Akademik Yetkinlik-Yozlaşma İkileminde Âli’ye Mektuplar

Sayı 60- Ekim 2018

“Bu hayatta insanın amacı nedir?”

  İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özellik bu olsa gerek. Soru sorabiliyoruz. Sorulara verebildiğimiz yanıtlar kadar mutlu oluyoruz. Sahi insan yeryüzünde mutlu olmak için uğraş vermiyor mu? Bütün çabamız mutlu olmak değil mi? Okuduğumuz kitaplar, tükettiğimiz yiyecekler, harcadığımız zaman hep mutluluğa bir adım atmak için değil mi? Yaşamımızda bizi mutlu eden neler var diye sorguladığımızda birden çok şey varsa sağlam bir mutluluk kaynağımız var demektir. Ya hiç bir şey yoksa o vakit yaşamak insana dayanılmaz ağır gelir.

Çoğu zaman çoğu insan mutlu olduğu işte verimli olur ya da tam tersi verimli olduğu işte mutlu olur. Karınca kararınca tecessüs sahibi olarak kendi mesleğimin bir tahlilini, bir tenkidini yaparak mutluluk kaynağı arayışına girdim. Bu arayış bağlamında, insan niçin akademik hayata adım atar? diye kendi kendime bir soru soruyorum. Cevabını da kendim veriyorum. (Mutlu olacağım ya!?) Bunun bence üç tür yanıtı vardır:

1) Zorunluluktan olabilir. Yani insanın yapacak hiçbir işi yoktur bu işi yapar.

2) Sevdiğinden olabilir. Yani bir şeyleri araştırmak onu mutlu ediyordur. Tecessüs sahibidir.

3) Ne zorunluluk ne de sevgi; çoğu zaman tesadüfler onu bu yola sokmuştur.

Yukarıdaki ilk iki maddeye bağlı olarak akademik yaşamı seçenler hayatta çok çalışmak zorundalar. Çünkü dişiyle tırnağıyla mesafe kat eder onlar. Her kelime bir tuğla boyu yükseleceklerinin farkındadırlar. Hak ettikleri titrin değerini bilirler, kesinlikle titrlerini bir baskı aracı olarak, bir övünç kaynağı olarak görmezler, kendi alt titrdekileri hakir görmek akıllarının ucundan dahi geçmez. Cefa çektiklerinden sefanın kıymetini çok daha iyi bilirler.

Üçüncü grupta olanlar genellikle “pırlanta gibi çocuk/kız/oğlan” sıfatlarıyla zahirî taltiflere maruz bırakılarak akademi dünyasına peydahlanmışlardır. Bu peyda oluşun müsebbibi zahirî taltiflerinde hikmet arayanlardır. Biçare hikmet arayanların yarattıkları Kral Lear’ın Edmund’u gibi olmuştur. (Güncel ifadelerle aramızda dolaşan zombilerdir ) Birden bire olanların “Doğuştan gelmeyen mülk akılla kazanılır, amaç uğruna gereken neyse yapılır.” temel yaşam ilkeleridir. Çalışıp çabalamadan, zahirî taltiflerden elde ettikleri titrler de onları hayatta tutan tek şeydir. O titrler aynı zamanda bir zulüm aracına dönüşmüştür artık.

Bu uzunca girişten sonra dünya görüşü kimimize göre farklılık gösterse de çalışmayı bir ibadet gibi gören akademik dünyada rol model alınacak önemli bir bilim insanın samimi duygularla kaleme aldığı mektuplarından yaptığımız çıkarımlar sizlerle paylaşılacaktır.

1992 yılında Dergâh Yayınlarından çıkan Âli’ye Mektuplar adlı eserde, Kaplan’ın 1939-1953 yılları arasında, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü ve Yüksek Öğretmen Okulundan sınıf arkadaşı Âli Ölmezoğlu’na yazdığı 67 mektup ve 1953 yılı Ağustos ve Eylül aylarına ait kısa bir günlüğü mevcuttur.

Mektuplar eleştirel bir gözle okunduğunda, mektuplarda pek çok konunun ele alındığı görülür. Bu konular mektup içinde elbette madde başları olarak sunulmamıştır. Kendi okumalarımıza bağlı olarak bu konuları, “Alain, hoca-talebe ilişkisi, bilimsel çalışmalarda yabancı dil unsuru, felsefe-edebiyat ilişkisi, yöneticilik, hürriyet, madde-ruh ilişkisi, Atatürkçülük, sosyal hayat, karı-koca ilişkisi, üniversitelerde durum, dil-üretim ilişkisi, yazma, okuma, konuşma becerileri” şeklinde tespit etmek mümkündür.

Bunlar bizim çıkarımlarımız. Başka bir bakış açısı başka çıkarımlar yapabilir. Mektuplar okununca öz olarak şunu söyleyebiliriz: İnsan azmedip çalışınca hayatta gerçekleştiremeyeceği hiçbir hedef yoktur. Esere bir “Önsöz” yazan Zeynep Kerman Hocanın şu tespiti bizim çıkarımızı destekler niteliktedir: “…büyük yazar ve eserler vasıtasıyla bedbin, karamsar, ürkek bir köy çocuğunun nasıl bir fikir, kültür ve ilim adamı haline geldiğinin” izlerini bu mektuplarda bulabiliriz.

Akademide güncel sorunlar olarak gördüğümüz sorunların aslında pek de güncel olmadığı, hocanın zamanında da varlığının mevcut olduğunu görüyoruz. Örneğin okulları çoğaltmayla eğitiminde kalitenin koşut gitmeyeceğine dair günümüz eğitimindeki temel sorun o gün için de mevcuttur:

“…Mekteplerin çoğalması Türkiye’yi mutlak surette kurtaramaz. Fakültede dahi bilginin kalitesi üzerinde durulamıyor. Profesörler talebelerin hazırladıkları tezleri okumadan imzalıyorlar. Onlar için mesele bir formaliteden ibaret. İmtihanlar bir orta mektep seviyesini aşamıyor. Bu tarzda mezun olan bir üniversiteli hayatta ne yapabilir?” (s.217).

Bugün de artık öğrenci tezleri şöyle dursun akademide en önemli titr olan doçentlik jürisinde yer alan pek çok profesörün, adayların çalışmalarını okumadıkları acı gerçeğiyle karşı karşıyayız. Başka bir ifadeyle akademik alanda yozlaşmanın 1940’lardan itibaren katlanarak sürdüğünü belirtmek hata olmaz kanımca.

Akademisyenler elbette kendi disiplinleri ve kendi disiplinlerini besleyen kaynakları okumalıdır. Bunun en güzel örneğini Kaplan hoca vermiştir. Hocanın salt yeni Türk edebiyatı alanındaki değil, Batı ve Doğu felsefesinden, bilim dünyasından pek çok kaynağı okuduğunu görüyoruz. Hem de okumalar öyle sefa içinde değil. Bakın nasıl bir ortamda yapılıyor bilimsel çalışmalar, okumalar:

“Şimdi para meselesi beni çok sıkıştırıyor…(s.25), Burada yalnız, işsiz ve sıkıntı içinde olduğumdan mektubunu adeta hasretle bekledim… Evden dışarı çıkmıyorum. Kitap okuyor ve uyuyorum (s. 39). Sana yazdığım mektubu gönderemedim, parasızdım. Dört gündür zeytin peynirle geçiniyorum. Borçlar da çok ve acil. Mamafih canım sıkılmıyor (s. 53), Ayda 65 lira ise bir aileye yetmiyor; ayaklarım su alıyor ve zeytin yiyorum vesaire. Asistanlık, istikbal namı altında sefalet. Hâlbuki mektepten çıkınca insan biraz parası olmasını istiyor. Sigarasız kaldığım oluyor.  (s. 56),

Üstelik İstanbul’a kar yağdı, ev soğuk, henüz soba kuramadım, gece uyuyamıyorum ve yatağımın içinde okumaya çalışıyorum. Geçenlerde beraber oturduğumuz “Teyze” ile kavga ettik. Bu harici işler beni ne kadar üzer, bilirsin, mütemadiyen parayı düşünüyorum. (s. 58).

Bu sıralarda pek parasızdım. Vatan gazetesinden bugün 4 lira aldım. “Muharrirlik parası”! Daha da yazacağım (s. 68)

Parasızlık ve yakınlaşan askerlikten başka derdim yok.  (s. 73)

Para hususunda derdimi hiç sorma. Yiyecek, içecek ateş pahasına çıktı. Borçlar falan, sabah, öyle zeytin, peynir yemekten canım çıkmak üzeredir. Dekan, dil mektebinde yaptığım derslerin parasını boyuna sallıyor. Dört ay oldu. Belki bu ay sonuna kadar almaya muvaffak olurum. Evi yollamak icap ederse işe yarar. Kardeşlerimin mektep vaziyetleri de beni sıkıyor. Münevver, Muallim Mektebi’nde. Eskişehir’de Muallim Mektebi yok. Tahsili yarım kalacak. Leylî olamadı. Kemal ortayı bitiriyor, meccanî lise imtihanlarına sokmak istiyorum, olmazsa başka bir mektebe. Aile ağırlığı olmasa biraz serbest kalacağım. Bende ne de derin mesuliyet, acımak hisleri varmış. Hiçe saymak istiyorum, olmuyor. Vicdan azabı çirkin, korkunç bir şey. (08.04.1941, s. 78).

Yukarıdaki satırları okuyunca nasıl da az çalıştığımızı anlıyorum. Ben burada akademik anlamda yozlaşmanın bir diğer boyutuna değinmek istiyorum. İster fen ister sosyal ve hatta sağlık disiplininde çalışan akademisyenler, kendilerini dört duvara hapsetmiş halkla bağlarını koparmışlardır. Öncelikle kendi alanlarıyla ilgili halkı aydınlatma gayreti ve isteği birkaç istisna haricinde bilim dünyasında rastlanılan bir durum değil. Kişilik olarak içine kapanık biri olarak addedilebilecek Kaplan hoca, bu noktada ufuk açıcı bir özelliğe sahip:

Namık Kemal gününden beri her hafta Vatan’a bir yazı veriyorum. Devam edeceğim. Ragıp Bey’in zihniyetiyle kemale ermemizi beklersek bunun sonu gelmeyecek. Okuduğumuzu, düşündüğümüzü taze taze kaleme alırsak, terakki yolumuzu çizebiliriz; bu surette fikirlerimiz vuzuh kesbeder ve bir egzersiz olur.” (s. 63-12.01.1941).

Akademik dünyanın faili durumundaki bir akademisyenin portresi nasıl olmalıdır? Bir akademisyen nasıl yetkin duruma gelir? Kanımca akademik yetkinlik, sizin gelişiminizdeki işlevini zaman geçtikçe algıladığınız angarya işlerin toplamından ibarettir. Bir tür, “hamdım, piştim, yandım” felsefesinin tecessüm etmiş bir numunesidir Hoca:

“Hamdi Bey bir Tanzimat Edebiyatı Tarihi hazırlıyor. Bütün gün kütüphanelerde ona vesika toplamakla meşgulüm. Bunun benim için de faydası olmakla beraber canım sıkılıyor. Hele son hafta zarfında Hamdi Bey beni pek sıkıştırdı. İslam Ansiklopedisi’ne bir “Akif Paşa” maddesi yazmıştı. Köprülü nereden görmüşse, matbu müsveddeleri tenkit etmiş. Bizimki buna müthiş kızdı. Köprülü’nün bildiğinden umduğumdan daha âlimâne, upuzun bir makale yazdı. İslam Ansiklopedisi’nin kısalığına hiç uyumuyor ama, iddia bu. Hamdi Bey âlim oldu fakat benim canım çıktı (17.06.1941 s. 85).”

Akademisyenler de şairler ve yazarlar gibi ölümsüz olmayı umarlar. En azından kendi adıma bunu söyleyebilirim. Benim böyle bir beklentim var. Geleceğe ne bırakabiliriz? Bizden geriye ne kalır? İnsanların yaşamlarını kolaylaştıracak bir icadı ya da herhangi bir illete deva bulacak ilacı yapmamız mümkün değil. Yazdığımız birkaç sözcük kalırsa amenna. Yazdıklarımızdan, yaptıklarımızdan geriye hiç bir şeyin kalmayacağı endişesi kimi zaman şevkimizi kırıyor elbette.

“Kaplan bütün yaptıkların boş, bütün bu yazılar, didinmeler aptalca işlerden ibaret, dediğini duyar gibiyim. Sana belki de en samimi anımda hak da verebilirim. Bana da bazen bütün hareketlerim hapishane duvarına manasız çizgiler çizmek kabilinden geliyor. Bir zamanlar dört duvardan kurtuldum sanıyordum. Fakat tuhaf, görünmez bir duvar var ki onun tazyıkını hissetmekle beraber varlığını inkara çalışıyorum (14 Şubat 1947, s.197).”

Yukarıda Kaplan hocanın ifade ettiği şeyleri çoğu zaman biz de yaşıyoruz: Araştırıyoruz, yazıyoruz, yorumluyoruz ama ne için? Kim için? Burada yazdıklarımız okunursa okunuyor aksi takdirde akademik makaleler başlığı kuvvetinde, az biraz da anahtar kelimeleri vasıtasıyla referans kaynağı olabilir ise oluyor. O da herhangi bir araştırmacı o alanda çalışacak da öyle…

Bütün zor şartlara ve insanı yıldıran durumlara karşı çalışmayı ibadet haline getiren hoca arkadaşı aracılığıyla izlenecek yolu şu şekilde ifade etmektedir:

Bütün mesele çalışmayı bırakmamak, dar bir rutinde uyuşmamak, ufku açık bırakmaktadır. Enerjimizi biraz disipline sokmak ve bazı gayeler üzerinde teksif etmekle birçok şeyler yapabiliriz sanıyorum” (18.11.1946, s. 193).

Yazının girişiyle koşut akademik anlamda ulaşılan son titrin önemini, değerini, vazgeçilmezliğini (!!?) hocanın güzel anlatımıyla aktarmak istiyorum:

“Şu son günlerde kayda değer ne var? Profesörlüğüm tasdikten çıktı. Bu unvan başkalarının bana bakışını değiştirecek. Fakat şahsen bana tesir etmiyor. Ben yine aynıyım. Hatta bu unvana sahip oluşum tuhafıma gidiyor. Profesör veya Ord. Profesör unvanını taşıyan başka kimselerde şâyân-ı dikkat bir şey bulamadım beni alâkadar eden unvan değil insandır” (12 Eylül 1953-s.239).

“Öğle üzeri istasyona gittim, gazete aldım, eve geldim, okudum. Cumhuriyet’te ve Yeni Sabah’ta profesörlüğümü haber veriyorlar. Bu bana hüzün verdi. Ben profesörüm, karım dargın, evim perişan. Samimi bir arkadaşım yok… (15 Eylül 1953- s.242)

“Taşrada bir lisede hoca olacağımı tasavvur ediyordum. Asistan kaldım. Behic’i sevdim. On dört sene oldu. Profesörüm. Yemekte birbirimizi nasıl tanıdığımızı, ilk günleri hatırladık. Bende hâlâ şekil almamış bir taraf var. Dıştan kalıplaşmış durumdayım. Evliyim. Hocayım. İçtimai bir mevkiim var. Fakat içimde hâlâ arayan, yaşamak isteyen bir ruh! Belki eskiden daha fazla. Seyahat etmek istiyorum. Cemiyetimizin bugünkü halini sevmiyorum. Muhitimden, mesleki hayatımdan memnun değilim. Eve, Behice’ye, kitaba sığınmış gibiyim. Bu hal bana bazen tuhaf geliyor” (23 Eylül 1953-s.251).

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir