Ahlâk ve Yobazlık

Sayı 37- Ocak 2013

Nereye gitsek, kimle konuşsak aşağı yukarı aynı mentaliteyle karşılaşırız. Bu insanlar sanki fabrikada üretilip piyasaya sürülüyor. Sonra da versiyonları yenileniyor. Konuşulan konularda her yerde aynı. Nosyonlar aynı. Bir insan, bir insan değil, bir toplum gibi. Toplumda bir insan gibi. İnsandan insana karakter, düşünce, tercihler, tarz, yaşam, giyim kuşam şekli, neredeyse hiçbir şey değişmiyor. Birtek arkalarından barkod sarkmadığı eksikti. Hatta bu klonların herbiri toplumun sıkı birer savunucusudurlar. Deneyin topluma aykırı herhangibir özellik taşımayı ya da alışılmışın dışında bir fikir söylemeyi, hemen etrafınızda halk avukatları belirir. Öyle süslü ve ateşli sözlerle saldırırlar ki (güya savunurlar), zannedersiniz toplum olağanüstü uygar, tertipli, dünya tatlısı, insancıl, barışçıldır; sizse barbar, kaos içinde yaşayan, vahşi, yıkıcı birisiniz. Kısacası aşağılık bir insan durumuna düşersiniz klonların karşısında. Niçe (Nietzche) pazar yerindekisinekler olarak adlandırır toplumun bireylerini.

       

     Bir bilge, bilgeliğini isterse çanlarla ilan etsin,

     pazar yerindeki sinekler onları madeni paraların sesiyle bastırır.

Biz de toplumdaki bazı nosyonlar üzerine konuşalım biraz. Mecburen konudan konuya atlıyormuş gibi bir izlenim olacaksa da, birbiriyle ilgisi olan mevzuları ayrı ayrı sistematik olarak ele alıp birleştirmeye çalışalım.

2010’lu yıllarda en çok dikkati çeken konular; ahlakın bozulması, yobazlık, değişen insan ihtiyaçları, kültür, medeniyet, vesaire… Kimileri ahlakın çöküşünden yakınır, kimileri yobazların istilasına uğramış olmaktan. Ahlak bozuldu mu, neydi ne oldu? Yobazlık nedir-ne değildir, sayıları arttı mı yobazların? Bunlara değinelim.

Ahlâkın son zamanlarda bozulduğu iddiaları…

Ahlâk, geniş anlamlı adıyla etika, tarih boyunca büyük tartışmalarla anılmış ve toplumdan topluma, çağdan çağa değişmiştir. Bu yazıda herhangi bir ahlaki değer ya da değerler bütünü ileri sürmeyeceğiz. Bir etik sistemi ele alıp eleştirmeyeceğiz de. Onun yerine, bu kavram toplumlar için ne anlama gelmiş, onu araştıracağız.

Öncelikle, doğanın yasaları hiç değişmedi; yer çekimi, suyun kaldırması, gezegenlerin hareketi, yavrulama, yumurtlama, kurdun kuzuyu yemesi, ineğin otlaması, kediler, köpekler, insanlar, vesaire. Eskiden av hayvanı, avcı hayvandan korkardı, bugün de korkar. Nasıl olur da koyun, kurttan korkar? Kurt koyunu yer de ondan, öyle mi? İyi de koyun bunu nereden biliyor? Daha önce koyunun, akrabalarının ve arkadaşlarının kurtlar tarafından yendiğine şahit oldu da ondan mı korkar? Koyunları kurtlardan çok insanlar yer, ama koyunlar insanlardan korkmaz. Seneca’nın bir örneği: Tavuklar nasıl olur da kedilerden korkar da, çok daha dehşet verici bir görünüşe ve güce sahip olan köpeklerden korkmaz? Nereden bilir kedinin kendisi için tehlikeli olduğunu ama köpeğin olmadığını? Eğer tabiatın kanunları değişseydi, bir yerde yaşayan avlar korkar, diğer yerdekiler korkmazdı. Bir nesil avlar korkar, diğer bir nesil korkmazdı.

Hierocles hayvanların doğasından yola çıkarak insana yarayacak düşünsel malzemeler sunmuştu. Biz de yavaş yavaş toplu halde insanlara yani topluma bakalım. Toplum derken hem dünya toplumunu hem de onun bir parçası olan herhangi bir toplum kastedilmektedir. Çünkü bahsi geçen konu sadece bazı halkları değil, dünyayı kapsamaktadır. Nitekim onun bir parçası da bütünün özelliklerini taşıdığı için herhangi bir halk hatta halk içindeki geniş bir grup topluluk için de geçerlidir.

Devam edecek olursak, doğanın yasaları toplumdan topluma, çağdan çağa değişmemiştir, insan nesillerine göre de başkalaşmamıştır. Yoksa tavuklar da bundan nasibini alırdı. Halbuki, ahlak bir nesilden diğerine göre bile değişiklik gösterir. İki komşu halk arasında da farklılık gösterir. Demek ki toplumlar, ahlakı tabiatla ilişkili ve tabiatın kanunları olarak görmemiştir, görmemektedir. Onun yerine geleneklerle alakalı tutulur. Gelenekler de toplumsal değişime maruzdur.

Toplumsal değişimler ihtiyaçla ilişkilendirilir. O nedenle aceleyle devam etmeden ihtiyaca değinelim. Nedir ihtiyaç? İnsanların nelere ihtiyacı var?

İhtiyacın bütün insanlar için ortak olduğu var sayılır. “İnsanın şuna ya da buna ihtiyacı vardır” denir. İhtiyaçların zamanla toplum için değiştiği söylenir. Eskiden bir grup şeye ihtiyaç duyuluyorduysa şimdi başka bir gruba ihtiyaç varmış. Artık ihtiyaçlarımız artmış da daha başka şeyleri de listeye dahil ediyormuşuz ve eskilerden de bazı şeyleri listeden çıkarıyormuşuz. Bu hazır, benimsenmiş bir dogmadır. Aslında ihtiyaç insandan insana değişir.

Gerçekte, insanın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Hatta, suya bile. Çünkü ihtiyaç tek başına varolan birşey değildir. İhtiyacı yaratan amaçtır. Eğer amaç susuz yaşanabilecek zaman aralığından daha uzun bir süre yaşamak ise su içmek, o insan için bir ihtiyaç haline gelir. Suyun insanlar için bir ihtiyaç olduğu öne sürülemez, aksi halde. İntihar etmek üzere namluyu ağzına sokmuş birinin suya ihtiyacı yoktur. Karnı tok biri için yemek ihtiyaç değildir. Kesintisiz oruç tutan (örneğin hapishanelerde) biri için yemek yemek ömrünün sonuna kadar bir ihtiyaç değildir. Su-yemek yine neyse, bir de evin, arabanın, hatta cep telefonunun bile birer ihtiyaç olduğu söylenir. Kimse de itiraz etmez. Amaç ev kirası ödemeden bir barınağa sahip olmaksa eve, toplu taşıtlara binmek yolculuk etmekse arabaya, yolda yürürken uzaktaki biriyle konuşmaksa cep telefonuna ihtiyaç duyarız. Özellikle de cep telefonuna dikkat edelim. Yakın geçmişte kimsenin cep telefonu yoktu. İnsanlar normal birer hayat sürdürüyorlardı. Şimdi ise, cep telefonsuz bir hayatın imkansız olduğu iddia edilir. Oysa bunların hiçbiri kendi başlarına ihtiyaç değildir. Bütün ihtiyaçları amaçlar doğurur. Amaç ortadan kalktığı anda ona bağlı bütün ihtiyaçlar da beraberinde yok olur. Su bile ihtiyaç değilse, daha başka neyin ihtiyaç olduğu söylenebilir ki.

Tekrar ahlaka geri dönersek, demek ki, toplum içinde insanların amaçları değişti. İnsanların ihtiyaçlarının topluma göre belirlendiği aşikâr bir olgudur. Hangi devirde neye ihtiyaç var, bunu halk belirler birey için. Birey de buna karşı çıkmaz, hatta bunu memnuniyetle kabul eder. Bu da demek oluyor ki, bireylerin amaçları toplum tarafından belirlenir. Bireylerin hayattaki amaçlarının ne olacağına, bireyin ne yiyip ne içeceğine, ne giyineceğine, hatta nasıl bir diksiyonla (lehçeler, şiveler kastedilmiyor) konuşacağına, ve diğer tercihlerine toplum karar verir. Bireyler buna razıdır.

Son dönemlerde görünürde birçok şey değişti. 1980’lerin değerleriyle 2010’ların değerleri arasında bile azımsanmayacak kadar büyük farklar var. Evet, değişti; ama doğanın kanunları değil, toplumsal olgular değişti. İşte etika da doğal yasalar değil, toplumsal olgular olmuştur her zaman. Toplumsal olgular zamana ve mekana göre değişiklikler gösterdiği için toplumlardaki ahlak anlayışı da döneme ve topluma göre değişmiştir.

Buradan yola çıkarak diyebiliriz ki, insanların söz ve davranışlarını devlet hukuku ve toplumsal olgular kısıtlar. Yani maneviyat ve vicdan değil. Hukuk, konumuzun dışında kaldığı için ona değinmeyeceğiz. Demek oluyorki, insanlar toplumdan dışlanmamaki çin bazı söz ve davranışlardan sakınırlar. İnsanları kısıtlayan ya da teşvik eden bir ahlak sistemiyle yapacak işleri yoktur. Toplum, onaylıyorsa, tuhaf karşılamıyorsa ya da en azından dışlamıyorsa mesele yoktur. Üstelik, herhangi spesifik bir dönemden bahsetmiyoruz. Bu, her dönemde her yerde böyleidi, hala da böyledir.

İşte yap-boz, aşağı yukarı belirginleşmeye başladı. Resim daha anlaşılır hale geldi. Ahlak bozuldu mu? Genelde yaşlıların takıntı haline getirdiği bir yanılgıdır bu. Hayır, ahlak bozulmadı. İnsanların toplu olarak ahlakla bir işi olmadı ki hiç. Ahlakın bozulduğundan yüzyıl önce yaşamışlar da, binyıl önce yaşamışlar da, ikibin yıl önce yaşamışlar da şikayetçiydiler. Ahlak toplumsal boyutta hiçbir zaman varolmadığı için onun bozulduğunu düşünmek de yersiz olur. Olmayan birşey değişime uğrayamaz çünkü. Öyleyse neden yaşlılar kadar takıntı haline getirilmese de ahlakın bozulduğu düşüncesini günümüzdeki birçok insan rahatlıkla kabul eder? Çünkü değişen şey toplumsal olgular idi ve bunlar öyle bir yönde değişti ki artık sosyoloji saydam bir hal aldı. O nedenle zaten bütün tarih boyunca süregelmiş ahlaksızlıklar açık aşikâr görünür oldu.

Toplumsal baskı nedeniyle bazı şeyler açık saçık ifade bulamıyorduysa, bugün rahatlıkla gözler önüne seriliyor. Eskiden ifade edilmiyorken artık ifade ediliyor. Eskiden gizli tutuluyorduysa artık utanmadan yapılıyor veya söyleniyor ve hatta kimi zaman gösteriş amacıyla. Çünkü o devir onu gerektiriyordu, bu devir ise bunu… Ahlak sadece bir grup gelenek idi. Bir bütün olarak gelenekler ortadan kalktığı için, ahlak adı altındaki bir takım gelenek de ortadan kalkmış oldu. Vahabzade’nin dediği gibi:

            Dün doğru sandığımı bugün eğri sanıyorum.

  İnsanlar sırf toplumun onayını almak ya da en azından dışlanmamak ve garipsenmemek için sözünü, davranışını, giyimini, saçını, sakalını, aksesuarını, tercihlerini, görünüşünü, yaşayışını topluma göre uyarladı. Bu, hep böyleydi, şimdi de böyle. Ahlak, manevi prensiplerden oluşan doğal bir sistem olarak asla kimsenin umurunda bile olmadı.

Elbette kendine uygun bulduğu bir ahlak sistemini benimseyip ona göre yaşayan tek tük insan oldu. Böyleleri eskide olduğu gibi şimdi de var. Ama bunlar hep tek tük oldukları için asla bir çoğunluk olmadılar. Sokratesler, Hallac-ı Mansurlar ölüme mahkum edildiler, bugün de yalnızlığa mahkum ediliyorlar. Çünkü eskiden toplumun dışına çıkmanın cezası ölümidi, bugün ise yalnızlıktır. Hep varolan şey toplumun bireyi terk etmesi oldu (kâh öldürerek, kâh tecrit ederek). Değişen ne oldu: Yöntem ve araç.

Bütün bunlar demek oluyor ki, insanlık, hep modaya göre hareket etmiş ve etmektedir. Bazılarının hala tutunduğu ahlak sadece eski zamanların modasıydı. Çağdaş insanların tercih ettiği modern toplum düzeni ise bugünün modasıdır. Dikkat edelim ki, “modern” kelimesinin anlamlarından birisi de “modaya uyan” demektir. Dolayısıyla, modern olmak modaya göre yaşamaktır. Modada toplumdan topluma, kuşaktan kuşağa değişen birşeydir. O nedenle ahlak da aynı farklılığı gösterdi ve bugüne kadar tümüyle ortadan kalktı. Böylece eski moda, yani demode bir olgu olan ahlakı hala savunanlar, daha doğrusu tercih edenler bugün geri kafalı ve hatta yobaz olarak tanımlanırlar.

 

Pekiyi, yobazlık nedir?

   Hatırlar mısınız, çocukken televizyon karşısında şöyle sorular sorardık ebeveynlerimize: “Bunlar iyiler mi? Kötüler diğerleri mi? Ya bu, bu da iyilerden mi yoksa kötülerden mi?” Mesele o ki, bugün hâlâ aynı soruları soruyoruz.

Çocuklar hayata iyi ve kötü kavramlarıyla bakarlar. Zihinlerindeki deneyim birikimi yetişkinlerinki kadar etkin olmadığı için, işlemden geçirmek için ancak basit girdileri kabul ederler. Böylece, çıktılar ilkel olup iyi ve kötü şeklinde sonuçlanır. Yetişkinlikte ise veriler hem çoğalmış olur, hem de bunlara daha karmaşık veriler eklenir. Böylece, çıktılar da karmaşık bir hâl alır. Ancak, ne kadar karmaşıklaşsa da iyi-kötü şeklindeki sınıflandırma ortadan kalkmaz. Bu ilkel düşünce tarzı, karmaşık verilerin içinde sadece saklanır.   

Burada atlanmaması gereken çok önemli bir konu, iyi ve kötü diye ayırmanın kendisinin ilkel birşey olmadığıdır. Eğer muhakeme sonucu iyi ve kötü ayırt edilmişse bu bilgece bir şeydir. İlkel olan ise, hiçbir muhakemeye dayanmadan “herkes öyle yapıyor / düşünüyor / giyiniyor / söylüyor / yiyor / içiyor / vs.” diye birşeyin iyi, diğer birşeyin ise kötü olduğunu varsaymaktır. Çoğunluk tercih ediyorsa iyi, tek tük tercih ediyorsa kötü. “Herkes aptal, bir sen mi akıllısın!” Yaygın sözü de bunu kasteder. O cümledeki herkes, aslında çoğunluğu; sende tek tük insanı ima eder abartılı bir benzetmeyle. Sokratesler tek tük idiler. Halk onu kabul etmedi. Belki de halk akıllıydı, bir tek Sokrates ve çevresindekiler aptaldılar. Belirtelim ki, Sokrates bir yobaz tarafından öldürülmedi; otuz hukukçu tarafından halkın rızasıyla öldürüldü.

 İşte, yetişkinlerde de olan bu primitif (ilkel) düşünce tarzına yobazlık denir. Yobazlar, toplumsal olgulara dayandırırlar hayatlarını (evet hayatlarını). Yobazlar kişisel her tür tercihten yoksunlar. Toplumsal olguları birer dogma olarak benimserler. Ne görseler muhakeme olmaksızın ya iyiler ya da kötüler torbasına atarlar. Sebebini kendileri de bilmezler. Hatta herhangi bir gerekçesi de olmak zorunda değil. Mensup oldukları toplumsal çevre böyle buyurmuştur. “Neden?” diye sorulduğunda cevapları “çünkü herkes…” diye başlar. Oysa varsayılan ortak görüşe göre yobazlık din ile ilgilidir. Kimine göre dinî siyasetle meşgûl olanlar; kimine göre sıkı dindarlar; kimine göre de dine inanan herkes yobazdır.

Din, herhangi bir duyuyla algılanamaz; sadece düşüncede olandır. Bu nedenle din idealarla ilgilidir. İdealar kendinde olan hayalî varlıklardır. Bir insanın bir ideayı benimseyip benimsememesi ideayı değiştirmez, idea üzerinde etki yaratmaz. Öyleyse, söylenebilir ki ideaların kombinasyonla oluşturduğu bir ideolojinin temsilcisi varolamaz. Hiç kimse hiç bir ideolojiyi temsil etmez. Buradan da yola çıkarak, bir ideolojiye kendisini mensup olarak tanımlayan bir insanın veya bir grup insanın davranışlarını, yaşamlarını gözlemleyerek, inceleyerek o ideoloji hakkında hiçbir sonuca varılamaz, yorum yapılamaz. Dolayısıyla, dinle yobazlık arasında herhangi bir ilişkiden söz edilemez. Hıristiyanların hayatları gözlemlenerek Hıristiyanlığın ultra-hedonist bir düşünce-inanç sistemi olduğu öne sürülemez. Benzer şekilde, Budistlerin davranışlarına bakarak Budizmin barışçıl bir okul olduğu kanısına varılamaz. 

Yobazlık tamamen karakteristiktir. İnsanın karakterinin bir parçasıdır. Nasıl ki, misafirperverlik, ikiyüzlülük, sıcakkanlılık, üşengeçlik, vs. insan kişiliğinin birer parçasıysa, aynı şekilde yobazlık da öyledir. Bir insanın yüksek bir eğitime sahip olması, yüksek rütbe veya mevkiye, entelektüel çevreye sahip olması, bilimadamı ya da sanatçı olması yobaz olup olmamasını etkilemez. Kişi bütün bunlara sahip olsa da, hiçbirine sahip olmasa da yobaz olabilir de, olmayabilir de. Bir kokteylde duran, bir elinde şarap bir elinde puro, gülen, güldüren biraz göbekli bir adam için kesin yobaz değildir kanaatine varamayız. Dış görünüşü, yer aldığı ortam, elindeki malzemeye bakılarak bir fikir yürütülemez. Böyle bir adam yobaz olabilir de, olmayabilir de. Ya da bir insanın bazı dogmalara sahip olması, dini önplana çıkarması, Tanrı’ya kesin inanç göstermesi, onun kesin yobaz olduğu anlamına da gelmez. Halk ise öbür türlüsüne alışmış. Bu tip şeyler görünce kesin bir şekilde birincisine medeni, ikincisine de yobaz der hiç tereddüt etmeden. Bu şekilde bakarsak herbiri onmilyonlarca insan öldürmüş Hitler ve Stalin gibilerine medeni, liberalizmin öncüsü John Locke ve Fransız ihtilalinin fikir babası Jean-Jacque Rousseau’ya yobaz demek durumunda kalırız. Öte yandan, aksinin de doğru olduğu iddia edilemez kolay kolay, çünkü herbiri karakteristik olarak iyice incelenmeli. Bu insanların karakterleri hakkında yeterli bilginin günümüze ulaşıp ulaşmadığı ayrıca araştırılabilir.

Aslında ilkel düşünme tarzı olan yobazlık, hoşgörülülüğün antonimidir. İnsanlar ‘hoşgörülüler’ ve ‘yobazlar’ olarak ikiye ayrılmazlar. Bir ölçek canlandırılabilir. Ölçeğin bir tarafında hoşgörü, esneklik, diğer tarafında yobazlık olsun. İnsanlar, işte bu iki aralıkta yer alırlar.

Yobaz, ideaları sosyolojik olguların etkisinde kalarak benimser. Hoşgörülü ise felsefi gerekçelere dayanan kendi doğrularından dolayı… Yobaz, içinde yaşadığı, parçası olduğu çevrenin yoğun etkisi altındadır. Yani, o, çevresinin içinde yaşadığı gibi, çevresi de onun içinde yaşamaktadır. Hoşgörülü ise kendisine hem hoşgelen hem de ters düşen düşüncelerin varlığının, lehte ve aleyhteki savların dayanaklarının farkındadır. Oysa, hoşgörülünün aksine yobaz, alışkın olduğunun dışında bir düşünce ya da davranışla karşılaştığında kendisini kaybedebilir. Kendisini kaybetmekle ya o şeye aşırı düşkünlük ya da aşırı öfke gösterebilir.

İnsanı, yobazlıktan hoşgörüye kültür taşır. Bu sebeple, kültürlü bir insanın göstergesi hoşgörüdür. Entelektüel birikimine, unvanına, mesleğine, çevresine göre değil; hoşgörünün derecesine göre kültürlülüğüne dair fikir yürütülebilir.

Ünlü bir felsefeciyi, sanatçıyı, bilimadamını otorite olarak kabuletmek, onun fikirlerini katî gerçekler olarak kabuletmek, onu karşı çıkılmaz olarak görmek yobazlık göstergesidir. Bir ülkenin millî kahramanı içinde böylesi aşırı yüceltici yakıştırma ve yaklaşım yobazlık göstergesidir. Toplumlar, ‘azizleri’, ‘dâhileri’, ‘kahramanları’ mitolojilerdeki tanrılar ve tanrıçalarmışcasına görürler. Oysa, gerçekte azizler, dâhiler ya da kahramanlar yoktur. Bunların hepsi yobazların yüceltmesiyle ortaya çıkmış uydurmalardır.

Son bir örnek olarak İsa’yı ele alalım. Halk niye öldürdü İsa’yı? Çünkü o, halkın alışmış olduğu geleneklerin ötesinde bir şey önerdi: Ahlaka karşı samimi olmayı tavsiye etti. Bu yolda insan öldürmedi, baskı yapmadı, entrika düzenlemedi. Düşüncelerini etrafta bağıra bağıra anlatıp insanları ikna etmeye bile çalışmadı. Sadece ahlaka manevi, samimi, vicdanlı bir şekilde yanaşmayı öğrencilerine (havarilerine) anlattı. Bu bile yetti halkın coşmasına çünkü halklara alışılmışın dışında bir şey de benimsetemezsiniz (benimsetecekseniz bunu yavaş yavaş, tıpkı modern dönemde medyanın yaptığı gibi, alıştıra alıştıra yaparsanız). Elbetteki idam emrini veren Roma’nın İsrail’den sorumlu valisi idi. Ama çoğunluğu arkanıza almadan büyük bir şey yapamazsınız [1]. Halk İsa’yı anlamaya hazır değildi. Onun için söküp attılar toplum denen bütünden. Halkı kışkırtanlar da valiye baskı yapanlar da din adamlarıydı. Eğer ahlak manevi ve vicdani değerler bütünü olsaydı İsa’nın öldürülmesi için din adamları çaba sarfederler miydi? Halk da bu kışkırtmalara razı gelir miydi? Halklarda değişenler görünürde olan değişimlerdir, hâlbuki içte olan değişmedi. Dünya bugün de İsa’yı anlamaya hazır değil. Hatta eskide olduğu gibi bugünde İsa’nın öğretilerini duymaya bile tahammülü yok halkların. Engizisyon mu? Engizisyon’un İsa’nın öğretileriyle uzaktan yakından alakası var mı? Engizisyon, zaten mevcut alışılmış halk düzenini sürdürdü. Tarih İsa’ya hiçbir zaman değer vermedi. Engizisyon İsa’nın adını ve şeklini yüceltti, öğretilerini değil [2]. İşte yobazlık buydu.

            Atalarınıza… dendiğini biliyorsunuz.Ama ben size diyorum ki…

İsa da yobazlara karşı ihtiyatlı olmayı defalarca vurgulamıştır. Gel gör ki, onu öldürenler de yobazlar olmuştur, “İsa” diye bağıranlar da. Öte yandan, “eğer egemen olana hizmet ediyorsa din afyondur” propagandasıyla yola çıkan, kendilerini komünist diye adlandıranların da neler yaptıkları ortadadır. Engizisyonun 1500 yılda beceremediği cinayet ve vahşetleri, kendini komünist zannedenlerin sadece bir yüzyılda çok daha fazlasını türettiklerini tarih bize göstermedi mi?

Suç ideolojilerin kendilerinde değildir. Suç, samimi insanların da değil. Bu yazı, herhangi bir ideolojiyi ve o ideolojiye mensup insanları katiyen ve kesinlikle suçlamıyor. Eğer böyle düşünülüyorsa, bu yazı amacına ulaşmamış demektir. Esas mesele şudur: Yobazlar, tarihte bir dönemle, dinle, dinsizlikle ilişkili değildir. Yobazların Engizisyon öncesinde de var olduğunu, Engizisyon döneminde de var olduğunu, Engizisyon ortadan kalktıktan sonra da varolduğunu biliyoruz. Yobazlık, bir ideoloji ya da tarihi bir dönemle sınırlı değil, bütün zamanlarda ve bütün dünya insanlarında vardır.

Yobazlık haçlı seferleriyle; istihbarat teşkilatlarına hizmet amacıyla kalabalık kitleleri İslam adı altında sömüren sahtekârların (aslında onlar sadece işini yapıyorlar) cahil takipçileriyle; aristokratları, entelektüelleri, nice şairleri, edebiyatçıları, bilimadamlarını öldüren, Ahıskaları, Kalmıkları süren, sanata çeşitli yasaklar koyan, ifade özgürlüğünün hiç olmadığı Sovyet rejimiyle; ideolojik sebeplerden dolayı halkını sefalete sürüklemiş ve sefaletten kurtuluş yollarını yasaklayan, internet erişiminin bütünüyle yasak olduğu Kuzey Kore Sosyalist rejimiyle; bir kısmı cihat uğrunda, diğer kısmı Komünizm uğrunda kendi yurttaşlarının hayatını karartan Afgan gerillalarıyla, dışarıdan gelip ülkeyi ele geçiren, erkeklere de kadınlara da çocuklara da nefes aldırtmayan Talibanla sınırlı değil; tüm zamanların tüm dünya insanları kadar geniştir.

Türkleri hor gören, Türk’ten nefret eden, bütün Türkleri amele zanneden, develerin üstünde yolculuk eden, bütün gün nargile içen, kebaptan başka bir şey yemeyen, erkeği şalvarlı, kadını çarşaflı sanan cahiller yobaz değil midir? Eli ayağı düzgün bir Türk gördüğünde “SenTürk’e benzemiyorsun” diyenler… Türkler Batılılara tapıyor, Batılılar ise Türkleri adam yerine koymuyor. Batılılara tapan da, Türkleri hor gören de yobaz değil midir? Batılıya Türk’ü anlatsan, Türk’e Batılıyı anlatsan yine fikirlerinden dönmezler. Birinin şaşmaz tapınması, diğerinin şaşmaz hor görmesi de cehaletten kaynaklan mıyor mu?

Yobazlık, cehaletten ileri gelir. Çok kitap okumakla, doktor, avukat, mühendis olmakla, profesör, doçent olmakla, omzunda yıldızlar olmakla, bilmem neyin başkanı olmakla cehalet ortadan kalkmıyor. Avrupalılar çok kitap okuyormuş. Neden, o zaman, bu kadar cahiller? Batılılar medeniymiş. Evliliğe gerek kalmadı deyip aile yapısını ortadan kaldırdılar, şimdi de eşcinsel evliliği hararetle savunuyorlar. Bu mu medeniyet?

            ‘Medeniyyet!’ dediğin tek dişi kalmış canavar!

Öncelikle belirtmekte fayda var ki, yobazlığın sebebi cehalettir, ama cehalet insanı yobazlığa götürmez, çünkü cehalet artan birşey değildir. İnsanlar gitgide yobazlaşmazlar. Aksine, çok çok yavaş adımlarla da olsa evrensel evrimden dolayı uygarlaşırlar. Kültür ise hoşgörüye götürür, çünkü kültür artan birşeydir. İnsanlar da hayvanlara benzer zevkleri paylaşırlar. Sanat ise hayvan ötesi zevklerin de varlığını benimsetir insanlara. Bundan dolayı, sanat, bireyin kültürlü olmasında en büyük güce sahiptir (ama tek başına sanatla kültürlü olunmaz). Toplumun da uygar olmasındaki en büyük güç yine sanata aittir. Ancak, tek başına buna dayanarak, bir ressamın mutlaka çok kültürlü olduğu fikrine de kapılmamak gerek. Romalılar Almanları barbar olarak tanımlarlardı. 19. yüzyıla kadar da Ruslar böyle görülürdü. Almanlar barok müzikle atağa geçtiler, Ruslar da 19. yüzyılda edebiyatla. Yakın tarihin iki uygar halkı olarak kabul edilebilir bunlar. Yine de abartmamak lazım; Almanlar barok ve klasik dönem bestecilerden dolayıya da Ruslar büyük romancılardan dolayı kesinlikle tamamen uygardır diye bir sonuca da varılamaz. Herşey akla kara değil. Türklerin de son derece köklü bir tarihi vardır; her ne kadar çok büyük kısmından bihaber olup, küçük kısmını reddedip, daha küçük kısmıyla yetinmeye çalışsalar da. Ah şu çılgın Türkler!

  Büyük patronlar ve onların karar verdiği yöntem ve araçlar (moda)…

         Yine dönelim modaya. Görüldüğü gibi ahlak da yobazlık da modayla öyle ya da böyle ilişkili kavramlardır. Ahlakı moda belirler ve modayı yobazlar benimser. Eski moda yok olur, yerini yeni bir moda alır. Ahlak artık çok eski bir moda olduğu için ortadan kalktı. Yobazlık ise karakteristik birşey olduğu için, ahlakla değil modayla ilişkili olduğu için varolmaya devam etti. Dünyada hiç yobaz olmasaydı moda da olmazdı. Moda varolduğu sürece yobazlık da varolmaya devam edecek. Modayı ise dünyayı yönetenler belirler. Zaytgayst (Zeitgeist) Hareketi’nde şuna benzer bir ifade geçer: Dünyanın imparatorlar tarafından yönetildiği söylenir. Pekiyi, kimdir bu imparatorlar? Şüphesiz, birkaç yılda bir seçimle iktidara gelen siyasetçiler değil. Çünkü imparatorlar asla seçilmezler. Ve daha sonra da dünyanın büyük tacirler / işadamları tarafından yönetildiğine değinilir. Aslında çok eski zamanlardan beri ülkeler ve halklar tacirler tarafından yönetilmektedir. Ayrıntıya girmeden belirtelim ki işte halkları yönetmek için mükemmel bir yöntem olan moda da bu büyük para patronları tarafından yaratılır, versiyonları yenilenir ve istedikleri zaman istedikleri değişiklikler yapılır. 

       Tabii, burada dikkat edilmesi gereken nokta kültürdür (elit tabakaya mensup olmak değil, kişisel gelişimdir kültürlülük). Kültür, yobazlığı zayıflatmakta olduğu için, bunu bilen paranın büyük patronları önce kültürlere saldırdılar. Dikkat edilirse, dünya genelinde bütün kültürler asimilasyona uğratıldı, genel anlamıyla kültürlülük de itibar görmekten çıktı ve hatta garipsenen bir şey haline geldi. Hiçbir toplumun kendine özgü kültürü kalmadı, yerini dünyanın her yerinde aşağı yukarı aynı olan sözde kültüre bıraktı. Bu küresel kültür, aslında temelsiz, dayanaksız ve son derece seviyesizdir. Bir diğer deyişle küresel kültür, kültürsüzlüğün ta kendisidir.

Kültürsüz insanlar, bu yeni kültürü modern olduğu gerekçesiyle benimsemekteler. Nasıl ki, insanlar ilkel bir yaklaşımla kavramları iyi ve kötü olarak sınıflandırıyorlarsa, yobazlarda ‘modern’ kavramının ‘iyi’ olduğu varsayımıyla yola çıkarlar. Yani popüler sanılar birer töz olarak kabul edilir. Hâlbuki bunu temellendiremezler, yeterli gerekçeleriler isüremezler. Oysa sorunun cevabı gayet basittir. ‘Modern olmak’ iyiler torbasında yer almalıdır, çünkü yobazlar modern olup modern kalıplara boyun eğecekler ki büyük patronlar mitolojilerde ki tanrılar gibi yaşayabilsinler.

Ancak kültürsüz yani yobaz insan küresel kültürü benimser, çünkü içindeki boşluğu doldurma zorunluluğu hisseder. Kültürlü insanlar ise modernizasyona ve asimilasyona uğramadan, çoğunluktan dolayı mecbur oldukları [1] kalıpları ihtiyatla karşılarlar. 

  Son olarak, cehalet yobazlığın sebebidir, kültür de hoşgörüye götürür. Cehalet bilmemek değil, bilmediğini bilmemektir. Kültür de nicelikle değil, nitelikledir. Evdeki putları kırdılar ama kalpteki putperestliğe ne demeli? Yedi milyar putperesti misafir ediyor dünya. “Bahtiyar” bir adamın sözüyle:

            Putlar geldi ve gittibirine inanmadım.

 

Kaynakça

[1]Cafer,Ferid.2011.“Büyük Sürüleşme” Eğitişim Dergisi sayı:32.

[2]Tolstoy,Lev.WhatIBelieve.NewYork:Publisher11MurrayStreet,1886.


[1] ODTÜ, Teknokent.

  •  

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir