Gecenin bir yarısında yağmaya başlayan yağmur bütün aileyi yatağından kaldırmaya yetti. Şiddetli yağmur ve sık sık çakan şimşek sesine ilk uyanan evin annesi, acelece pencereye koşup perdeyi sıyırdı. Cama vuran şiddetli yağmur tanelerini görünce, evinin önündeki küçük bahçesine bakmaya başladı. Kendi kendine, “Eyvah, yer yerinden oynuyor. Yağmur değil sanki Nuh Tufanı” dedikten sonra çılgınlar gibi bağırdı. “İsa Efendi, çocuklar hepiniz kalkın! Biz uyurken başlayan yağmur bahçede ki küçük ağaç fidelerini yerinden söküyor. Yan taraftaki yıkılan duvardan bahçemize sular dolmaya başlamış. Bu kadar sık şimşek çakmasa göz gözü görmeyecek.”    

Birden, kocasının yatağından olmadığını fark eden Belgüzar, tekrar, korku ve endişe içinde ellerini dizlerine vurdu ve “Babanız, bahçeye çıkmış olabilir. “Kalkın, biz de evimize sahip çıkalım” diye acı acı sesini yükseltince yan odada yatan iki oğlunun uyandığını anladı.  

Bir yıldır, annesine “Ben sizin odada yatacağım, ağabeylerimin yanında uyuyamıyorum” diye tutturan Suna, korkuyla yatağından kalkıp annesinin yanına geldi. Titremeye başlayan Suna’nın iri ela gözleri açılmıştı. Sekiz yaşını bitirip dokuz yaşına giren Suna, bir boğanın boynuz darbelerinden kurtulmak ister gibi inlercesine, “Anne beni bırakma anne. Korkuyorum. Hem de senden daha çok korkuyorum. Eve giren sudan ve şu oğlundan korkuyorum. Beni koru,” diye bağırarak Belgüzar’ın geceliğin altına girmeye çalıştı. 

Belgüzar, “Kız, deli misin? Evin içine çatıdan sular dolarken, sen sadece kendini düşünerek benim seni korumamı istiyorsun. Çekil eteğimden. Çık şu, yağmur değmeyen karyolanın üzerine otur” dedi. Belgüzar’ın dediği gibi Nuh Tufanı, kocasının “Sağlam olsun” diye kendi elleriyle yaptığı tahta kapıları, camların kayıtlarını sökmeye başladı. İçeriye dolan yağmur suları evin içinde hızını alamadı. Sandık, kanepe altlarını doldurduktan sonra sağa sola yürüdü. Eve dolan sular, küçük eşyaları önüne katıp götürmeye başladı. Belgüzar’ın, kızı Suna ve iki oğlunun, “Sel geliyor. Öleceğiz. Bize yardım eden yok mu?” diye bağrışma sesleri birbirine karıştı.  

Yağmurun şiddetlendiğini anlayıp, arabasına bakmak için yatağından fırlayarak bahçeye koşan, ellisine yaklaşmış evin babası İsa Efendi’nin ilk aklına gelen eline bir kürek almak oldu.  Elinde tuttuğu kürekle bahçesine dolan selin gidiş yönüne doğru ark açarak dışarı vermeye çalıştı. Ne yazık ki, gökten yağmur değil üzerine sel yağdığını görünce, “Allah’ım, kıyamet kopuyor, bizi ve cümle âlemi koru” sözleri dilinden döküldü. Bir ara elindeki küreği düşüren İsa Efendi, dizlerine kadar gelen selin içinden küreği zorlanarak tekrar eline aldı. Selin şiddetli gücünü anlayan İsa Efendi küreğin sapına on parmağıyla sarıldı.  

Gecenin karanlığında, elindeki kürekle hiçbir şey yapamayacağını anlayan, dikeldiği yerden bir adım bile atıp evine doğru bile gidemeyen İsa Efendi, sapını sıkı sıkı kavradığı küreği, yağmurdan yumuşamış toprak zemine saplayıp ona dayanarak sağanak yağmurun hafiflemesi için beklemeye başladı. 

Şiddetli yağmurun durmadığını görünce, İsa Efendi, “Tanrım, azgın bir kavmi kurtarmak için Nuh Peygamberin kendisine yol gösterip izin verdin. Şimdi, neye ve kime öfkelendin de, denizlerin suyunu yukarı çekip başımızdan boşaltıyorsun? Büyüksün Tanrım, bana yardım et de ailemi kurtarayım” diye yalvardı. 

 ***

Birbirlerinden ve dünyadan haberleri olmayan ailenin durumları meçhuldü. Tek kendinde olan İsa Efendi’ydi. Onun da gözyaşları, evlerine dolan sele destek verircesine akıyordu. 

Şafağın sökmeye başladığından kimsenin haberi yoktu. Sel, İsa Efendi’yi birkaç defa sendeletti ama güçlü adam yine ayakta kalmayı becerdi. İsa Efendi kendisini iyice toparlamaya başladığında bahçe kapısının dışında olduğunu anladı. Etrafında gördükleri aklını başından almaya yetti. Yıllarca emek verdiği bahçesinin içi, selin evinden getirdiği eşyalar, çevreden gelen kütük, taş, çalı çırpıyla doluydu. Kiremitten ördüğü güzelim duvarın çok yerleri dipten oyulmuş dış kapının tek kanadı yerinden sökülmüştü.  

Sel almış başını giderken hızını da azaltmıştı. Atık dayanma gücü kalmayan İsa Efendi, bir ara sendeleyip düştü. Düştüğü yerden zorlukla kalkıp ayağa dikeldi.  Ayak bileklerine kadar oluşan milin içinde yürüyerek evine doğru gelmeye çalıştı. Karısını evinin bahçe kapısının önünde yerde yatarken, iki oğlunu da evlerinin taş merdivenin üzerinde birbirlerine sarılmış olarak gördü. Karısının yanına gelip onu oturttu. Kendinden geçmiş karısına sarıldı. Belgüzar’ın nefes aldığını görünce, sevincinden deliler gibi, “Şükürler olsun Allah’ım” dedi. Belgüzar’ı çocuklarının yanına doğru çekti.  Çömeldi, oğlu Murat ve Ahmet’in başlarını dizlerinin üzerine koydu. Ahmet birden konuşmaya başladı. “Baba, Suna’yı sel götürdü. Annem, ağabeyimle birlikte onu suların içinden alamadılar. Suna nerde baba? Murat Ağabeyim, az önce konuşuyordu ama galiba şimdi oda bayıldı. 

İsa Efendi, aklını başına toparlaması amacıyla karısının yüzüne hızlı hızlı birkaç tokat attı. Benzi bembeyaz olmuş titremekte olan Belgüzar, şaşkınlık ve korku ile kocasının yüzünü baktı. Belgüzar ağlamak istiyordu ama sesinin tamamen gittiğini anladı. Başını çocuklarına çevirdi. Kolunu uzatıp, elleriyle oğullarının ellerini aramaya başladı. Yan yana olan oğullarının parmaklarını güçlükle buldu. Oğullarının elini bırakan Belgüzar, Suna’nın sularla sürüklendiğini unutup Suna Suna diyerek kızının elini aramaya başladı.  

İçlerinde tek aklı başında olan Ahmet “Anne, sen de gördün ya, Suna sularla birlikte dış kapıdan aşağıya doğru gitti. Senden sonra ağabeyim birkaç adım daha atıp onu çekmek istedi ama Suna ona elini uzatmadı.” dedi. Belgüzar’ın gözlerine dolan yağmur sularıyla birlikte gözyaşı akmaya başladı. Güçsüz sesi ile “İsa Efendi kızımı bul getir” diyebildi ancak.  

Gün biraz ışıyıp etrafı aydınlatınca İsa Efendi, dünyanın yerinden oynadığı korkusuna kapıldı. Çevrelerindeki evlerin tanınmasına imkân yoktu. Gördüğü birkaç kırmızı kiremitli çatıdan başka her yer birbirine karışmıştı. Yerlerdeki topraklar çökeğe dönüşmüştü. Çevre, kırılmış kerpiçler, irili ufaklı temel taşları, telef olmuş hayvanlarla dolmuştu. 

Sel yolunu bulup bir taraflara gitmiş ama İsa Efendi, bulunduğu yerden bir adım bile gidemeyeceğini anlamaya başladı. Bir tanecik kızı, canı ciğeri Suna’sı gözünün görebildiği hiçbir yerde yoktu.  

Yerdeki çökek ayak bileklerini geçmişti.  Zorlukla birkaç adım atarak “Suna Suna” diye bağırdı. Tekrar birkaç adım daha attı, “Suna yavrum” diye defalarca bağırmaya başladı. Sesini tanıdığı yan tarafta oturan komşusu, “İsa kardeş, bu afat nereden geldi bilemedik. Benim kundaktaki oğlanı da sel suları götürürken çalıların arasına sıkışmış olduğu için zorlukla kurtardım. Bizim eve de sel girdi ama sizinki gibi yıkılmadı. Ben, senin evin ahalisini bize getiririm. Sen selin gittiği yöne doğru ilerleyerek Suna’yı aramaya başla. 

İsa Efendi döndü, “Belgüzar, sen çocukları al, komşuya git, ben Suna’yı aramaya gideceğim. İsa Efendi, karısından cevap almayı beklemeden selin getirdiği ağaç dallarının arasından en kalınını zorlanarak çekti. O sırada, kasabanın insanlarını kayıp canlarını, sele kapılmış kıymetli eşyalarını aramak için kadınlı erkekli selin akış yönüne doğru zorlanarak yürüdüklerini gördü. 

Büyük sel felaketi bütün evleri tahrip etmiş, insanları can eşya derdine düşürmüştü. İsa Efendi yalnız başına, ayak bileklerini geçen çamur çökek içinde kızını aramak için ilerlemeye başladı. İsa Efendi elindeki kalın dal parçasına dayanarak yürüyor, gördüğü birbirine dolanmış çalıların altına bakıp bağırıyordu. “Suna yavrum, ben babamın! Sesimi duyuyorsan cevap ver. Yavrum bağır, kurban olurum sarı kuzum ne olur, bir kelime ses ver” dedikten sonra birkaç dakika durup heyecan içinde kızından bir cevap gelir mi? diye bekliyordu.  

Gün iyice ışıdı. Kasabada yıkım yapan yağmurun ardından güneş doğdu. Bir nebze de olsa İsa Efendi’nin umudu artmaya başladı.  

İsa Efendi etrafından suların çekildiği irice bir taş gördü. Bayılmak üzere olan İsa Efendi, güneşe karşı olan ıslak taşın yanına birkaç dakika oturmak için gitti. 

İsa Efendi, kızından bir ses beklerken, birden “Baba baba neredesin? Ben Murat, Suna’yı aramaya ben de geliyorum. İsa baba, benim ben Murat” diye bağıran oğlunun sesini işitti.  

İsa Efendi’nin, akşamki yağmur gibi gözlerinden yaşlar akmaya başladı. “Murat oğlum sesime gel! Murat sesime gel!”  

“Tamam baba, sesine gelmeye çalışacağım.” 

*** 

Entarisi yırtılmış bacakları çizikler içinde elinin, yüzünün bazı yerleri kanamış, morluklar içindeki Suna’nın üzerine güneş doğmuştu. Güneşe, can taşıyan insanlara, ağaca kurda kuşa selam salmak istercesine parlak renklerini toplamış gökkuşağı bitkin çocuk bedenine gülümsüyordu. Gökkuşağının sarı rengi, Suna’nın sarı saçlarını iyice sarartmış ama sel suları, güzelim saçları birbirine keçe gibi dolaştırmıştı. Cılız bedeni, minik bir tümseğe birikmiş kumların yaptığı küçücük bir adacığın içine gömülmüş gibiydi.  

Suna gözlerini kıpırdatarak güneşe bakmaya çalıştı. Gözlerini yakan güneşten dolayı o ela gözlerini tekrar kapatıp açtı. Gözlerini kapatıp açtıkça, dokuz yaşındaki masum çocuk, içinde kabuk bağlayan yarasından derin kanamalar görmeye başladı. 

Murat, “Baba arkadaşlarla sinemaya gideceğiz. Bana para verir misin?” 

“Oğlum, haftada iki defa sinema olmaz. Bu haftanın ilk günlerinde gittin. Böyle giderse ben sana para yetiştiremem.” 

“Anne babama bir şey söyle de bana para versin. Söz bundan sonra haftada bir defa giderim.” 

Suna üzerine doğan güneşe bakmadan vücudundaki şiddetli acıya rağmen elini donuna götürüp lastiğinden tutarak yukarı doğru çekmeye başladı.  

Ölüm kalım arasında, geçmişte yaşadıklarını film olarak görüyordu Suna.  

O gün, içinden kendi kendine söylediklerini hatırladı. “Para vermeyin! Ağabeyim, sinemadan gelince ben uyurken donumu indirip orama burama bakarken uyandım. Vermeyin para! Para Sinema Para sinema.” 

Murat o gece gittiği sinemadan sonra yine uyuklamakta olan Suna’nın yorganının üzerine oturup, masumca yatmakta olan kardeşinin donunu sıyırdı. Suna’nın mahrem yerlerine bakarken Suna uyandı. Ağabeyinin, vücudunun mahrem yerine ilk baktığı zamanki gibi korktu. Sesi düğümlenmişti. Çıt, çıkartamadı. Bağıramadan donunu lastiğinden tutup yukarı doğru çekerek örtünmeye çalıştı. “Tamam tamam” diyen Murat hemen Suna’nın yanından uzaklaştı. 

*** 

Kumların içinde kalmış küçük Suna, yaralı bedeni ve içinden atamadığı olaydan dolayı hırpalanmış ruhuyla gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Suna orada ne kadar ağladı kimse bilemezdi. Sonunda Suna bayılarak Azrail’le yüz yüze geldi. 

İsa Efendi ikindiye doğru, kum yığınının yaptığı adacıkta, belli belirsiz renkleri birbirine karışmış bir karartı gördü. Artık selin getirdiği çamurların içinde elindeki ağaç parçasıyla yürümeye alışmış bitkin baba heyecanlanıp gözüne takılan karartıya doğru biraz hızlanarak yürümeye çalıştı. Baba yüreği, büzülmüş bir durumda, yarı kumlara gömülmüş yatanın kızı olduğunu anladı. Peşinde ama ne kadar uzağında olduğunu bilmediği oğluna bağırmaya başladı. “Murat koş. Murat neredeysen çabuk sesime gel. Suna burada!” 

İsa Efendi bildiği bütün duaları kızının sağ olması için okuyarak hızlandı. Suna’nın yanına vardığında ölümü yaşıyor mu olduğunu bilmeden yavrusunu kucağına alıp kumdan adacığın üzerine diz çöktü. Kızının nabzına bakıp kalbini dinledi. Ölü gibi yatan Suna bir elin ve baba kucağının sıcaklığını hissetti. Suna’nın az sonra gözleri kıpırdadı. Sarı saçlı minik kızın soğumuş ıslak bedeni, epilepsi nöbetine tutulmuş gibi zıngır zıngır titredi. İsa Efendi’nin bütün bedenini, oğlu İsmail’i Tanrıya kurban etmek için dağa çıkan İbrahim Peygambere gelen koçu görünce duyduğu gibi sevinç kapladı. Bir anda, mutluluk ve acının karışımı ile göz pınarları sular seller gibi aktı. Peş peşe hıçkırdı. “Allah’ım yavrum yeniden doğdu, bu büyük bir mucize” diye bağırdı. Kızını kucaklayan İsa Efendi ve babasının başında dikelen Muratla birlikte ailesinin yanına gitmek için yola koyuldu. 

İsa Efendi, selde yıkılan evini, on beş gün içinde biraz onarıp çocuklarını taşıdı. Birçok şeylerini kaybeden aileyi şimdi zorlu bir hayat bekliyordu.  

Sel olayından sonra, evin içinde hiç kimseyle konuşmayan Suna’nın durumu herkesi üzmeye başladı.  

Suna, kendisine ait iç çamaşırlarını giyinmiyor, annesinin dolabından aldığı, kendisine büyük gelen şalvarları giyinip, düşmesin diye üzerine kuşak bağlayarak geziniyordu. Başına örttüğü yazmasını kaşlarına kadar indirip sanki dünyayı görmek istemiyordu. İlk zamanlar bunun büyüme isteğine özenti olduğunu düşünen annesi zaman içinde Suna’ya kızıyor, bir daha kendi şalvarlarını giyinmemesi için tepki gösteriyordu. Hareketlerinde bir değişme olmayan Suna’nın bildiğini okuduğunu zanneden annesi bir gün Suna’nın yüzüne iki tokat atıp, “Bir daha benim şalvarımı giyinip başına o kocaman yazmaları bağlarsan seni daha çok cezalandıracağım” diye yüksek sesle bağırdı.  

Aradan geçen bir yıl içinde bir yaş daha büyüyen Suna annesine, “Anne, bu evde kısa ve küçük don giyinmeyeceğim. Senin oğlun, sinemadan gelince iki kere donumu sıyırıp orama burama baktı. Murat’tan nefret ediyorum. Onu bu evde görmek istemiyorum” diye söyleyip hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. 

Annesi, “Kız sen ne diyorsun, oğlan bir yıldır sinemaya mı gidiyor ki. Sus bakayım. Bu oğlanı zaten sen önceden de sevmiyordun. Ta ne zamandan beri babanla benim odamda yatmaya başladın. Bu lafı bir daha duymayım. Baban duyarsa senin kemiklerini kırar vallahi!” Kızının anlattığı bu olayın üzerini örtüp önemsemeyen Belgüzar, büyüyüp gelişmeye başlayan kızına, oğullarının her buyurduğu işlerini yapmaya zorunlu olduğunu söylüyordu.  

Zaman içinde büyüyüp irileşen oğlanlar da ortaokul tahsilinden sonra evde kalıp babalarının toprak işleriyle uğraşmaya başladılar.  

Tarladan, bağdan bahçeden yorgun gelen oğlanların önüne, Suna sofra kuruyor, annesinin kızgın ses tonuyla, “Kalk boş oturma, oğlanlar yorulup geliyor” deyince, onların getir götür işlerini yapıyordu.  

Her gününü Murat’ta duyduğu kin ve nefretle geçiren ve onun yüzüne mecburiyetten bakarken tiksinti duyan Suna birçok gecesini de ağlayarak geçiriyordu. 

Suna’dan altı yaş büyük olan Murat, Suna gelişip serpilmeye başlayınca askere gitti. 

İçindeki bu duygulardan kurtulmak için çareler arayan Suna’da Murat eve gelinceye kadar kim isterse istesin onunla evlenme kararı aldı. 

Babasının ve küçük ağabeyi Ahmet’in hiçbir şeyden haberlerinin olmadığını bilen Suna bu arada annesine de gönül koyup içerlemeye de başladı. 

“Annemin, varsa yoksa oğulları. Ona anne olarak, Murat’ın bana yaptıklarını anlattım ama hiç oralı bile olmadı. Nasıl olsun ki, onun oğluna laf söyleyeni asla dinlemez. Masumdur onun oğulları. Anne olarak hiç olmazsa bana sabahtan akşama kadar onların hizmetini yaptırmasa. Büyüdüm, göğüslerim kocaman oldu. Ağabeyim olarak yüzüne bakamıyorum ama bana yan gözle baktığını anlıyorum. Her adet olup kendimi temizlemek istediğim zaman Murat’ın yaptıklarını hatırlayıp hem korkuyor hem utanıyor hem de kendimden soğuyorum. O iki gece üzerimde olan donlarımı yırttım ama bu acıyı unutmamak için saklıyorum. Kahrolsun bu dünya. Şu oğlan askerden gelinceye kadar kimi bulursam evlenip bu evden gideceğim. Annem de benim içimi karartan şu edepsiz oğluyla yalnız kalsın.” 

Yaşı kendisinde altı yaş büyük ağabeyinin sekiz yaşındaki kardeşinin donunu indirerek görmemesi gereken yerlere bakmasının utanç verici bir olay olduğunu ta o yaşlarda bilen Suna, geceleri ağlıyor, Suna’nın yıllarını alan iç dünyasının bozukluğu düzelmiyordu. Büyüyüp geliştikçe yatağa girip kendi vücudunu tanıdıkça gövdesinin her yanından utanıyordu. 

Zaman içinde mutsuz Suna’nın, yardımına yan yana oturduğu komşusu yetişti.  

Bir gün, komşu Nimet Hanım, Suna için gözde hor, çirkin oğluna dünür geldi.  

İnce belli, boylu poslu, sarı saçları beline gelmiş, ela gözlü Suna’yı komşunun oğlu İsmet’e kimse layık görmedi. Ama evde yüzü gülmeyen, ara sıra annesine laf sokuşturup büyük oğlu hakkında iki günde bir nefret söylemi yapan kızının bir an önce evlenirse sakinleşeceğini düşünen Belgüzar, gece yatak odasına çekilince kocasına, “Bak İsa Efendi, komşu oğlu İsmet için birkaç defa Suna’ya dünür geldi. Oğlan biraz çirkin ama biz de varlıklı bir aile değiliz. Sel evimizi yıktıktan sonra belimizi daha düzeltemedik. İsmet’in ailesi varlıklı. Kızın bir dediğini iki etmez. Kocasından, “Bir düşüneyim” cevabını alan Belgüzar, kocasının hayır demediği için geceleri rahat uyumaya başladı. 

Sevmeyi, aşkı tanımayan Suna, bu evlenme teklifine cankurtaran gibi sarıldı. Babasının, “Kızım, annenle biz münasip gördük, sen de razı mısın?” sorusu karşısında ağlamaya başladı. “Baba, çocuk yaşımdan bu tarafa her gece donumun lastiğini tutarak uyuyorum. Git anneme sor benim bu evde ne kadar huzursuz yaşadığımı. Evet, evlenip bu evden Murat gelinceye kadar gitmek istiyorum.” 

Suna’nın koluna bilezikler, boynuna beşibirlik alındı. Kendi evlerinde giymediği kıyafetler istenmeden hediye geldi. Nişanlı olan Suna, Murat’ın askerden döndüğü hafta birkaç kere gördüğü İsmet ile imam nikâhı kıyılarak evlendi. 

Suna, gelin olduğu gün Murat’ın yüzüne bakmadan, elini öpmeden çıktı evlerinden.   

Yaşamın içinde iki sene bazen uzun bazen kısa sayılabilir. Yaşadığı ortamda Suna’ya iki sene çok uzun geldi. Evinde mutsuzdu. Huysuz ve inatçı çirkin kocasının yanında iç dünyası kimseyle hesaplaşamadı. Bu zaman zarfında evlendiği aile içindeki insanlardan hiç kimseyi kırmadı. Kimse için kötü düşünmedi.                                                 

İki sene daha büyüyen Suna, kadınların da bir erkeği sevebileceğini öğrendi. Her zaman olmasa da yatakta bir erkek karısının gözüne hoş görünmeli düşüncesine sahip oldu.  

Suna’nın gözünde Murat çirkindi. Annesi de çirkindi. Gündüz fark etmese de geceleri koynuna girdiği erkek de çirkindi. Çocukluğundan bu tarafa içinden atamadığı bacak arasına bakılmasının çirkinliğiyle onların çirkinliğini hep yan yana koydu.  

Suna aşkı öğrendi. İçten sevmeyi öğrendi. Bir zaman sonra Suna, alışveriş yaptığı bakkalın, Almanya’dan izinli gelen oğlunda sevgiyi tanıdı. Suna, sevdiği adamın verdiği güçle kimseden korkmamayı öğrendi.  

Sevdiği adam ona, “Umut hiç bitmez, gökkuşağının renkleri avuçlanır, kuruyan ağaçların dibinden sürgünler çıkar, kaya oyuklarında çiçekler açar, yürek yaraları iyileşir” dedi.  

Suna’nın gönlü artık çok uzaklara gitmek istiyordu. 

Suna, kolundaki bilezikleri, boynundaki altınları odasındaki dolabın gözüne koydu.  

İki sevdalılar kimselere bir şey demeden, belli etmeden kasabada nikâhlarını kıydılar. Birkaç gün içinde hazırladıkları pasaportla Almanya uçağına bindiler. 

Üç çocuk sahibi Suna, çok sevdiği kocasıyla mutluluklarını sürdürse de başından geçen bu hikâyeyi anlatırken, gözyaşlarına mani olamadı. 

 

You have no rights to post comments