Şehir dışına çıktığımızda nerelisin sorusu ile karşılaşmamız kaçınılmazdır. Bu sorunun etik olarak doğruluğu tartışılabilir. Ancak her ne kadar hoşumuza gitmese de; karşı konulmaz bir şekilde dudaklardan dökülür, “nerelisin?”. Bu soruya gelen cevaplar doğrultusunda da kişinin kimliği hakkında nispi bazı bilgiler aklımızda oluşur.
Nerelisin sorusunun cevabı Gaziantep olunca da hemen hemen herkesin ilk aklına gelen şüphesiz ki yemek kültürüdür. Bu durum öyle benimsenmiştir ki ilk tanışmalarda bir Gaziantepli ile konuştuğunu fark edenler muhabbeti istemsizce yemek mevzusuna dönüştürebilir. Aslında bu durumun yaşanması beş yüz çeşide yakın yemek türü olan bir şehir için çok da garip değil. Gaziantep’in bu kültürü kolay oluşmadı tabi. Yüz binlerce yıldan bahsediyorlar. Örneğin, Prof. Dr. Ekrem Memiş’e göre Anadolu’daki ilk yerleşim yerlerinden birisidir. 600 bin yıl öncesinde insanların yaşadığına dair bilgiler mevcuttur. Bununla birlikte tarihi çağlarda Sümerler’den tutun Asurlular’a, Hititler’e Romalılar’a, Abbasiler’e, Emevi’lere, Selçuklular’a pek tabiî ki Osmanlılar’a ve ismini saymadığım, sayamadığım birçok medeniyete ev sahipliği yapmıştır. Bu toplumların hepsinden az çok bir kültür mirası kalmıştır. Ve onlar harmanlanmış yeni bir kültür oluşmuştur. İşte bu harmanlanıp oluşan yeni kültür dünyaya nam salmıştır. Gastronomi dalında, Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü’nün (UNESCO) “Yaratıcı Şehirler Ağına” girerek bu alandaki liderliği tescillenmiştir. Günümüzde yemek kültürü yönünden işte bu kadar zenginliğe sahip olan Gaziantep, Kurtuluş Savaşında açlıkla imtihan edilmiştir. Düşmana karşı bütün gayretiyle mücadele eden halk açlık karşısında direnememiş, çaresizce teslim olmuştur. Tarihte acı bir hatıra olarak kalan bu olayı detaylarıyla ve doğrudan olaylara şahit olan kişilerin ağzından dinlemek Gaziantep tarihi konusunda farkındalığı artıracaktır.
Mondros Ateşkes Antlaşması hükümlerine göre geçerli olmayan sebeplerle İngilizlerin Antep’i işgali yaklaşık bir yıl sürmüştür. Bu durum, barış antlaşması imzalanıncaya kadar geçici olarak kabul edildiğinden pek fazla sıcak çatışma yaşanmasına sebep olmamıştı. Fakat iki devletin anlaşması ve İngilizlerin çekilmesiyle Fransızların bölgeye gelişi ortamı bir anda gerdi. Fransızların kalıcı bir işgal politikası izlediğinin anlaşılması üzerine şehirde direniş hareketleri başladı. Fransızlar da bu direnişi kırmanın silahla, topla, tüfekle, hatta öldürmekle mümkün olmayacağını anlayınca şehrin etrafını kuşattı. Dışardan bir buğday tanesinin bile içeriye girmesine izin vermedi.
Antepliler her yıl geleneksel olarak hazırladıkları kışlık erzaklarını savaş yüzünden tamamlayamadılar. Fransız kuşatmasının başlamasıyla birlikte hem halkın hem de cephede savaşan askerlerin iaşelerini temin etmek zorlaştı. Bütün gayretlere rağmen kuşatma yarılamadığından şehre iaşe temin edilemiyordu. Bu durumu göz önünde bulunduran Heyet-i Merkeziye fakir halkın ve askerlerin en az bir aylık ihtiyaçlarını gidermek için bir iaşe komisyonu oluşturdu. Komisyon, kendi ihtiyacından daha fazla erzakı olanlardan fazlalık olan miktarı alarak depo etmiştir. Ancak kuşatma uzun sürdüğünden ve dışarıdan da yardım gelmediği için elde avuçta ne varsa tükenmiştir.
Halk bombardımana alışmıştı; ama açlığa dayanamıyordu. Askerin istihkakı yarıya indirilmiş olmasına rağmen buna da yetecek erzak bulunamıyordu. Evler yeniden tarandı. Halkın evinde yiyecek ne varsa az bir miktarı sahibine bırakıldı, geri kalını askeri depolara taşındı. Depolanmış acı zerdali çekirdeklerine de el konuldu. Bunlar günlerce suda bekletilerek acısı alınmaya çalışıldı. Sonra değirmenlerde öğütülerek una karıştırılıp ekmek yapıldı. Budan zehirlenen de oldu ama başka çare yoktu. Halep cinsi değerli süt inekleri, atlar ve eşekler kesilerek askerin erzakına dâhil edildi. Halkın açlığı ise çok daha içler acısıydı. Açız diyen yüzlerce yoksul, aciz, Heyet-i Merkeziye’nin önünde inliyordu. Bunlara ancak hayatta kalabilecekleri kadar yiyecek veriliyordu. O günlerdeki açlığa tanık olanlar şu ifadelerle durumu özetliyordu:
“Allah o günleri geri getirmesin. Çok acı çektik. Aç kaldık, çıplak kaldık. Bir gün bizim Köroğlu Bostancı’nın beygiri ölmüştü. Açlıktan bu beygirin etini parça parça bölüştük. Beygirin karnından birde yavrusu çıktı. Onu da paylaştık yedik. Aç kalan insan, ayakta kalabilmek için neler yapmazmış.” (Ökkeş Hacerlioğlu)
“Yazıcık Semtinde gece abdest bozmaya çıkan bir çocuk, aç bir köpeğin saldırısına uğramış, sesine koşan annesi çocuğunu parçalanmış bulmuştu.” (Ali Nadi Ünler)
“Ocak ayının son günlerinde odun pazarına bir at leşi atılmıştı bu leşten pay alabilmek için kavga eden kadınlar beş dakikada leşi bitirmişlerdi.” (Ali Nadi Ünler)
“Şehirde mutlak bir kıtlık vardı. 8 ve 9 Şubat’ta şehrin güneyindeki yolun iki tarafındaki hendeklerde birçok çocuğun ot yedikleri görüldü.”(Abadi)
Antep savunmasında aktif olarak görev yapan ve savaştan sonra Hubb-i İstiklalin Abidesi: Gaziayıntab Müdefaası isimli eseri yazan Teğmen Lohanizade Mustafa Nureddin, “Bizi ne top mağlup etti ne tüfek; ne düşman kuvveti bizi kaçırdı, ne mühimmatı; ne tank ne teyyaresi… Bizi yalnız bir şey ezdi, büzdü. Gözlerimizden kanlı yaşlar döktürerek yurdumuzdan çıkardı. O da: Açlık!..” diye ifade ederek şehrin teslimiyetindeki acı gerçeği dile getirmiştir.
Antepliler, dönemin süper gücü denilebilecek nitelikte olan Birinci Dünya Savaşının galibi Fransızlara karşı 10 ay 9 gün boyunca kahramanca direndiler. Silahları yoktu yaptılar, cephaneleri yoktu ürettiler, yeri geldi canlarını çocuklarına kadınlarına siper ettiler, yılmadılar, yıkılmadılar. Acı zerdali çekirdeğini suda ıslatıp una karıştırdılar. Bunu yiyip zehirlenenler bile oldu. Düşmana esir olmamak için atlarını, eşeklerini kesip yediler. Hatta leş bile yediler. Ama kuşatma bir türlü kalkmadı. Dışarıdan tabiri caizse bir buğday tanesi bile şehre girmedi. Kendi canlarından zaten vazgeçmişlerdi. Yalnız çocuklarının gözlerinin önünde açlıktan erimesine dayanamadılar ve çaresiz teslim oldular. Teslim olmalarına rağmen onurlu direnişlerine ithafen düşman komutanlarından M. Abadi, Antep savunmasını, I. Dünya Savaşı’nda Almanların çok büyük bir saldırısını püskürttükleri Verdün Muharebesiyle özdeşleştirmiştir. Ancak Abadi’nin gözden kaçırdığı bir şey vardı. Verdün muharebesinde birbirine denk iki devlet çarpışıyordu. Gaziantep’te ise 1. Dünya Harbi’nin galibine karşı bir avuç şehir halkı direniyordu.