve gençlerimize acıyı, sevinci, mutluluğu, insan severliği, eşitlik duygusunu, doğa sevgisini, yaşayabilecek ve yaşatabilecek düzeyde kavratacaklar. Yani onlara sağlıklı bir toplumsal-ruhsal gelişim kazandıracaklar.
ü Çocuk ve gençlerimizi varlığımıza ve birliğimize saldıran her gücü alt edebilecek bir savunma yeteneği ile donatacaklar.
ü Eğitime çocuk-okul-toplum üçlüsü bütünlüğünde, bir bulgucunun (kâşifin) bulgu (keşif) sırasında yaşadıkları gibi ilgi, istek ve merak temelli, sorun çözücü, yaratıcı deneyimlerin edinildiği bir işlevsellik kazandıracaklar. Yani eğitimi öğrencilerin yapıcılıklarını, yaratıcılıklarını geliştiren; onlara boş ve gereksiz bilgiler vermek yerine, “maddi yaşamda başarılı olmayı sağlayan, uygulanabilir ve kullanılabilir bilgi, beceri ve değer duygularını benimseten bir aygıt” durumuna getirecekler.
ü Yetkin öğretmenler bunları öğrencilerine özgün, yazınsal, düşünsel yapıtlar ve demokratik standartlara uygun toplumsal-ruhsal ortamlardaki ortak yaşantılar yoluyla benimsetecekler.
ü Bu uygulamalarını köy enstitülerinin bütün dünya için örnek birer eğitim kurumu niteliği kazanmasını sağlayan temel ilkelerini yaşama geçirme amacını göz ardı etmeden gerçekleştirecekler.
ü Uyguladıkları eğitimin kendimize ve kültürümüze yabancılaşmadan evrensel düzlemde saygın bir yer edinmemizi sağlamada en etkili araç olduğunu kanıtlamış olacaklar.
Sonuçta da bu düzeyde bir eğitimle yetişen kuşaklar, kendileriyle barışık, bilgiyi ve duyarlı olmayı erdem bilen, herkesin hakkına, kendi hakları kadar saygı gösteren, özgürlük ve sorumluluklarının bilincinde kişiler olarak toplumdaki yerlerini almış olacaklar.
Kaynakça
Bakırcıoğlu, Rasim. Ansiklopedik Eğitim ve Psikoloji Sözlüğü. Genişletilmiş 2. Baskı Anı Yayıncılık. Ankara, 2016
Dewey, John. Tecrübe ve Eğitim. Çevirenler: Fatma Başaran-Fatma Varış. İstanbul, ?
Dewey, John. Demokrasi ve Eğitim. Türkçesi: M. Salih Otaran. Başat Yayımcılık. İstanbul,1996
Özerdim, Sami N. Atatürkçünün Elkitabı-Doğumunun 100. Yılında Atatürk’e Armağan- Türk Dil Kurumu Yayınları. Ankara, 1981
Turpoğlu Çelik, Aysın. “20. Yüzyılın En Büyük Önderi: Mustafa Kemal Atatürk” Herkese Bilim Teknoloji. 9 Nisan 2019
Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi. 4. Cilt Anadolu Yayıncılık. İstanbul, 1983