Bir sonbaharın en enfes anı, şüphesiz, bir sabah uyandığınızda etrafınızın tamamen beyazla kaplı olduğunu gördüğünüz, gündelik elbiselerinizden feragat ederek urba hamalı olmaya başladığınız zamandır. Artık, güneşli zamanlara katık edilen hafif serin rüzgârlar, muhtemelen dört aylık bir seyahate çıkmış; yerine de, bir önceki yıl Balkanlar’a yahut Kafkasya’ya Nevruz zamanı yolcu edilen, aralıkla birlikte Anadolu topraklarına teşrif buyuran soğuk ve kar gelmiştir… Kış gelince, artık akşam ne zaman oldu, gün ne zaman doğdu bilinmez…
Anadolu’da zaman, her mekânda aynı işlemez. İstanbul’da örneğin, büyük iş merkezlerinde sabahla akşam arası, çalışanlar için öğle yemeği ve sigara aralarında önlerindeki bilgisayardan kendilerini ayırıp gerçek insanlarla konuştukları yahut gökyüzüne bakarak etrafındaki mekânı unuttukları anda farklı işlemeye başlar. Osmanlı payitahtı İstanbul’da eğer bir gezmen değilseniz, sizde bıraktığı intiba, bizler gibi Anadolu’da yaşayan dimağlardakinden oldukça farklı olacaktır. Yürüdükçe uzayan sokaklar, her biri bir hayat acelesinde milyon tane insan, sayısız kedi, eskimiş binalar, bir zaman geldiğinde iliştirdiğin ve şimdi koyduğun yerde senden sonraki insanların hayalince silinmiş anılar, onlar, bunlar, şunlar ama en çok herkes… İstanbul’da kış, bütün bu hengâmenin arasında, kendiliğinden gelen ve geldikten sonraki zamanlarda ve gittiğinde genelde ulusal kanallarda uzun trafik keşmekeşiyle yahut hava durumu sunucularının elbise telkinleriyle daima teline maruz kalan bir yetim evlat gibidir. Büyükşehir insanı zaten makineleşmiş hayatında, onun günlük yekneksaklığına halel getirecek her şeyi birer düşman gibi gördüğünden, kış mevsimini fazladan bir gökyüzü hadisesi yahut gelip geçen ayların tabii fakat sevilmeyen hediyesi gibi düşünür.
Oysa İstanbul ile ilgili yapılacak en güzel şeylerden bir tanesi olan, Anadolu’ya trenle yahut otobüs seyahatiyle, önce İzmit’e yahut Bursa’ya yolunuz düşer… Bu iki şehrin de, grip olmuş bir ferdin tüm aile efradına hastalığıyla müşerref etme çabasının aynından mustarip olduğuna şahit olursunuz. İstanbul’un şehir yalnızı insanlarının daha hallicelerini görmeniz ve mahallede oturanların birbirine selam alıp verme sıklıklarının artması, yavaştan Anadolu’ya uzandığınız izlenimini oluşturur.
Denize sırtınızı verip; yüzünüzü uca dağlara yahut uçsuz bucaksız bozkıra çevirdiğinizde, zamanın işleme alışkanlığı da oldukça değişecek; kendinizi bambaşka bir saatler memleketinde bulacaksınız… Yazın sabah namazını kılmak için seherle güreş tutan Anadolu insanı, kışın, köy sokaklarında kalın urbalarının içinde nefesinden saçı kadar ak buhar üfleyerek hal hatır soran komşusunu sesinden tanıyacaktır. Kar kapıyı gece boyunca çevirdiğinden, her sabah, şehir insanının müşterek parklarda eşofmanlarıyla türlü aletlerde yaptığı jimnastiği, kendiliğinden bir işlevsel amaçla yapar köy insanı. Erkekleri kahvehanesinde yahut köy odasında, kadınlarıyla mutfaklarında geçen yazdan hazır ettikleri muhabbetlerini paylaşacak; gelecek baharda yahut yazda ömürleri kifayet ederse yapacaklarının planlarını anlatarak akşamı edeceklerdir…