Buğa Gölündeki Taraklı Kuş
Cumhuriyetin ilk yıllarında nüfusun yaklaşık % 25’i şehirlerde yaşıyordu. O şehirlerin ne kadar şehir olduğu da çok su götürür. Tarla ve bahçeleriyle bildiğiniz köydü. Köy değerleri egemendi. Zaman içinde köy-şehir oranı tersine döndü.
Uygarlık açısından bakınca şehirlilik köylülükten ileri bir durumdur. Kavramların Arapçasını söylersem daha iyi anlaşılacak galiba. Arapçada şehirliye medeni, köylüye bedevi derlermiş. Ancak bundan kimse alınmamalıdır. Bazen kendilerine göre köylülerin ya da şehirlilerin farklı alanlarda üstünlükleri de vardır. Ben de köyde ve köy değerleri ve değer yargılarıyla büyüdüm.
Şu anda şehirlerde yaşamakta olanların büyük kısmı köy kökenlidir. Köy pedagojisinin ürünü ve zihnen köylüdürler. Köylü çocuk nasıl eğitilir?
Yüzlerce yılın birikimiyle...
Köylüler bilir. Etraf kitapsız kütüphanedir; efsane ve destan kitaplığı. Muhteşem bir bellek deposu! O kitaplıktaki kitaplar sürekli okunur, hep açık durur!
Orda bir taş vardır: Bir kadın ya da gelin düşman askerlerini görünce taş kesilmiştir!
Orda sıra taşlar vardır: İstemediği adama gelin edilen kızın düğün davetlileridir.
Orda bir ağaç vardır: Bir kızın gözyaşlarıyla büyümüştür.
Orda bir kuş vardır: O aslında yavuklusunu arayan bir sevdalıdır.
Bir uçurum vardır: Doğaya zarar veren birine karşı tabiat öfkeden patlamıştır!
Orda bir ot vardır: Şeytan süpürgesidir.
Orda bir tepe vardır: Köroğlu orda konaklamıştır.
Orda bir kaya vardır: Bir yiğidin devlere attığı sapan taşıdır.
Doğa sürekli okunan bir kitaptır...
Taş kesilenler ya da kuş olup uçanları anlatan efsaneler, eşeğin aklına karpuz kabuğu getirmeden mahremiyet eğitim veren müfredattır. O efsanelerle büyüyenlere ayrıca kaç-göç anlatılmaz ya da uzun boylu, çıplak biçimde anlatılmaz.
İstiklal harbini yapan askerlerimiz köylüydü. Çoğu okul, mektep, medrese görmemişti ama vatanseverlik, gözüpeklik, fedakârlık duyguları güçlüydü. Karakterli, üstelik sağlam karakterliydiler. Şerefli olmak çok önemliydi, şerefsiz olmak aşağılık olmak demekti. Asaletli olmak ve olmaya çalışmak da önemliydi.
Bunları öğrendikleri yerlerin başında bellek mekânları geliyordu.
Şehirlerde bellak mekânı olarak dağ, tepe, kaya yok. Ama medeniyet varsa buna çözüm bulmuştur. Şehri medeni yapan o çözümlerdir.
Dağ tepe yok ama heykeller, anıtlar olabilirdi… Oysa yok! Başımızı her çevirdiğimiz yerde bir değer anlatan, var olanını incelten bir sanat eseri bulamıyoruz. Şehirler köylerden çok yoksul. Eğitim açısından en kötü durumda olan mekân şehirlerimizdir.
Ne yazık ki şehirlerde kanaat önderlerini sanat konusunda bilgilendirip, desteğini alamadık. Sanata olması gereken talep yok!
Yazık şehirlilere.
Etnopedagoji Okumaları
Bilim yolundan çıkınca akıl kullanımından da vaz geçilir. Doğru ve yanlışı belirlemede kullanılan ölçüt bir anda ortadan kalkar. Ak ile kara birbirinden ayrılmaz olur, belirsizlik olur ve grileşme başlar. Türkiye, grileşme yüzünden rasyonel bir toplum olamamanın sancılarını birçok boyutta çekiyor. Bu boyutlardan biri de ahlâkî boyut. Karakterli insan yetiştirmekte sıkıntı yaşanıyor. Karakterli insan, kararlarını toplumsal ve evrensel yüce değerleri ölçüt olarak alıp, ona göre davranış sergileyen insandır. Böyle bir insan etik ilkelere göre davranır ve kaliteli bir insandır. Dinlerin yüzyıllardır elde etmeye çalıştığı insan tipi de aslında bu karakterli insandı. Artık bu iş bilimsel olarak eğitimcilerce yapılıyor!
Bu insan tipini yetiştirmekte artık zorluk çekiliyor. Babalar yetiştirdikleri oğullarına artık kefil olmuyorlar! Eskiden kefil olamadıklarını "hayırsız evlat”, “asaletsiz", “soysuz” diyerek reddeder, kendisinin ve atalarının şerefini korurlardı. Artık eli kanlı, tecavüzcü velede bile hiç değilse "Hayırsız!" diyenleri göremiyoruz!
***
Ahlaksızlığı sergilemenin birçok yönü var ama toplum cinsel ahlaksızlığı daha net görüyor.
Sadakatsizlik ve zina, çocuklara yönelik taciz ve tecavüzler, ensest ve cinselliğin kamuoyunda fütursuzca sergilenmesi haklı olarak ahlaklı toplumdan tepki görüyor.
Sözü yine etnopedagojiye getireceğim. Ana-baba terbiyesi, konu-komşu terbiyesi, mahalle ve köy terbiyesinden söz edip folklorik müfredata işaret edeceğim.
***
2020 Ağustos’un sonralarında emekli bir eğitimcinin çocuklar için yazdığı bir masal birçok insanı öfkeden çıldırttı. Akademik cemaat bile moda kavramlarını kullanmayı bir yana bırakıp lanetler okudu…
Kendisini çocuk edebiyatçısı sayan yazar, basına beyanat vererek öyküsünün bir derleme olduğunu açıklamış. Yani öykü yerli ve geleneksel! Yani “Toplumu ve kültürü mü yargılayacaksınız? diye soruyor. Geleneksel ise etnopedagojik bir materyaldir. Derlendiği bölgede bu öykü olasılıkla ergenlik sonrası dönemdekilere anlatılıyordur. Yazar, öyküyü yetişkinlere yönelik olarak yayınlansaydı “müstehcen bir fıkra” deyip geçilebilirdi. Çocuklara yönelik olarak yayınlanması facia idi. Beyanatında, yayınlandıktan sonra yaptığı çirkinliği fark edip toplattığını dile getirmiş. Yine de dört baskı yapmış! Geçelim.
Anlatılan nedir? Tecavüzün bir cezalandırma yöntemi olarak kullanılması!
Öykü şöyle: Nedense tilki boz ayıya zarar vermek istemiş. Nedense onu ezmeyi ve aşağılamayı rakibinin/düşmanının onurunu kirleterek yapmak istiyor. Bu amaçla boz ayıya tecavüz etmenin ona yapılacak en ağır kirletme yöntemi olduğuna karar veriyor ve ayının bikrini izale ediyor. Bu tecavüzcü tilki gusül abdesti almayı da ihmal etmiyor! Dini inancı onun tecavüz etmesine engel olmuyor ama cenabet kalmasına izin vermiyor ve yazar anlatısında gusül abdesti aldırıyor!
Buradan başlayalım: Cinsel eylem bir cezalandırma, üstelik maruz kalanın şerefini lekeleme, onurunu aşağılama biçimi olarak ortaya konuluyor! Tecavüz, saldırgan bir intikam aracı olarak düşünülüyor. Buradaki cinsellik sıradan bir sadakatsizlik veya zinanın ötesinde bir durum!
Bu öykü ile büyüyen bir çocuğun yetişkinliğinde “namus” kavramına yükleyeceği anlamlar çok daha farklı olacaktır! “Etnopedagoji: Atabek Yurdu” kitabımda yer verdiğim masaldaki tilkinin kuyruğu, tilki için ne anlam ifade ediyordu? İşte o: Kök değer!
Bunun arkaik/kadim köklerinin olduğunu hatırlatmalı mıyım?
***
Yeryüzünde en çok torunu olan bilindik kişiler üzerine yapılan araştırmalar bir kişiyi öne çıkarıyor: Cengiz Han. 16 milyon torunu varmış! Torun sayısı bakımından ona yaklaşan kimse yok.
Peki nasıl olmuş?
Cengiz Han’ın bir savaştan sonraki ilk icraatı, yendiği hükümdarın, kumandanın ya da şehir yöneticisinin karısını, kızını, gelinini sırayla koynuna almakmış. Yüzlerce şehir fethettiği düşünülürse! Üstelik Cengiz Han’ın oğulları da aynı yöntemi kullanmışlar. Cengiz Han düşmanını savaş meydanında yenmekle bırakmıyor; yaşama nedenini de elinden alıyor.
“Töre cinayetlerini” şimdi konuşalım mı?
Etnopedagoglar, etnopsikologlar ve diğer sosyal bilimciler lanet okumak yerine bağlantılı düşünüp analiz yapmalıdırlar.
Etnopedagogunuz var mı? Etnopedagoji kitaplarınız, araştırmalarınız var mı? Okudunuz mu?
Başka sözüm yok.
Mahalle baskısının niteliği
"Söylesen tesiri yok, sussan gönül razı değil." demiş şair-filozofumuz Fuzuli. Bu açmazda yine de insan söyleyeceğini içinde bırakmamalı.
Mahalle baskısı her zaman kötü değildir. Mahallelinin erdeme dayanan yaptırım gücü, içindeki olası birkaç "puşt"u baskı altında tutarak ilkellik ve vahşet sergilemesine izin vermez. Olumsuzluklar baskı altında tutulmuş olur. İyilerin önü açılır, iyilik ve güzellik kazanır! Ne sakıncası var? Mahalle baskısının kötü olması, puştluğa ve saygısızlığa dayanan yaptırım gücünün hakim olmasındandır. Mahallenize puştluk hakimse şunu bunu suçlamadan önce özeleştiri yapmak zorundasınız.
Benim doğup büyüdüğüm çevrede pek kavga-dövüş olmaz. Onlarca yıldır ölümle biten kavga olmamıştır. Büyüklerimiz çocuklarımıza empati yapmaktan ötesini öğretir. Bizim ata sözümüz şudur: "Çuvaldızı kendine, iğneyi başkasına batır!"
Şaşkınlıkla izliyorum ve sizin vahşetlerinizden, onu üreten kültürünüzü görmeyişinizden, sebeplerini kendi kendinize ve önce kendinizde araştırmayışınızdan rahatsızlık duyuyorum.
Planlı, örgütlü ve zevk alırcasına işlenen cinayetleri icra edenler sizin mahallenizin kültürünün, aile terbiyenizin ürünü değil mi? Büyükleriniz size ne öğretti? Dininiz, ahlakınız, masallarınız, gelenekleriniz size ne anlattı?
Herkesin bir hayat hakkı var! Hayatta kalmak bazıları için ve bazen o kadar zordur ki… O zorluklara katlanarak yaşamak isteyen birisine yardım etmenin, destek olmanın erdemini yaşamak varken neden hem kendininkini hem de başkasınınkini rezil ediyorsunuz? Suç için sorumlu ararken hemen ve hep karşınızdakine bakıyorsunuz, aynaya baksanıza, özeleştiri yapsanıza… O sensin!
Nezaket yoksunu, görgüsüz, kaba saba, sivri dilli, birlikte yaşamayı bilmeyen ve toplumda gerginlik yayan politikacılarınızdan, kanaat önderlerinizden hoşlanmıyorum.
Etnoteopolitik taciz
Türk toplumu tarih, gelenek ve atalarını çok önemser. Ölen ataları için mezar taşı diken toplumlardan biridir. Ataların ruhunun (ervah) evlere ziyaret yaptığına inanılan bir kültüre mensuptur. Ataların ruhunun gözetimi altında olduğu için her davranışına özen gösterir çünkü atalarına layık bir kişi olarak yaşamak ve şerefli olmak zorundadır (bkz, Çınar, İ. Etnopedagoji: Atabek Yurdu). Bu değerlerin unutulması, üstelik yerini başkalarının etnokültürel sisteminden uyumsuz parçalar alması, toplumsal-kültürel sistemi ve bireyin neredeyse tüm değerlerini parçalayıcı bir etki yapar. Bu mankurtlaşmaktır. Aytmatov’un itirazı ve uyarısı bunadır.
Türkiye’de gerek modernist bilim kültürü gerekse Diyanet İşleri Başkanlığı’nın farklı etnokültürel değerlere mensup olan memurlarının Türk mitolojik sistemine yönelik imha girişimleri, “Dinde yeri yoktur.” söylemi ile bir mankurtlaştırma eylemi olarak sürmektedir. Bu bilgisizliklerini gidermelidirler. "Arap kültüründe yoktur." diye Mevlidleri yasaklamayı, mevlidhanları susturmaları ya da minarelerin yıkılmasını ne zaman tartışmaya açacaklarını endişe ile bekliyorum.
Allahsız!
Beni yetiştiren çevrenin kullandığı olumsuzlamalardan biri "Allahsız" nitelemesiydi. Allahsız olmak kötüydü. İstenmeyen kişiydi Allahsız!
Bizde Allahsız kavramı sadece ateist anlamına gelmezdi, daha genişti. O kavramı bilmez zaten bizimkiler. Kulaklarına çalındığı olsa da, kulak asmaya gerek duymazlar. Bildiğim kadarıyla dinsiz kimse yoktu. Yine de Allahsız sık kullanılan sözcüklerden biriydi.
Son zamanlarda duymuyorum. İstanbul ağzı ve dilini yansıladığımız için günlük kullanımdan kaldırmış olmalıyız.
"Allahsız kimdir, nedir, kime denir?" sorusunu örnekle açıklayabilirim: Allahsız denilen kişi merhametsizdir. Kendinden güçsüz olanlara karşı acımasız olur. Gücünü ve yetkisini zayıflara karşı kullanır. Örneğin Allahsız bir kişi, hayvanlara, çocuklara, kadınlara zarar verir, aşağılar, hakaret eder, döver, söver, yaralar. Onlara gücü yetmektedir ve gücünü kullanmakta çekingenlik yapmaz. Hatta gücünü sık sık hatırlatır! Böylelerine bizde Allahsız denilir.
Allahsız hakkaniyetli olmayan kişidir. Hak hukuk bilmez. Dağıtım, paylaşım gibi hallerde üleşim yapmaz; ölçüsüz ve ayarsızdır. En çoğunu, en iyi tarafını kendine alır, yakınlarına, yoldaşlarına ve karşısında köpekleşenlere verir. Hakkı hak eden ya da ihtiyacı olana teslim etmek gibi erdemlilikleri görülmez. Öylelerinin yaptıkları bizimkilere göre Allahsızlıktır.
Allahsızda vicdan fukaralığı da vardır. Kendi davranışlarını yargılamaz; ayan beyan kötülüklerinden bile pişmanlığı yoktur. Perişan ettiği ya da kırgın bıraktıklarının gönlünü almaz, özür dilemez. Allahsız ya, hesap vermeyi hiç düşünmez!
Allahsızların bir özelliği de karaktersiz olmalarıdır. Bir eylemi, eylemeden önce insanlık adına, adam olmak adına yüce/ulvî, örnek alınabilir davranış sergilemek adına da olsa, “yapacağım şey doğru mudur, ayıp, yasak, günah sayılır mı, sonradan yüzüm kızarır mı? gibi endişeleri olmaz. Allahsız böyle bir kişidir.
Allahsızın pespayesi, Allahsızlığının anlaşıldığını hissettiğinde mürailiğe başlar; dili dualı olur. Dilinden maşallah, inşallah düşmez! Molla ile birlikte görünmeye gayret eder!
Bizde birisini kınamak, ayıplamak, lanetlemek gibi durumlarda "Allahsız" ifadesi mutlaka geçer. Anlaşıldığı gibi bizde Allahsızlık, dinsizlik anlamına gelmez. Yine de dinden çıkanlardan endişelenilir. Onları Allahsız sanır, ilkel bulur. Çünkü bizde Allahsızlık, etiksizlik, estetiksizlik, yakışıksızlık, erdemsizlik, medeniyetsizlik... anlamlarına gelir. Hesap vermeyi ve bedel ödemeyi düşünmeyenler toplumsal tehlikedir.
Allahsızlar ahlak üzerine konuşmaktan hoşlanmazlar. Haksız sayılmazlar; ahlak güçsüzlerin, gücünü erdemli ve karakterli oluşundan alanların savunduğu ilke, konuştuğu konudur. Güçlünün ahlaka ve erdeme ihtiyacı yoktur!
Bir de Allahsız – Kitapsız olanlar var… Şeddelisinden!
Hansaray
Kırım, Atabek Yurdu’na çok uzak değildi. Ahıska, Posof ya da Şavşat'tan Batum ya da Turabozan’a “inince” Kırım’dasın demekti. İstanbul'dan daha yakın. Bir vapurla oturduğun yerde birkaç saatlik sallantı.
Çocukken dedeler kuşağının ahbabıydım. O zaman yollar kapanmıştı ama eskiden giden gelen çok olurmuş. Kırım'a zenginler alışverişe, yoksullar nökerlik yapmaya gidermiş.
Bir ara un da Kırım’dan mı gelmiş ne, bizim köyde beyaz unun adı Kırım unuydu. Köyün buğdayından yaptığımız ekmek pek esmer ve ağlak olurdu. Ekmeklerimiz çiğnerken dişe yapışıyordu. İmana getirmek için ilçeden “Kırım unu” alır, karıştırırdık. Kırım’dan gelmezdi artık ama onun adı "Kırım unu"ydu.
Kırım’a bizim ozanlarımız da giderdi. Âşıklık yapar, konser verir, kültür alıp, kültür satarlardı. Bilgelik demler bize gelirlerdi. Bize de anlatırlardı, (...) medyası yokken.
Atabekli ozan Sümmani Baba bir Kırım seyahatini söylemiş. Bahçesaray gezmiş, Kırım Hanlarının Han Sarayı’nı destan eylemiş:
(Destan şu kitaptan: A. Erkal. Âşık Sümmanî. Erzurum: Fenomen, 2007, s. 436-437.)
“Vardım Kırım ülkesine divanı Hansarayın
Gönlümü müşerref etti dört yanı Hansarayın
Görüben seyran eyledim bağın bostanını
Ol bağı cihana benzer gülşanı Hansarayın…”
Bunu sosyal medyada paylaşınca Kaan Gündoğdu şunu yazdı:
Bir Posof manisinde de geçer:
“Sahanda Kırım uni
Deminnidur deminni
Ağam kumar oynamaz
Yeminnidur yeminni.”
Semih İpek ise Tortum’da bir baklava türünün adının Kırım baklavası olarak adlandırıldığını yazdı.
Kırım bize çok yakındır.
İbrahim Dede
Bizim Ahıska sürgünü küçük İbrahim, 1944'te Özbekistan'a gittiğinde 14 yaşındadır. Köyden çıkması yasaktır ama zamanla yasak kalkar. Taşkent’te tiyatro okumak ister. Sınavları kazanır ve okula kaydını yapar ama ailesi okuldan alır. Ressam olmak ister, ona göre sınavda hakkı yenir. Okumakta kararlıdır ancak Rusça eğitim almadıkça iyi bir kariyer yapamayacağını da anlar. Rusçası ise zayıftır. Bu yüzden iyi okulları kazanamaz. Bir gün saraya gider. Cumhurbaşkanı Reşidov’un giriş çıkış yaptığı sarayın arka kapısında saklanıp bekler ve Cumhurbaşkanı Raşidov’un ilgisini çekmeyi başarır, odasına girer ve derdini anlatır.
Özbek Cumhurbaşkanı bizim İbrahim’i dinler ve onun Rusça eğitim almak istemesini çok olumlu karşılar. Zira Özbekler Rusça eğitime sıcak bakmamaktadır oysa devletin Rusça bilen elemanlara ihtiyacı vardır. Cumhurbaşkanı onu Coğrafya fakültesine kaydettirir. Okulu bitirir, öğretmenlik yapar ama yanı sıra gazetecilikle de uğraşır. Türkçe, Rusça, Özbekçe ve Gürcüceyi şiir yazacak kadar iyi bilmektedir. Şöylece anlattı:
Raşidov’a dedim ki “Rusça eğitim veren bir okulda okumak istiyorum ama Özbekçeden vazgeçmiş değilim. Rusça ile Özbekistan’a daha çok hizmet ederim” dedim. Çok sevindi. “Aferin sana. Akıllı gençsin. Geniş meydana çıkmak için o dili öğrenmen gerek” dedi ve ekledi: “Bir isteğim var; Ruslardan daha iyi öğrenci olmalısın. Benim yüzümü kara çıkarma.” dedi. Yanımda telefon ederek beni üniversitenin Coğrafya bölümüne kaydettirdi.
Yüzünü kara çıkarmadım. Ruslardan bazılarının bile zorlanıp bıraktığı okulu bitirdim. Coğrafya öğretmeni olarak atandım. Okuldaki tek Türk [Ahıskalı] idim. Rus müdür ve yardımcıları benim Türk olmamdan hiç hazzetmediler. Hep zorluk çıkardılar, bezdirdiler. Birkaç sene çalıştıktan sonra istifa ettim.
Ata-dede sözü
"İkna sanatı" kitapları çok satabilir ancak empirik bilgiyi ihmal edenler ne sanatı okursa okusun, zahmetlerine değecek kadar etkili olamazlar. Bir düşünce, öneri ya da yönlendirme yapmak istiyorsanız, tezinizi bir atasözü ile birleştirerek verin, büyük ölçüde amacınıza ulaşırsınız. Atasözleri bilgelik düzeyinin sözleridir yani hikmet dediklerindendir. Böyle olunca etnopedagojik değeri de çok yüksek olmaktadır.
Atabek Yurdu'ndan bazı atasözü örnekleri sunuyorum:
Çemkirmesini bilmeyen it, davara getirir kurt.
Sorucu ol ki, bilici olasın.
İt utansa don/tuman giyer.
Bakmakla öğrenmek olsaydı, it kasap olurdu.
Çiğ yumurta soyulmaz.
Gevşek götün mahanası da lobiya (fasulye) çorbası!
Milletinden evlenmeyen illetinden ölür.
Cömert der maldan, yigit der candan ederler.
Kimi bildiysem hacı, koynundan çıktı haçı.
Zaman sana uymazsa sen zamana uy.
Sahipsiz avrat, yularsız at.
Kılda keramet olsa keçi evliya olurdu.
Ağzı açığın malını gözü açık yer.
Bıldırki bayramın bu yıl mübarek olsun!
Sütle giren huy canla çıkar.
Zor kapıdan gelende şeriat bacadan çıkar.
Pehlivan güreşte belli olur.
Uyuyan yılanın kuyruğuna basmazlar.
Son atasözü uzaklardan, zulüm altında yaşamaya gayret eden Uygurlardan olsun:
“Bugün göz yumduklarımız yarın bize göz açtırmayacak olanlardır.”
İstanbul Sözleşmesine Etnopedagojik Bakış
Yazılı ve ıslak imzalı metinleri “sözleşme” diye adlandırıyoruz ve yaptığımız iş bazen anlamını yitiriyor. İfadedeki “söz” özgürlüğünü yitiriyor. “Söz uçar yazı kalır” Latinlerin atasözüdür ve sözün her tarafa çekilebileceğini ve anlama özgürlüğünü sağladığını, yazının ise donuk bir somutlama olduğunu anlatır. Platon, Sokrates diyaloglarında yazıyı bir hayli hırpalar. Yazıyı malumatfuruşluk sergilemekten kurtarayım madem. Kadın ve kadınperverdigârın son zamanlardaki feveranında söz edeceğim. “Erkek terörü, erkek vahşeti” gibi tanımlamalardan rahatsızım. Öte yandan ciddi bir kadın katliamı halinde olduğumuzu utanç içinde izliyorum.
Konunun toplum bilimlerinden soyutlayarak ele alındığını görüyorum. Konuyu etnopedagoji yönünden ele alacağım ve galiba feminist arkadaşlara cephane üretemeyeceğim. Bizim aile yapımız hiyerarşiktir! Hiyerarşi olan yerde birçok bakımdan eşitlik de tartışmalı hale gelir. Eşitliğin olmaması demokratik açıdan eksiklik midir? Belki ama ne yapalım ki böyledir. Bizde büyüklerin ve erkeklerin sözü geçer… Böyle sürmesi gerekir mi? Gerekmez ama akşamdan sabaha da değişmez!
Büyürken bu hiyerarşik etnopedagojik bilgi, gözlem ve deneyimle büyüyoruz. Aile bizde askeri bir birimdir. "Ordu-milletiz" diyorduk ya hani, o gerçekti! Haydi militarist olmayayım. Aile bizde bir örgüttür. Erkek o örgütün yöneticisi (başkan-reis) ya da lideridir. Oğlan çocuklarını lider/kumandan olarak yetiştiririz! Kızların örgütsel rolü başkadır.
Biraz daha soft anlatayım: Çocuk annenin koşulsuz şefkati ve babanın güven veren koruyucu gücü/otoritesi parantezi içinde büyüyor. Babamızın güçlü olduğuna inancımız olmalıdır ki bizi koruyabileceğine olan güvenimiz olsun. “Benim babam senin babanı döver” diyen çocuk kendini güvende hissediyordur; ona ihtiyacı var. Aynı şeyi annesinden beklemez. Annesinin karşıladığı ihtiyaçları başkadır. Oğlanı kendi çocuklarının babası olacak şekilde yetiştirmemiz gerek!
Cinsiyet rollerimiz farklı. Adam gibi kadın ya da kadın gibi adamlardan pek hoşlanmıyoruz! Kadının kadın gibi, adamın adam gibi olmasını istiyoruz. Kadın ve adamları “adamlıkta veya kadınlıkta eşitleme”ye çalışanlar cinsiyetler arası ilişkiyi ve huzuru bozmaktadırlar. Sorun vardır ama böyle çözülmez!
Gelenekteki aile içi hiyerarşiye dönersek, büyüklerin ve erkeklerin baskın olduğunu biliriz. Ancak ilişkilerin sevgi ve saygıya dayalı olduğu ailelerde emir-komuta hissedilmez. Hatta birçok kadın, kocasının iktidarını ezmeden onun otoritesini ele geçirir ve sorunsuz biçimde yaşarlar. Adam kendisini “reis” sanırken asıl riyaseti kadın icra eder. Bu icraati yaparken “Ben bilmem eşim bilir” demekten de geri kalmaz. Geçmişin çözümü böyleydi. Gelecek için zorla güzelliğin olmayacağını sadece erkekler değil, kadınlar da öğrenmeli!
"Cehalet Fazilettir" Anlayışı
Eski Türk filmlerinden birinde bir sahne vardı. Olay kalabalık bir toplu ulaşım otobüsünde ayakta kalan yolcular arasında geçer. Biri kılık kıyafetiyle eğitimli bir beyefendidir. Yanındaki ise görgüsüz, kaba ama cüretkâr bir külhanbeyi. Gömleğinin düğmeleri bağrındaki kılları iyice açıkta bırakmıştır. Kundurasını takunya biçiminde kullanır. Ceketini de tek eliyle omuzuna atmış ve orada tutmaktadır.
Şoför de hoyrattır. Keskin frenler yapınca ayaktaki yolcular savurulur. Külhanbeyi tek elle tutunduğundan savrulmalarda kendini kontrol edemez. Böyle anlardan birinde yanındaki beyefendinin ayağına basar. Farkında değildir. Beyefendi olan yüzündeki acıya rağmen açıkça derdini anlatmak yerine acı çektiğini ima etmektedir. Külhani durumu anlamayınca sonunda nazik bir üslupla seslenir:
-Beyefendi ayağıma basıyorsunuz! Lütfen ayağınızı ayağımdan kaldırır mısınız?
Külhanbeyi, yanındakini küçümseyen, hatta tiksindiğini belirten bir bakış atar ve ünlü cevabını verir:
-Beyefendi senin babandır ulan!
Lütfedip diğerinin ayağını ezmekten vazgeçer. Özür dilemez, gönül alıcı bir konuşma yapmaya da gerek duymaz. "Beyefendi" hitabını bile hakaret olarak anlamıştır. Bu cahil taşralı, onca cahil, kaba, görgüsüz hallerine karşın, kendisini uygar kişinin üstünde görmektedir! Üstün olduğu için onu ezme hakkının olduğunu düşünmektedir.
***
Geleneksel kültürümüz bilene, arife, bilgeye, (hikmet sahibine) değer verir. Oysa yıllardır bu ülkede eğitimli, karakterli, estet birikimi olan, uzman, evrensel kültüre katkı yapabilecek aşamaya ulaşmış kişilere “entel”, “monşer”, “batıcı”, "gayri milli", "mason"… denilerek aşağılandı. Meydan gazeteci ve politikacı kılıklı taşralı külhanîye kaldı.
Normları, zevkleri, beğenileri, iyi, güzel ve doğru olanın ne olduğunu, kültürü, ahlâkı, millî ve manevî değerlerin neler olması ve nasıl anlaşılması gerektiğini bu külhanî belirliyor. Liyakatsizliği, kalitesizliği, ahlâksızlığı, mürailiği, münafıklığı o meşrulaştırıyor.
Kadın dövmekten ensest patlamasına, trafikteki hoyratlıktan korona tedbirlerindeki ciddiyetsizliğe, iltimastan adam kayırmacılığa, ahlakî çöküntüden toplumda çözümsüzlük ve umutsuzluk bezginliği yaratmasına varıncaya kadar birçok şeyin altından bizim külhani çıkar. Bu artık bir insan tipi; her yerde karşınıza çıkabiliyor. Eskiden de vardı ama kontrol altındaydı. Haddini biliyordu, bilgeye ve erdemlere saygılıydı. Saygısızlara haddini bilmesi için tiksinti dolu bir bakış yetiyordu!
Bütün sorumlulukları ona yüklemek ona bile haksızlık olur ama yine de o affedilmemesi gereken bir mankurttur.
Sosyal ortamları biraz da yazdıklarımızın okunması için tanıtım yapmakla değerlendirmek gerekiyor. Ne kadar çok kişi okursa o kadar iyi.
Kitap tanıtımı reklam değil, kültürel bir görevdir.
Etnopedagojik kısa not
Masallar çocuklara uykudan önce değil, en uyanık oldukları anlarında anlatılır. Okunmaz; anlatılır!