Güneşim öldü, günün veya gecenin hangi saati olmasının pek bir önemi kalmadı. Gece yarısını da çoktan geçti! Yazanların hayata hüküm ettikleri saat, gece yarılarından sonra herkesin kendi kabuğuna çekildiği saatlerdir. Sana günün yirmi dört saati yüreğimle hitap ederek yaşamaya çalışan birisi olarak, gecenin bu saatinde yazdığım bu yazı da seni her an düşündüğümün resmi bir kanıtıdır. Her saniyem seninledir. Güneşim, sen anılara gittiğin gün benim içimde öldüğü için sadece sen ve senin yıldızların kaldı. Yazdığım her kelime senin için şaha kalkan bir savaş atı gibi sarsar vurduğum tuşları… Ruhun ruhuma yüklenmiş bir kütüphanedir okuduğum her kitabı yeniden yerleştirdiğim yer olarak! Buradaki, bu büyük hazinem, yani sen, kütüphane içinde ki en değerli eserim, en bilimsel teorim, en yüce ve en kutsal kitabımsın insan olarak! Bu eser bütün eserlerden daha güzel yazılmış, sanatın, edebiyatın, heykelin, tiyatronun, şiirin ve müziğin çınlayan ve tınlayan en büyük namesi olarak. Gidişin, erken gidişin, ani gidişin hiçbir zaman kabullenilmez bir travmanın ıstırabıyla yakar yüreğimi, meletir acı acı bedenimi!
Sen gittin ve güneşim öldü, koca bir evren ve üzerinde yaşadığımız atmosfer karanlıkta kaldı. Biz demek ıstırap demekmiş meğer. Biz, bu kelimeden doğduk benim Gül Yanaklı Prensesim. Istırapla dokunduğun ellerim şimdi en sert romatizmanın artrit sancılarıyla hem ruhen hem de bedenen beni tüketiyor. Istırap doğum yapar mı? diye soranlara cevabım, sadece “Evet” olacaktır. Evet, ıstırap doğum yaptı ve seni aldı, elimden çekip aldı. Bu da şu demek oluyor bizim için; ıstırabın tezini hayatımızın tükenmesi tezi olarak sunuyorum bedenime beni sana daha da yaklaştırsın ve bu final sınavı da sona ersin diye! Canım benim, canımdan daha çok sevdiğim Gül Yanaklı Prensesim. Bu adresin sonu, sonsuzluğa göçmek olsa da, nefesime nükseden nefesin, yüreğimde ve beynimde çözemediğim tansık düşüncelerle mefkure bir amaç olarak hep yanımda ve yanı başımda kalıyorsun! Yani nefesin; sesin, yürüyüşün, beni çağırışın, buraları niye böyle dağınık bıraktın diye serzenişlerin hep kulaklarımda çınlayarak seni ben de yaşatıyor ve yaşatmaya devam ediyor. Yani, bildiğin gibi Bir Tanem, ten ve ruh bu sınavda ıstırapla verdi, veriyor ve verecektir son nefesini verinceye kadar. Sana dair ne varsa yaşıyor içimde ve ben onları özel olarak yaşatıyorum anılarına saygı duyarak. Yanıtsız kalan bakışlarla seyrediyorum sensizliği havai renklerin sardığı gökyüzüne kaldırdığım başımla… Ama biliyorum, ne yanıt vereceğini; yine gülümsüyorsun bütün acılara rağmen ıstırapla!
Güneşim öldü, senin gidişinle beraber. Ve yıldızlar gülümsüyor birer orman ağacı gibi gökyüzünde. Gülümser; ağaçlar, yıldızlar, ay ve gezegenlerde ki bilmediğimiz her nesne. Çünkü güneş öldü sen gidince. Gülümser, ağaçlar, gülümser gökyüzü, gülümser mehtap ıstırap içinde! Gülümser, insanının dışında ki bütün nesneler sahice. Onlar gülümseyince sahteliğin olmadığını anlıyorum. Çünkü gerçek aşkın doğayla bütünleşen bir ruhta toparlandığını da biliyorum. Zaten seni tanıdığım gün kendimi de tanıdığım gün olmuştu. En iyi ve kocaman tebessümlerin, gamzeli yanaklarından doğarken ay parçası gibi saçılırdı etrafa ve öbek öbek orman gülü (rodendorn) ya da hortensiyen çiçeği olarak. En iyi tebessümlerin güller gibi gülümsemelerindi ve ben sana hep bu yüzden “Gül Yanaklı Prensesim” diye hitap ederdim. Sevgiyle, yani aşk ve sevgiyle bu trinitet (üçlü) pakt antlaşması imzalardık ve buna dair itilaf devletleri de zaten yoktu. Biz, bu üçlü durumdan kendimizi istesek de muaf tutamazdık, çünkü muaf tutmakla kendimizi bundan mahrum bırakacağımızı bildiğimiz için yüreğimizdeki ışıkları hiçbir zaman söndürmezdik. Sen, doğa ve ben!
Sen gittin ve güneşim öldü Bir Tanem. Kendimizi kurtardığımız cehennem ideolojilerinden hep uzak durmanın mutluluğunu yakalayıp yaşamaya başladığımız an bizi yakaladı o acı ıstırap. Oysa biz, birbirimize kenetli ellerimizle, ruhumuzla, kaybedilmiş bu dünyanın gözleri önünde birbirimizi tamamlayan bir parçasıydık yaşadığımız şu fani ve ıstıraplarla dolu doğanın içinde. Kelimenin ve kelimelerin var gücüyle bizim sevdamızın güçlü olduğunu kısa zamanda herkes anlamıştı. Gidişin söndürdü bütün ışıkları, o yüzden yoktur bu evrenin yeni bir ışığı. Güneşim öldü, evrenin tarihi ise son buldu, gerçek olarak kalan sadece gerçek sevgimiz oldu. Bu sebeple tutamam bu gerçeği denetim altında! Çünkü yüreğim kırdı ve kırıyor gerçeğe vurulan her zinciri. Kim ne konuşursa konuşsun, kim ne söylerse söylesin, evreni aydınlatan gözlerinin yıldızları var ve ay ışığı da onlara eşlik ediyor. Yani buram buram tebessümle dünyaya vuran, yüreğinde ki güzelliği evrene yansıtan o gizemli, hisli, nazenin ruhunu saran ıstırabın yarattığı, içimdeki o dinmeyen patlama… Geriye kalan! Aşk, sevgi ve yüreğime değmiş yüreğin!
Güneşim öldü! Sadece bugün için değil! Sen gittiğin günden beri, tutuldu o. Saat gecenin üçü, uzansam da uyuyamayacağımı bildiğim için ıstırapla yorgun zihnime yeniden yükleniyorum, gözlerim göremiyor, ama ellerim tuşları bulabiliyor, henüz ikinci dubleyi bile içmedim, içimden gelmedi. Ağladım, hüzzam ve hüseynî makamında çalan acının ıstırabıyla inleyen şarkılar eşliğinde! Hava soğuk dışarıda, gözlerim yanıyor artık: mutfak penceresini açarak gökyüzüne bir göz atıyorum ve hemen ani bir şekilde içeriye dalan ayazı engellemek için kapatıyorum pencereyi yeniden. Istıraplı ruhum yorgun, buzdolabını açıyorum ve Tekirdağ rakısını, Tekirdağ bardağına ve tam onun ölçüsüne uygun bir şekilde 0,4 cl’ye kadar dolduruyorum ve tekrardan dönüyorum bilgisayarın başına. Gökyüzünde ayaz ve soğuktu ve bizim yıldızlarımızda yoktu orada bugün. Istırapla çektiğim bir yudum rakı acıyan ıstıraplı ruhumun acısını dindirmedi okuduğum şiire rağmen. Düşünceler, zihnimi kurcalayan, betimlenmesi güç dalgalar üretmeye devam ediyor, yorgun beynimin ıstırabını artırmak için. Her şeyime sen hükmettiğin için, evin, eve benzemeyen evin her köşesinde sen varsın, dört duvar senin resimlerinle süslenmiş, hediye ettiğin kalp, yine en göze batan yerinde duruyor odanın. Bu ev denen köhnehaneye hiç gelemedin maalesef. Istırabın acısı aldı seni elimden. Ben istemeden. Internet üzerinden yine hüzzam eserleri dinlerken en ıstıraplı bir parça beni masaya yeniden oturmaya zorladı. Hüzünlendim, hüzünlendikçe hüzünlendim. Yazacağım makalemi yarıda bırakarak sinirlendim, ağladım ve cimri bir yudum daha çektim rakımdan.
Avare gönül, yine sensiz hicrana daldı
Bilmem ki, neden o siyah gözlere daldı
Hasta kalbim yaşamaktan bıktı ve usandı
Bilmem ki, neden o siyah gözlere kandı
Tam beni ıstıraplı yüreğimden vuran bu ve buna benzeyen birçok nağme inlettikçe inletti. Kesintiler halinde ve karmaşık bir halveti ruhiyeyle kendimi melaninin en derinliklerine saplayarak sessizce seyrettim hayran bakışlarla çerçevelerimi süsleyen resimlerini. Tabiat dışarıda soğuk ve ayaz türkülerini söylerken, aslında içeride üşüyen benim ıstıraplı ruhumdu gidişinle kendini kayıp eden! Şimdi, şu anda, düşüncelerimle, duygularımla, varlığımla, davranışlarımla yanına geldim ve kendimi sana kilitledim, ellerini avuçlarıma alarak öptüm defalarca. Bana gönderdiğin sözcükler öbek öbek gözlerimden dökülmeye başladı ağlarken. Ve sen, şu anda, içimde yaralı ve ıstıraplı bir cümle gibi uzayıp gidiyorsun, dokunsam düzelecek gibi bir hisle irkiliyorum, ama uzakta olduğunu bildiğim için sadece uzanıp ağlıyorum koltukta öylece! Sen gittin, güneş de öldü! Ve uzanırken bile içimde ürpertici bir sessizlik, acının ıstırabıyla inleyen, acı bir tedirginlik var. Ellerim yüreğinin tuşlarına dokunuyor gözyaşlarımla, beraber ağlıyoruz ıstırapla! Huzura hasret kalmış bu lanet olası dünya da! Çok, ama çok, hatta yıllarca arayıp da bulduğum seni bir fırtına da kaybedişimi hala hazmedememenin hacmiyle boğuluyorum, hıçkırıklarla ve öyle kalıyorum saatin kaç olduğunu düşünmeden.
Sen gittin ve güneşim öldü Bir Tanem, daha dün gibi geldi, iki yıl önce bugün şehrin merkezine gidip soğukta yürürken bile terlediğimizi bilirsin. Bugün ise ben sensizim, bedenim sensiz ve sessiz. Ellerim sensiz, gözlerim sensiz, ruhum sensiz. Gecem, gecelerim genelde bu günkü gibi, başka duyduğum, ama önemsemediğim seslerin ıstırabıyla geçiyor. Gecem, gelen bu gürültülere değil senin sesine, gözlerine ve ruhuna sarılmak istiyor. Sen gittiğin günden beri güneşim öldü, günler sisli, ağır geçiyor, günler katil, günler sefil bir bedbahtlığın ıstırabıyla saplıyor hançerini yüreğime. Biliyorsun ki, günler gaddar insanlar gibi vicdansızdır, katiller gibi acımasızdır, yaralar her bedeni, bizim bedenimiz gibi. Ama bizim ki daha bir derinden yaralandı ıstırabın sustalı bıçağıyla. Ben, işte bu yüzden sende kaldım, senin bu vefasız dünyadan erken gitmene rağmen. Yani Bir Tanem, vicdanım yüreğimde, yüreğim sevgimde, sevgimde gözlerinin içinde kaldı. Üstad, F. Kafka’nın da söylediği gibi: “Kalbim bir olta iğnesinin dibinde aslıymış gibi duruyor. Küçük incecik bir iğnenin ucunda. Ve bu yüzden çok ince, korkunç, keskin bir acıyla yırtılıyor sürekli...” O yürek, bendeki yürek, yırtılıyor acılı bir sancıyla!
Hasan Hüseyin Arslan - 17.01.2021