Temmuz’un 4’ünde Sabiha Gökçen Havaalanı’ndan Frankfurt’a uçtuk. Yolculuk üç saat sürdü. Sakin bir yolculuktu. Kitap okudum.
Uçaktan iner inmez polis karşıladı. Merdivende pasaport kontrolü yaptılar. Böyle uygulamayla ilk kez karşılaştım. Uçakta elde edilmesi gereken sanık tipli bir yolcu vardır diye düşündüm. Ancak bina girişinde yine pasaport kontrolü…
Yanımda Türkçe konuşan ve Almanya’da yaşadığını tahmin ettiğim birisi vardı. Bu uygulamanın normal olup olmadığını sordum. İmalı biçimde yanıtladı: “Eskiden yoktu. Türk hükümeti kitleler halinde Ortadoğulu çok sayıda kişiye Türklük verdiği için böyle oldu.” dedi. İlgiyi kuramadığımı anlayınca açıkladı. “Türkiye’nin Türk vatandaşlığı bahşettiği insanların önemli kısmının Türk olmak umurunda değil. Onlar Avrupa’ya gelmek ve Avrupalı olmak istiyor. Türkiye buna fırsat vermiyor. Bu arada onlar da geçici olarak Türk oluyor. Türk olarak Avrupa’ya sığınmaya çalışıyorlar. Her uçaktan birkaç kişi havaalanında uluslararası salona girince kendini yerlere atıyor ve Türkiye’de korkunç zulümler gördüğünü, Almanya’dan siyasi sığınma talep ettiğini söyleyip polise teslim oluyor.”
Bu arada gerçek pasaport kontrolünün olduğu kabin önüne geldik. Yeşil pasaportlarımızı uzattık. Güzel bir görevli hanım bize bazı sorular sordu ve fotoğraflarımızı çektikten sonra pasaportumuza giriş mührünü bastı. Sorular Almanya’ya neden geldiğimiz, nerede ve kaç gün kalacağımız ve dönüş biletimizin olup olmadığına yönelikti. Bu soruları neredeyse her ülke sınırında soruyorlar.
İletişimi wi-fi üzerinden yürütürüz diye önlem almadım. Havaalanındaki free wi-fi bağlanıncaya kadar sıkıntı yaşadık. Telefonumdaki antivirüs yazılımı güvenli olmadığı gerekçesiyle bağlanmamı engelledi!
Pasaport kontrol noktasından geçtiğimiz sırada Suriyeli olduğunu tahmin ettiğim Türk pasaportlu bir delikanlı polis tarafından alındı. Anlaşılan Almanların önceden yakalayıp sınır dışı etmek istedikleri şahıs yakalanamamış, uluslararası noktaya gelince kendini ifşa etmişti ve artık o uluslararası hukuka göre bir mülteci sayılıyordu! Yani Almanya’nın başının yeni belası. Delikanlının yüzünde başarmış olmanın verdiği bir mutluluk ifadesi vardı. Sanırım sonunun iyi olacağını düşünüyordu.
***
Pasaport kuyruğunda beklerken iznini bitirip Türkiye’den dönen bizimkilerden biriyle siyasi tartışmaya girer gibi olduk. Türkiye’nin bunca maceracı göçmene izin vermesinden ötürü devlete (hükümete de değil) eleştiriler yaptı. Tartışmak istemediğimi ve yabancı bir ülkenin Türkiye aleyhinde konuşulacak bir yer olmadığını söylemeye çalıştım. Elimdeki yeşil pasaportu görünce “Hükümetin adamısın galiba!” diye saldırıya geçti. Bu arada Türk Üniversitelerinin dünya sıralamasına giremediğini söyledi. Ona Türk üniversitelerinin yetiştirdiği öğrencilerinin başta Almanya olmak üzere gelişmiş ülkelerce kapış kapış kapıldığını söyledim. Türk doktorlar olmasa Almanya’da basit bir gripten bile ölebileceklerini söyledim. Binlerce hekimimizi, mühendisimizi, bilişim ve yapay zeka uzmanımızı ve daha başka eğitimli gencimizi kaptıklarını anlattım.
Muhalif tv’lerden duyduğu her şeyi sözcüğü sözcüğüne tekrar ediyordu. Gençlerin ülkeden ayrılmasından zevk alır bir hali vardı. Başka sayfa açarak sözü ülkenin pahalı oluşuna getirdi. “Yunanistan bile daha ucuz!” dedi. “Yunanistan’a gittin mi?” dedim, “Hayır, öyle diyorlar.” dedi!
Ona cevaplar verirken sıkıldım ve uyardım: “Ülkemdeki uygulamaları yanlış olduğuna inansam dahi yurtdışında eleştirmem. Türkiye aleyhinde söylenen sözlere karşı ülkemi savunurum. Bu yurttaşlık ahlakının gereğidir.” Ülke içinde sözünü pek esirgeyen biri olmadığımı da ekledim, sustu.
***
Almanya ova türü ülkelerden biri. Düz ve yeşil. Dere tepe olmayınca manzara da yok; en azından gördüğüm kadarıyla!
Güzel insanları var; ağız-burun, kaş-göz yerinde. Şişko-tombik insanlarla pek karşılaşmadım, sportmen tipli insanlar. Şişman onlar da muhtemelen Alman değildi.
Bulunduğum yerde dün kiraz festivali başladı. Gündüz yaşlılar gece ise gençler sokakları doldurmuştu. Sokakta şamata ile konuşan insan yoktu. Uç kıyafetler de yok. Ortalama giysi giyiniyorlar. Bizde bir kısım insan iticilik yarışmasına girmeden de birinci olacak biçimde giyinirken bir kısmı da neredeyse çıplak dolaşıyor. İkisini de burada göremedim. Bu gösterge toplumun değerler sisteminin genel tarafından paylaşıldığı ve berrak oluşunu gösteriyor. Ulus olmak böyle bir şey!
Alman Kentleri
Alman çarşı pazarını dolaşırken herhangi modern bir ülkenin şehrinden pek farkının olmadığını görürsünüz. Tabelaları bir yana bırakırsanız kendinizi Ankara ya da İstanbul’daki gibi hissedebilirsiniz! Caddeler, AVM’ler, dükkân ve marketler birbirine benzer. Benzer planda ve neredeyse aynı şeyleri satıyorlar. Şehirlerde bizdeki Atatürk anıtlarının yerinde başka adamların heykelleri var. Gofret markaları farklı. Mediamarkt aynı, ama onların Teknosa’ları yok!
Marburg’daki Orta çağ’a ait derebeyi şatoları hoş görünüyor amma nedense bana kasvetli göründü ve Frankeştayn’ı anımsattı. Küçümsemiyorum. O çağda bizdeki ağalardan kalma adamakıllı bir ev bile zor bulunur. Ahıskalı İshak Paşa’nın Bayazıt’taki sarayını hariç tutuyorum.
Bizim Anadolu’da Selçuklu eserleri ile karşılaştırıldığında Alman orta çağı beş para etmez. Üstelik Selçuklu’ya göre Anadolu Rum (Roma) diyarıdır ve taşradır! Buna rağmen tarihi izleri çoktur. “Otmanlu” Devleti mi, “Anadolu’da çivisi bile yoktur.” diyenlere küsmeyelim, bizi sevmemiştir! Birkaç şato ve kilise binası yabana atılmamalıdır. Sokaklarda çocuk edebiyatının kahramanları ve topluma unutturmamak istedikleri bilgiler anıt, heykel ve resim gibi sanatın çeşitli türleri kullanılarak anlatılıyor.
Almanya’da Alman mucizesi görmek isteyenler müzelere ve kütüphanelere gitmelidirler! Son dört yüz yılda Almanlar “insanlık nöbetçisi” gibidirler. Alev Alatlı bu ifadeyi Rus entelektüeli için kullanmıştı: “Herkes gidip yatmış, onlar insanlık için nöbette kalmışlar!” Gıpta ediyoruz ve biz onlar kadar başarılı olamadık diye mahcubuz.
Alman filozof, bilgin ve sanatçıları bir an için tarihten silsek, öküz arabasından at arabasına ancak geçmiş olurduk! Din adamlarının saltanatı Avrupa’da alasıyla sürerdi. Alman eğitim sisteminin orta çağdaki kilisenin bilim yolunda ilerleyen insanları düzmece engizisyon mahkemelerinde “cadı” diye diri diri ateşe atmasını iyi işlediği anlaşılıyor. Konuyu bizimkiler bile biliyor!
Rusya ve Kars’taki Almanlar?
Alman aydınlanması ve bilimi Alman tarımını ve toplumsal yaşamını çok ilerletmişti. Ancak 1700’lerde Almanya’da büyük bir kıtlık olmuş, birkaç yıl sürmüştü. Çarlık Rusyası, Alman çiftçilerine göz koymuş. Rus köylülere örneklik etmelerini istemiş. Anlaşma ile binlerce Alman’ı alıp Rusya’ya götürmüşler. Almanlar askerlik ve vergiden muaf yaşamış, Rus köylüsüne model olmuşlar! Çar, bunlardan birkaç köy Alman’ı modern tarımı öğretmeleri için Kars’a da yerleştirmiş!
Sovyet rejimi bu ayrıcalıkları kaldırmış ancak 2. Paylaşım Savaşı’nda Rusya’daki Almanlar “Nazi” muamelesi görmüş, korkunç ayrımcılıklara, sürgünlere maruz kalmışlar.
***
Sovyet sistemi çökünce Rusya’daki Almanlar Almanya’ya dönmeye başlamış. Diplomaları geçerli sayılmış, ev verilmiş, iş kursunlar diye 100 bin mark ve düşük faizli kredi. Hepsine iş… Aynı şeyi İsrail de Sovyet Yahudilerine yaptı. Bizim Ahıska Türkleri ise… Sahipsizdir denilecek kadar ilgi görememişlerdir
***
Almanya’da Rusya’dan gelen bu Almanların da konuğu olduk. Hoş bir köyde yaşıyorlardı. Avrupa kupası maçlarını yapan İspanya ulusal futbol takımı da o köyde konaklıyordu. Ev sahibimizin üç katlı bir evi var. Minik bir bostan, Dede-torun aynı evde yaşamışlar. Köydeki komşuları arasında öğretmen, sanatçı ve iş adamları vardı. Bizdeki gibi mahalleler sınıflaşmamış! Orada da şehre göç hala sürüyormuş ama köyde yaşamak yine de cazipmiş.
***
“Almanya’ya uyum sorununuz oldu mu?” diye sordum. Bin ah işittim. “Sovyetler’de (Kazakistan) “Alman faşisti” gözüyle bakıp bizi itip kalıyorlardı. Burada da bize “Rus domuzu” gözüyle bakıyorlar. Devlet değil ama Almanlar bizi Alman saymadı. Yine de saymıyorlar ama alıştılar.” diyor.
-Peki, siz Almanları nasıl değerlendiriyorsunuz? diye sordum.
– Burada Almanlar Alman olmaktan çıkmış. Almanlar Avrupalılaşmışlar. Alman kültürüne ait bir şeyleri kalmamış! deyiverdi!
– Nasıl yani? dedim.
-Babam bana Kazakistan’da düğün yaptığında 500 civarında katılımcı vardı. Etraftaki bütün Almanlar, Alman olmayan konu komşu, iş arkadaşları, mahalleli gelmişti. Her şeyi paylaşıyorduk. Yüzlerce yıllık Alman geleneklerini sürdürüyorduk ve düğünümüz de Alman düğünüydü. Ben oğluma burada düğün yaptım; on aile geldi! Buradaki Almanların Alman kültürüne ilişkin duyarlıkları da yok. Burada herkes yalnızlaşmış!
Bir an modernliğin sıkıntılarıyla karşı karşıya olduğumu düşündüm. İleri düzeyde modernleşmiş Almanya ve oraya taşınan taşralı… Ama arkadaşımız da modern, sadece rasyonaliteden robotlaşmış yalnız insan değil, “insaniyet”i de vurguluyordu.
Herkesin kendince sefası ve derdi var.
Çanlar kimin için çalıyor?
Marburg bir üniversite şehri. Üniversite şehirlerinde sol kültür genellikle güçlüdür. Marburg için Almanya’da “solun kalesi” diyorlarmış. 1527’den beri üniversitesi var!
Sol kültür eşitliği savunmakla birlikte cinsiyetler politikası bakımından eskiden maskülen bir karaktere sahipti. O koca bıyıklar bile feminen olmayı olanaksız kılardı. Son yıllarda Marburg solunun en ateşli mücadele alanı homoseksüellerin (ltgtbt vs) pervasızca yaşayabilmeleri için mücadele vermeleriymiş! Konferanslar, açıkoturumlar, homo-WC’ler, ilkokullarda bile durduk yerde konuyu yedinci cinsiyete getirmeler… Üniversitede bayrak açmışlar! Anlaşıldığı kadarıyla karşı görüşü iyice baskılamışlar. Karşı çıkmak “ilkelliği kabullenmeyi göze almayı” gerektiriyor! Marburg soluna (özellikle yeşillere) katlanmak, Türkiye’de son yıllarda Türk olmak kadar sabır ve zorluk gerektiren bir duruma benziyor!
Kameramla üniversitede çekim yaparken yakınlardaki bir kilisenin çanları çalmaya başladı. Zıpırlara meydan okuyor gibiydi.
Halı ve kilim satan bir dükkânın önünden geçerken dikkatimi motifleri çekti. Marburg’da bizim kilim ve halılar Peştun ve Fars halısı diye satılıyor! Oysa sekiz köşeli yıldız ve eli belinde motifi adeta Türk imzasıdır. Kapının önüne koymuştu. Dükkânda muhatap bulamadım ve anlatamadım. Dükkânı açmış gitmiş… Burada milyonlarca yurttaşımız var. Belki birisi uyarır.
İsviçre’deyiz
İsviçre sınırı yakınında bir Alman köyündeyim. Kara Orman (Black Forest) bölgesinde! Köyde 1200 kişi yaşıyor ve sadece üç aile çiftçilik yapıyormuş. Çiftlikleri varmış. Birkaç km ileride 70 bin nüfuslu bir şehir var. Tuna nehri buradan yola çıkıyormuş.
Volga Almanlarından olup buraya taşınan bir ailenin konuğuyuz. Buralarda insanlar galiba hep köylerde yaşıyor. Tripleks evleri var. Üç kuşağın bir arada yaşadığı/yaşayabileceği bir mimari! Bu aile modeli başta çocuk yetiştirme olmak üzere birçok açıdan ideal aile biçimidir.
Her yer çok temiz ve bakımlı. Herkes kapısının önünü/kaldırımı bile temiz tutmak zorundaymış. Almanya, saat gibi çalışan, makine gibi işleyen, rasyonel bir modern ülke!
İkinci paylaşım savaşında hava ve kara bombardımanlarında Almanya’da neredeyse taş üstünde taş kalmamış. Ayakta kalabilen binalar nadirmiş. Onlara da antikaymış gibi bakıyorlar. İsviçre’de öyle değil. Onlar savaşa girmediği için yıkım olmamış. Bazı orta çağ kasabaları olduğu gibi duruyor. Bana anlatıldığına göre İsviçre savunmaya elverişli bir ülkeymiş. Bir boğazı tutunca düşman birliklerinin İsviçre’ye girebilmesi olanaksızlaşıyormuş. İsviçre tarihte de pek işgale uğramamış.
Eski bir İsviçre kasabasını gezdik. Binaların dışı tablo gibiydi, güzel resim ve desenlerle bezenmişti. Birkaç yüzyıllık dükkanlar vardı. Evlerin cumbaları ilginçti. Balkon sandıydım; tuvaletmiş ve delikten sokağa yapıyorlarmış. Duvar dibinden geçmenin tehlikeli olduğu yer ve zamanlar…
Saat…
Çocuktum, ufacıktım.
Dedem nasılsa yeleğini çıkarmış, saati orada kalmıştı. Beni saatin kaç olduğunu bakmaya gönderdi. Gidip baktım saate ama o saatin doğru olması mümkün değildi. Saatin yanlış zamanı gösterdiğini düşünerek “Saattin bozuk, çalışmıyor.” dedim. Güldü ve saat kaçsa söyle dedi.
Yeniden bakıp söyledim. Dedem farklı bir saat sistemi kullanıyordu. Onun saati sabah gün başlarken 1’den başlıyor, akşam üzeri 12 oluyordu! 12 saat gece, 12 saat gündüz!
-Sen Atatürk devrimlerine uymuyor musun? diye sitem ettiğimi hatırlıyorum.
***
Almanya’da akşam karanlığı saat 22.15’te çöküyor, sabah ise 4’te. Yani gece sadece 6, gündüz ise 18 saat!
Tanrı Almanlara ayrıcalık tanımış. Gel de çalışma! Bunun bir de kışı var. Geceler hem uzayacak hem de hava çok soğuyacak. Temmuz’da bile bu kadar serinken, kışı düşünemiyorum.
İhraç Hekimler
Doktorlarımızı yıllarca eğitimsiz istilacı güruhun önüne attık. Hakaretlere ve yoğun iş yüküne maruz kaldıktan sonra yabancı ülkelere kaptırdık: Binlerce eğitilmiş, zeki, çalışkan ve kaliteli insanı kaybettik! Yerini doğru düzgün Türkçe bile bilmeyen, kendi dillerinde okumaya yazma becerisi olmayan cahil “kayrılacaklar” ile dolduruyorlar.
Çoğu Almanya’ya gitti. Almanya dil sınavlarından geçtikten sonra havada kaptı! (Şu sıralar savcı açığı da çokmuş.) Acaba doktorlarımız Almanya’dan razı mı? Almanya’dayken üstünkörü yokladım. Türkiye’dekinden daha iyilermiş. Almanya Arap ülkelerinden de hekim kapmış. Örneğin Suriyelilerin hekimleri Almanya’ya gitmiş, bize gelenler nargileci!
Peki Almanya kendi hekim planlamasını yapmamış mı? Yapmış ama onlar da sağlıktaki özelleştirmeler yüzünden başkalarına kaptırmışlar! Almanya’nın ünlü hekimleri Finlandiya, İsviçre ve ABD’ye göç etmiş: Daha yüksek ücretle!
Eğitimli emeğin küreselleşmesi
Tuvalet Tarihine Ek
Yurtdışına gitmenin tuvalet kısmı can sıkıcıdır. Ertelenebilecek bir ihtiyaç değil. Alışkanlık ve titizliğiniz canınızı sıkabilir. Türkiye’deki konfor ve hijyeni bazı yerlerde bulamayabilirsiniz!
Gördüğüm kadarıyla dünyada tuvalet konusunda en iyi durumdaki ülkelerden biriyiz. Bunu evlerimizde “alafranga” dediğimiz Türk tipi kolozetli tuvaletin işlevselliğine bakarak diyorum. Bence ona alafranga yerine artık “alaturka” demeliyiz. Çünkü bizde var, gittiğim ülkelerde yoktu. Batıda Almanya’da, doğuda İran’da yok! Avrupa’daki başka ülkeleri, İran dışındaki Ortadoğu ülkelerini bilmiyorum. Alaturka tuvalet artık evlerimizdeki su püskürterek yıkayan klozetli tuvalettir.
Tuvalet hijyeni konusunda görebildiğim üç genel sistem var.
1-Elle taharet (en kötüsü)
2-Kuru temizlik (sadece tuvalet kâğıdı ile silme)
3- Su püskürtmeli klozet (suyla el değmeden yıkama ve kağıtla kurulama) Türk yöntemi bu ve bence en hijyenik olanı da bu.
Elle ve suyla taharet en kötüsü çünkü eldeki dışkı bulaşığı kolayca temizlenmez. Sonrasında eller iyi yıkanamaz! Parmak izleri arasında mutlaka kalıntı olur. Kıçını temiz tutmak için ellerini kirletmeyi tercih etmek iyi bir çözüm sayılmaz.
Tıp eğitiminde, özellikle cerrahi eğitiminde öğrenciler elle taharet konusunda uyarılır. Tıp fakültelerine özellikle sünnetçi-selefi anlayışın yoğun olduğu ortadoğu ve uzakdoğulu yerlerden giden Müslüman öğrenciler hijyen kurallarını altüst ederler. Bu tipler kıçındaki dışkıyı eliyle temizlemeye hijyen gerekçesiyle izin vermeyen insanları İslam düşmanı sayar, buradan bir de bilim-din çelişkisi çıkarıp bilim ve batı düşmanlığı yapmaya çalışırlar.
Dünyanın en çok kullandığı kuru temizlik, yani tuvalet kâğıdı ile sıyırıp temizlenmek elle taharetlenmeye göre daha hijyenik sayılabilir. Çünkü kıç, pir-ü pak olmasa da hiç değilse eller pek kirlenmiyor! Yeni alaturka yani Türk tipi klozet bence en iyisi çünkü hijyen konusunda en iyi. El kullanma gereği olmadan yani el kirletilmeden kıç temizliğinin de yapılıyor olması harika bir çözümdür.
Türk tipi klozet sisteminin yaygınlaşmaması tuhaftır. Bizden görüp almalıydılar. Almanya’da bizim gurbetçiler tanıtmalıydı. Türkiye’ye turist olarak gelen Alman ya da diğer ülke yurttaşları da bu nimeti görüp kendi ülkelerinde istemeliydiler. Tebriz’de konuştuğum birçok kişi Türkiye’ye gelmişti, klozet kullanıyorlardı ama Avrupa tipi klozet vardı ve ona taharetmatik takmışlardı. Ucubeydi!
Almanya’da kısmen ve bazı ülkelerde bir klozet türü de hayli ilginç! Klozetin deliği ters tarafta ve sifonu çekip suyu akıtıncaya kadar dışkı ortada kalıyor! Bunu neden böyle yapmış olabilirler? İnsanın dışkısını görmesi yararlı bir veri sağlar. Onun için olabilir mi? Sevimsiz bir durum…
Almanya’daki genel tuvaletlerde klozet kendini temizleyebiliyor ve temiz bir oturağa oturabiliyorsunuz. Bizim klozete de ondan takılsa mükemmel olur.
Anıtlar
Yabancı ülkelerde (buna İran da dahil) şehirler başta heykel ve anıtlar olmak üzere sanat eserleriyle süslüdür. Başınızı çevirdiğiniz her yerde bir kavram çözümlemesi, bir tarih anımsatması, bir geleneksel kültür nesnesi görürsünüz. Türkiye’de sanatı cendereye soktular. Bu, cehalet filan değil, din ile de ilişkili değil. Göz yumulan bu barbarlık açıkça Türk düşmanlığı haline gelmiştir. Kazara Türkiye tarihe karışacak olsa gelecek kuşaklar bu coğrafyada bizim izimizi bile bulamayacaklar! İz bıraktırmıyorlar! Bunu kim ister?
Almanya seyahati bitti. Yazılacak çok not var. Sonuncusundan başlayayım. Almanya karizmasını çizdi: Frankfurt havaalanındayız. Önümde eşofmanlı bir genç el arabasıyla gidiyordu. Bir baktım çöp kutularını karıştırıp geri dönüşümlü pet şişe topluyor… “Evsiz”lerden biriymiş. Birçok ülkede böyleleri var.
Frankfurt havaalanı devasa bir yer. Kars şehrinden çok daha büyük dersem çok mu abartılı olur bilemedim. Bir terminalden başkasına trenle geçiliyor, öyle!.. İstasyona geldiğimizde bir kuyruğun oluştuğunu gördük. Meğer tren arıza yapmış. Ne zaman devreye gireceği belli değil. Uçağı kaçırma riskini göze alamadık. Taksiye binelim dedik. Taksi durağına indik. Alman olmadığını tahmin ettiğim şoför nereye gideceğimizi sordu. Söyleyince bize otobüsü tarif etti. Yani kısa mesafeye gitmeyen taksi sadece İstanbul’da yok!
Almanlar iyi yaşıyorlar ama yolunda gitmeyen ufak tefek şeyler de var.
***
Önceki gün tabelası Türkçe olan bir berbere girdim. Sohbet sırasında berberin Karslı olduğunu öğrendim. Memleketten sordu: “Havalar nasıl, ekinler iyi mi?” gibi… Otuz yaşlarında. Dokuz kardeşlermiş. Köyden otobüs bileti parasıyla çıkmış. Türkiye, onun İstanbul Esenler’de ev ve arsa edinmesini sağlamış.
Kaç yıldır Almanya’da olduğunu sordum. Doğal bir biçimde “İlticacıyım” dedi. Beş yıl olmuş. “Dil okulunu yeni bitirdim, oturma izni alabileceğim.” dedi. Halinden memnunmuş. Türkiye’de de iyiymiş durumu ama burada yaşamak daha güzel diyor. Ayrıntıya girmedim. Saç traşı için 20 avro aldı.
***
Bir başkası…
Türkiye’den yeni geldiğimi söyleyince daha yakın davrandı. “Türkiye çok güzel, doğası neyse de tarihi mirası çok değerli: atalarımın ruhu her yere sinmiş; yazları mutlaka geliyorum.” dedi. Sözü insanlara getirdi. Yüzünde bir kararsızlık belirdi:
“Toplum çözülmüş, ahlak, görgü, insaniyet bitmiş. Korkunç bir yozlaşma var orada! Mantık yitmiş! İnsanlar birbirini kandırmak ve kazıklamak için her şeyi yapabilecek kadar tehlikeli hale gelmiş. Korktum. Türkiye göz göre çürüyor!” dedi.
İkimiz de sustuk.
Kurallar
Modern toplum kurallı toplumdur. Yaşam o kadar karmaşıklaşmıştır ki bu karmaşayı makine gibi işleyen bir toplum olmadan gidermek olanaksızdır. Bunun için iyi bir eğitim gereklidir. Saniyeler ölçüsünde bir dakiklik ve kurallara uyma bilgisini herkes özümsemeli ve uymalıdır. Binlerce kişiden birisi dahi uymasa toplumsal düzen bozulur. Bir otobüs ya da trenin bir dakika gecikmesi, ona bağımlı çalışan diğer sistemleri felç eder!
Halamın Almanya’da yaşayan oğlu, Yılmaz’la bir kasabada dolaşıyorduk. Karşı kaldırıma geçmemiz gerekti. Kırmızı ışık yanıyordu ama yolda ve görünürde hiç otomobil yoktu. Etrafta birkaç kişi vardı. “Geçelim.” dedim. “Olmaz, kırmızı ışık yanıyor.” dedi.
Ben de görüyordum. Ancak kırmızı ışık otomobiller ve yayalar arasındaki düzeni koruyordu. Ortada otomobil olmadığına göre bu kurala devre dışı kalabilir, diye düşündüm ve bunu söyledim de.
Yılmaz, “İnsanlar kuralı çiğnediğimizi görür!” dedi. Kafama dank etti. Kars’ta bırakın kırmızı ışığı, geçitten bile geçmediğimi, uluorta caddede araçların arasından kıvrılarak geçip gittiğim aklıma geldi. Başka bir şey daha aklıma geldi. Kars’a gelmeden önce ben de kurallara harfiyen uyardım. Kırmızı ışıkta, sırada vb. insanların tuhaf ve alaycı bakışlarına karşın kurallara uyduğumu hatırladım. Sonra kurallara uymanın bir tür gereksizlik hatta enayilik olduğunu düşünmeye başladım. Her şeyde değil, hala hastanede filan sıramı bekliyorum. Benden sonra gelenler bile muayene oluyor ve numaram kaç olursa olsun genellikle en sona kalıyorum. Ama trafikte, özellikle yayayken…
Yanıtı biliyorum ama yine de Yılmaz’a sordum. “İnsanlar basit bir trafik kuralını çiğnediğimizi görse ne olur?”
“Basit bile olsa, kuralların çiğnendiğini ve çiğnenebilir olduğunu görmek başkalarını da kural çiğnemeye itebilir. Herkes basitten başlayarak daha büyük kuralları ihlal etmeye kadar gidebilir. Bunun nereye kadar gidebileceğini düşünemeyiz bile. Üstelik kural ihlalini çocukların görmesi çok daha kötü olur. Onu toplumsal sistemin uygulanabilirliğine ikna edemezsiniz ve sosyal ahlak çöker; toplum çürür.”
Kişisel olarak ne kadar gerilediğimi fark ettim. Toparlayabilecek miyim acaba?