Hayvan Bilgisi Bağlamında Türkçe

Kültür insanın ürettiği ve biriktirdiği bir olgudur. Geçmişten gelir, üzerine eklemeler yapılır ve kuşaktan kuşağa aktarılır. Köyden şehre göç hızı, köylülükten şehirliliğe geçme gayreti, gelenek ve törelerden modernleşmeye geçme çabası, adetlere uymaktan kanıta dayalı bilgi kullanma mücadelemizin sonunda bir şeyler kopuyor olmalı ki kültürel mirası kayba uğramadan gelecek kuşaklara aktaramıyoruz.

Hayvanat bağlamında Türkçeden söz edeceğim. Tarım toplumundan ve köy hayatından geliyoruz. Hayvanlarla iç içe yaşıyorduk. Hayli zengin ad, kavram ve deyimlerimiz vardı. Onları bir tarafa bırakıp yeniden ürettiğimizi gözlüyorum. Birkaçına dikkatinizi çekeceğim.

Yavrularının adları vardır: İtin yavrusuna bebek denmez, enik denir. Atın yavrusu tay, camuşun veya mandanın malak (gedek), ayının yavrusu palaktır. Keçinin yavrusu oğlak (kıdan-kıdık), koyununki kuzu, ineğinki buzağıdır. Buzağının dişisi büyür düve olur. Erkeği büyür tosun olur, delikanlı olunca o artık boğadır.

Yiyeceklerinin adı da başkadır. İt mama yemez yal yer, at arpa-saman, sığır ot saman yer.

Hayvanların kavgalarının ayrı adları vardır: Atlar tepişir, itler boğuşur, boğalar güreşir, koçlar tokuşur, horozlar dövüşür.

Atın erkeğine aygır/beygir, dişisine kısrak denir. Sığırın dişisi inek, erkeği boğadır, burulur öküz olur. İtin erkeğini bilmem ama dişisi kancıktır. Davarların erkeği koç, dişisi koyundur. Keçinin erkeği tekedir. Yumurtaları yenen tavuk, erkeği ise horozdur.

Atın rengi olmaz, donu olur. Beyaz at yok, kırat vardır. Kara at da olmaz, yağızdır. Dorusu var, demirkırı var, alapaçası var…

At demişken, sürüşlerinin bile adı var. Bizde makbul biniş yorga biniştir. (Osmanlı sosyetesi rehuan diyor.) Dört nala ya da tırıs gidişi de vardır.

Ata “yürü” denmez, “deh” denir. Öküze “oha”. İte “hoşt” denir, yürü git, hatta defol demektir. Ölümlerine bile farklı ad verilir. Eti yenen hayvan ölürse telef olur, eti yenmeyen hayvan geberir, ölüsü leş olur.

Türkçenin incelikleri...

 

Bebek Politikası

Çiftlerin çocuk yapma oranları araştırılmış. Yurttaşlarımızın çift başına yapabildiği ortalama çocuk sayısı bu sene %1,8’e düşmüş. Hatırı sayılır bir kitle tek çocuk yapabilmiş! Eskiden 10-15 çocuk yapanlar vardı. Bu kadarına gerek yok deniliyordu. 3’e bile razı olundu ama dinleyen kim…

Bu hususta iyi bir performans sergileyen Suriyelileri ayrı tutarsak, oran 1,5 çocuğa kadar düşer. Suriyelilerin Türkiye’de doğurdukları çocuklar Türk vatandaşı olarak mı dünyaya geliyor, bilmiyorum. Bizimkilerden bazı sevimsizler, “böylesi bir dünyaya çocuk yapmak istemiyorum” lagalugası yapıyor. Neyse!

Yukarıdaki tablo neyi gösterir?

İnsanların çocuk yapmayı zahmet ve külfet olarak anladığını... Çocuk yapmak birçok bakımdan fedakârlık gerektiriyor. Çocuklarla tatile gitmek, sinemaya gitmek, bitmek bilmeyen dertleriyle uğraşmak istemiyorlar. “Yapabildiklerini” göstermek için bir “adet” yapıyorlar.

Devletin çocuk bakım sistemlerini geliştirmediği de ortada… Özellikle çalışan kadınlar için çocuk büyütmek bir işkence! Sosyal devlete görevini hatırlatan yok! Bebeklere nasıl bakacağımızı milletçe düşünmüyoruz. Anne babaları bakım giderleri düşündürüyor ama asıl bakıcı bulamamak, kreş olanaklarının neredeyse yokluğu… Bunlar çocuk yapmak isteyenlerin kararlarında ısrarlı olmamasına yol açıyor. 2+1 evlerde 2+1 çocuk da yapılmıyor zaten! Suriyeliler yapıyor ama!

Gerekçeleri neyse ne ama bunun sonucu ne olur?

Tek çocuk yapan aile çocuklarını kardeşsiz bıraktığının farkında mıdır? Kızlı oğlanlı iki çocuk yapanlar bile kız kıza bacılar, oğlan oğlana kardeş dayanışması duygusunu veya durumunu ortadan kaldırdıklarını, çocuklarını yalnızlığa, yaşam koşulları karşısında güçsüzlüğe mahkûm ettiklerini düşünüyorlar mı?

Tek çocuk yapanlar çocuklarının yeğenlerini de ortadan kaldırdıklarının, yıllar sonra amca, hala, bibi, teyze, dayı olma gibi haklarını ve akrabalıklarını da yok ettiklerini biliyorlar mı?

Torunlarının bütün akrabalarını ortadan kaldırdıklarını, onların hiçbir akrabasının olmayacağını?

Zorunluluklara sözümüz olamaz ama zevk-sefa uğruna çocuk yapmayanların aslında çocuklarına kazık attıklarını, keyifleri uğruna o tek çocuğu dünyada yapayalnız bıraktıklarını düşünüyorlar mı? Hukuk devletinin her zaman sürebileceğini, demokrasinin ve komşularının onu koruyacağını, tek başına da olsa adaleti bulabileceğini mi sanıyorlar? Hani onları seviyorlardı, her şey onlar içindi?

Tek çocuk yapan aileler çocuklarının gelecekte daha iyi olabilecekleri koşulları oluşturmuyorlardır. Çocuklarının güvenli geleceğini değil, kendi sefalarını düşünüyorlar. Düşünebilirler. Kimsenin gırtlağına sarılmak kimsenin haddi değil.

İstisnaları olmakla beraber, çok çocuklu ailelerde büyüyen çocuklar daha aktif, girişken, mücadeleci, iş birliğine de rekabete de daha hazırlıklıdırlar.

Makul sayıda çocuk yapmaktan vazgeçen toplumlar yaşam enerjilerini kaybeder ve geleceği kuramazlar!

Suriyelilere iyi davranalım, geri gitmesinler. Çocuk yapmayanlardan alacağımız vergilerle onların çocukları iyi yetiştirelim ki, bizimkinin o tek çocuğunu dövmesinler, ne de olsa bizimkisi el bebiş, gül bebiş!

 

Köylü kavramsallaştırması

Kuluçkaya yatan tavuğa bizde kurux tavuk denir. Eylemin adı ise kuruxlanmaxtır. Başka yerlerde gurk da deniliyormuş.

Kuluçkaya yatan tavuğun asabiyeti değişir, mesela dünya nimetlerinden el çeker. Tek bir hedefi vardır ve ona odaklanır. O hedef 21 gün boyunca yumurtaların belli bir sıcaklıkta ve kurulukta tutulmasını ve civcivlerin yumurtadan çıkmasını sağlamaktır. Gün boyunca yerinde hiç duramayan ve sürekli eşinen tavuk, kurux iken günde sadece bir defa yerinden kalkar, o da tuvaletini yapmak ve yemini yemek içindir. İşi bitince hemen yuvaya, yumurtalarının üstüne koşar. Isıtır, ısıtır… Sonunda ortaya çok değerli canlılar çıkar. O kadar değerlidir ki yanlarına kimseyi yaklaştırmaz...

Hedefe odaklanmak ve yüksek bir konsantrasyon ile güdülenme denilince aklıma kurux tavuk gelir. Bugünlerde kurux tavuk kıvamındayım. Yanımdan babam geçse görmem, görsem de tanıyamam. Bu duyguya bayılıyorum çünkü hem keyif verici hem de arkasından doyumsatan şeyler oluyor.

Köylü çocuğunun durumu kavramsallaştırması da böyle oluyor.

 

Kavram kargışı

Millet (Ulus) ile kavmi,

Milliyetçilik ile kavimciliği (ırkçılığı),

Devlet ile hükümeti,

İslam dini ile Arap törelerini,

Modernleşme ile batılılaşmayı,

Özgürlük ile serbestliği,

...
ayırt edemeyenler az konuşsalar ülke daha huzurlu olacak ve belki de daha sağlıklı düşünebileceğiz.

 

Yeni Orta Çağ

Televizyonda akademik unvanlı bir beyefendi allame edasıyla ciddi ciddi konuşuyor. Sosyoloji ve Psikoloji bilimlerinin üstünü çizdi; bilim değildir deyu. Bir bakıma doğru diyor, sonunda "anything goes" (ne dersen geçerlidir) denilen bilgi, hiç bilim olur mu? Bu bilimlerden derlediklerini eveleyip geveleyerek kendine gecekondu dükkânı açan eğitim bilimi de böylece allamemizin üflemesiyle buharlaştı!

Anket çırpıştırıp "Pembiş tebeşir kullanılmasının kızlar lehinde 0,05 oranında pek manidar fark yarattığı bulunmuştur." demenin nesi buluştur veya bilimdir? Bilimi böyle yaparsanız defterinizi kendiniz dürersiniz. Kafanızı soktuğunuz kumda anket teknikeri olarak pek spesifik taneciklerde manidarlık ararken, her şeyin boş olduğu bir sona doğru gidersiniz.

Her şey boş değil, siz boşsunuz!

 

Bayramların İşlevlerine Ek

Bizim bazı millî bayramlarımızda bir taşla iki kuş vurulmaya çalışılmıştır. Ulusal egemenlik / Çocuk bayramı gibi. Yani bayram aslında "Ulusal Egemenlik" yani halkın kendini kendisini yönetmesi, daha açıkçası demokrasi bayramıdır, çocuklara ise hediyedir!

19 Mayıs ise “Atatürk’ü anma”dır ve gençliğe “hediye” edilmiştir.

Anmak, anlamaya çalışmaktır. Cahillerden ya da gayri medeni art niyetlilerden öğrenilecek şey yoktur. Atatürk’ün “Nutuk” da daha çok tarihçilerin okuyacağı bir kitaptır. Ancak uzmanlarca yazılmış popüler kitaplar onu anlamak için iyi kaynaklardır.

Şevket Süreyya Aydemir’in “Suyu Arayan Adam”,

Erol Mütercimler’in “Fikrimizin Rehberi” ve daha niceleri…

 

Ahlak Bayramı

Bizim ecdadımız bize yalan söylemiş. "En yüce değer emektir, alın teridir," deyu! En yüce ve yücelticinin haramilik olduğunu uçağımız fetosfere girdiğinde fark ettik, liyakatsizliği konuşunca ise olayı anladık. Ecdat bizi kandırmış! Bu ayıkmayı Korona hanımefendinin irfanına borçluyuz. Eve kapattı da hengâmeden koptuk, “ne oluyor” diye düşünmeye başladık.

Yoksa önceki yıllardaki gibi mankurt sendikacılar 1 Mayıs günü gidip polisle sürtüşme fotoğrafı çektirecek, kameralara dayak yeme pozu verecek, sonra meydanlara inip kavimler sergisi açacaktılar.

“Laf aramızda, ben Kürdüm ha!”

“Ben de Romanım.”

“Ben de Osmanlıcıyım, dedem Tiflisi’den gelmiş.”

“Biz de Yörüküz, yürürük öylecene.”

Herkes “Ay ne kadar farklılıklarımız varmış, bir de sürü diyorlardı.” diye düşündürtülür. Ortak şeyleri olmayanların ortaklıksızlığı görülür.

Her farklılık orada olur da, fiilî livatacı, civelek, bademci, gulampare olmaz mı, histerik zirzop pankartını bile açmıştır “Dışkınız hangi cinsiyetten?” diye.

Galiba yine unuttuk: İşçi ve emek bayramıydı değil mi? Sınıf bilinci, emek, üretim, hak, paylaşım, biz? Neyse, boş verin.

Yaşasın yüce Korona!

Bayramdır, güzel geçsin, tatsızlık olmasın yeter.

 

Koronalı Günlerde Maskesiz Kalmak

Dün gece düşümde savaştaydım. Nedense Roma devrindeydik, zırhlı, kılıçlı kalkanlı, belde balta asılı filan...

Arkadaşlara “Fiziki mesafeyi koruyalım.” dedim. Dinleyen kim... Daldık düşmana.

Birisini düşürdüm, tam da canını alacakken bir de baktım ki burnumda maskem yok. Bütün şevkim kaçtı. Ya koronalıydıysa?

Ona uyandım. O kadar yani...

 

 

Mikrofonu Elde Etme Hakkı

Liyakatten daha önemli “şey”ler mühim olunca “mikrofon hakkı” da anlamını yitirir. Topluma söz söyleme hakkı ortadan kalkar ve mikrofonu kapanın elinde kalır. Pek kişisel maharet meselesi de değildir aslında; mühim olanın işine geldikçe, onun sesi oldukça berikinin meydanını geniş bırakır.

Böylelerinden bilim, sanat, medya… çevrelerinde bol miktarda bulunur. Sadece şu tarafta değil, her tarafta ve hepimizin içinde…

Böylelerinin etrafları güçlüdür, çeneleri kuvvetlidir ya da laf baskını yapma yetenekleri yüzünden onlarla yarışamazsınız. Yasal sorunlarla başınızı ağrıtmamak için susarsınız, o da gaza bastıkça basar...

 

Beslenme

Besinler ve yiyecekler üzerine konuşmak doğal olarak her zamanın konusudur. Son aylarda Korona kraliçesinin saldırısına muhtemel kaynak olan börtü böcek konuşuluyor. Bazı Çinlilerin uçan-kaçan her türlü canlıyı yemeleri tartışılır oldu. Çinlilerin yarasadan köpeğe varıncaya kadar birçok canlıyı menülerinde bulundurması ve iyi pişmemiş yiyecekler yüzünden birtakım mikroorganizmaların insana geçtiği iddiaları var.

Uygarlık, leşçil beslenme huyları olan canlıları yemeyi çoktan bırakmıştı. Domuz, yiyecek seçmede hiç titiz davranmadığı için başta Müslümanlar ve Museviler olmak üzere birçok toplumun menüsünde bulunmuyor.

Yemek büyük ölçüde kültürel bir olgudur. Toplumlara göre, etrafta kolayca bulunan malzemeye göre değişebilmektedir. Bazı toplumların yiyecekleri farklı biçimde hazırlamaları sağlık sorunlarına yol açabilmektedir.

Peruluların ceviçe ya da Japonların suşi gibi çiğ balıktan yapılan yiyecekleri, bazen bizim lakerda kötü koşullarda üretilmişse insanları hasta edebilmektedir.

Güneydoğu’da çok beğenilen çiğköfte, adı üstünde çiğ kıymanın bulgura yedirilmesiyle yapılmaktadır. Atabeklilerin pek severek yedikleri göğermiş peynir ise başkalarının kokusunu duyunca etraftan uzaklaştığı bir peynir türüdür.

Yemek sadece damak tadı konusu değildir. Ekonomik olduğu kadar kültürel bir olgudur. Sağlıklı besinleri, doğru pişirme yöntemiyle uygun biçimde pişirip yemek lazım. Bir de, başkalarının yiyip içtikleri hakkında da saygısızca konuşmamak gerekir. Nimet nimettir, siz yemeseniz de.

Sağlıklı besinler, sağlıklı günler…

 

Hayat ve Ölüm

Nedense “yaşam” sözcüğünü sevmez oldum. Üstelik bana komik de geliyor. Hayat sözcüğü de Türkçe kökenli olmamasına karşın anlam ağımıza girmiş, bizden olmuş.

Ölüm üzerine yazmak da nerden geldi aklıma bilmiyorum. Ölüm korkum yoktur. Hoş geldi sefa geldi. Yine de işlerimi bitirmeden gidersem üzülürüm. Elbet bir gün olacak nasılsa. Yarın olacakmış gibi işlerimi yetiştirmeli, menzillerime ermeliyim.

Ölüm tuhaf. Haksızlık gibi sanki! Hayatı gıdım gıdım biriktir, sonra birden onca birikim yok olsun. Olacak şey mi?  Hani emeğe saygı? Korkunç bir israf!

İnsanoğlu ve kızı bu hayatta neler öğrendi neler. Sonra? Birden öldü ve öğrenip bildikleri yok olup gitti. Ama haksızlık etmeyeyim bazıları bazı birikimini bırakabildi bu dünyada. Bir kısmını çocuklarına aktardı. Ama asıl etkili olanlar yazabilenlerdi. Yazdılar ve bir kısmını bize bıraktılar.

Beyin bir süngerin suyu emmesi gibi bilgiyi emip hikmet üretmeli. İçeride de bırakmamalı. Beyni bu dünyadayken ıslak bir süngeri sıkar gibi sıkıp akıtmalı. Öte tarafa buradan günah ve sevaplardan başka bir şey götürülmemeli. Neye yarar ki? Bari kalanlar faydalansın.

Bana öyle geliyor ki bu dünyada bir şeyler bırakanlar öte tarafa daha bir alnı açık yüzü ak olarak giderler.

Beynimi sıkmalıyım. İçindeki bütün birikim aksın. Elbette önce sıvı emmek lazım. İyice ıslanmak gerek. Islanmak, öğrenmek, bilmek, bilgi üretmek demek.

Sıvının ne olduğu da önemli elbette. Bazıları irin emiyor, kanlı cerahat olup akıyor!

 

İnternet Arkeolojisi

İnsanoğlu yazıyı geliştirdikten sonra kaydetmeye ve daha net izler bırakmaya başlamıştır. Okuryazar oranı arttıkça bırakılan izler de artmıştır. Sanayi Devrimi’nden sonra kitap ve basın yayında büyük kolaylıklar oldu ve yığın teknolojileri gelişti. On binlerce gazete ve dergi neredeyse her gün milyonlarca nüsha yayınlanmaya başladı, kaydedildi ve arşivlendi.

Sonra internet devri başladı. Okuryazarlık çılgınlık derecesinde arttı. Hiç okumayanlar bile okumak ve yazmak zorunda kaldı. Etrafınıza bakarsanız neredeyse herkesin okuduğunu görürsünüz! Cep telefonunda ya da bilgisayardalar. Sürekli okuyor ve yazıyorlar. Ne okuduğu ve yazdığı ayrı konudur ama okuyor ve yazıyorlar.

Öte yandan Sanayi Toplumu’nun mantığına göre biçimlenen kafalar internette yazı yazmanın suya yazı yazmak olduğunu sanıyorlar! Yazıyorlar, etkide bulunuyorlar, koşullar değişince siliveriyorlar. 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden önce internette ve özellikle sosyal medyada binlerce dezenformasyon sitesi veya grubu vardı. Bunlar genellikle Fetö girişimleriydi ve hem hükümet hem de Atatürk ve Türklük karşıtı istihbarat yayını yapıyorlardı. (İstihbarat sadece haber toplama değildir. Yalan veya yanlış haber yayma, insanları ters tarafa yönlendirme, algılarını değiştirme, akı kara karayı ak gösterme gibi etkinlikler de istihbarat faaliyetidir.) Darbe girişiminin başarısızlığından sonra binlerce sosyal medya grubu kendisini kapattı. Kapatmakla kalmadı, gruplar silindi, arşivler ortadan kaldırıldı, isimler değiştirildi, ak-pak oldular, daha neler neler…

Ancak Sanayi Toplumu kafası dijital düşünmekte zorlanıyor. Dijital ayak izi ya da dijital parmak izi bıraktıklarının farkında değiller. Bildiğim kadarıyla internet dünya genelinde her dakikada bir kaydediliyor! Sürekli kopyalanıyor. Yani internete girdiğiniz andan itibaren iz bırakıyorsunuz. Hangi sitelere girdiğiniz, neyi beğendiğiniz, kime hangi yorumu yaptığınız, gönderdiğiniz e-postalar… Her şey! Şifreleriniz mi, siber cinler için şifre yoktur!

İsterseniz sahte isim kullanın. Hangi İP adresinden girdiğiniz, hangi telefon numarasından bağlandığınız kayıtlıdır. Bu işlerle ilgili internet arşiv veri madeni uzmanlığı, dijital iz uzmanlığı ve internet arkeolojisi şimdiden yeni meslekler olarak ortaya çıkmıştır.

Bazı ülkeler kişisel verilerin güvenliği ve kişisel mahremiyeti koruma adına dijital izlerin güvenliğini sağlamaya çalışıyor ama…

Bunu yazarak sizi kaygılandırmak ve internet sosyalleşmesinden soğutmak gibi bir amacım yok. Sahte isimle meşru düşüncelerin arkasına saklanıp, fitne-fesat çıkaranların yanına kalmayacağını söylemek istiyorum.

 

Ankara Barosundan Gol Pası

Diyanet İşleri Başkanı bir ramazan konuşmasında “zina ve eşcinselliğe karşı tavır” almıştı. Ankara Barosu yönetimi de bunu özgürlüklere ve yaşam biçimine aykırı bulmuş! Zehir zemberek bir beyanat yayınladı!

Diyanet’in “Sadakat ortadan kaldırılmıştır, sadakatsizlik serbesttir.” demesini mi bekliyordunuz?

Dese alkışlayacak mıydınız?

Diyanet’in hatta din kurumunun önerdiği değerlere uymak zorunda değilsiniz. Değilsiniz ama sizin kendi değerleriniz olmalı.

Sadakat, dinli-dinsiz bütün kültürlerde değer iken, sizin için bir değer değil midir?

Nasıl bir özgürlük anlayışıdır bu ey yurttaş?

İhanet özgürlüğü, sadakatsizlik hakkı! Değerlerin bunlar mı?

Cinsiyet fark etmez, önemli olan…

Eşcinselliği teşvik mi etmeliydi?

Nasıl bir yaşam biçiminiz var ve siz neye saygı bekliyorsunuz?

İnsan hakları anlayışınızın göbeğinizin altında olduğunu fark ediyor musunuz?

Diyanet “Yanlış olduğu için günahtır” diyor. Kendi inananlarına diyor. Seni bağlayan ne? Kaldı ki Diyanet gidip kimsenin yatağının başında bekçilik yapmış değil, tavır koyuyor. Demesin mi?

Cinselliğin bayağılaştırılması benim tanımladığım anlamda mankurtlaştırma araçlarından biriydi. Ateş suyu politikalarının dördüncüsü: Cinselliğin yozlaştırılmasıyla mankurtlaştırma!

Mankurt Baro :) diyebilirim ama demiyorum.

Danışıklı mıdır bilemem elbette. Ama bu iyi ortalanmış pastan bir gol yapılır! Nitekim Barolar yasasına el atıldı. Bakalım, nice olur.

 

Siyaset Sahne İşidir

Emil Zola, ünlü bir yazardı ve ülkede göz göre göre yapılan bir adaletsizliğe sessiz kalmadı. Tek başına Fransız Devletine, Fransız kamuoyuna ve Fransız adalet sistemine itiraz bayrağı açtı. Dreyfüs Davasından söz ediyorum. Olay şöyle: Yüzbaşı Dreyfüs adındaki bir subayın Alman casusu olduğu iddia edilir! Dreyfüs reddeder ama derdini anlatamaz çünkü o Musevi’dir. Zola, Musevi değildi ama gelişmiş bir vicdanı ve adalet duygusu vardı. Bir gün Fransa Cumhurbaşkanına hitaben “İtham Ediyorum!” başlıklı bir açık mektup yazar ve gazetede yayınlar. Olayın haksızlık ve adaletsizlik olduğuna bütün Fransa’yı ikna eder. Fransa’yı büyütür.

Aleksandr Soljenitsin, 2. Dünya Savaşı’na yüzbaşı olarak katıldı. Bir süre sonra savaşın Stalin yüzünden başladığını ve onun yüzünden sürdüğünü yazdı. Hapisanelere tıkıldı, sürgünlere gönderildi. Kazakistan’da köy öğretmeni oldu. Kanser oldu. Devir değişti, önü açıldı. “Gulag Takımadaları”nı yazdı ve “Kral çıplak” dedi. Sovyetik rejimi bir kitapla yıktı!

Aziz Nesin, Kenan Evren-Turkut Özal felaketine karşı “Aydınlar Dilekçesi”ni yazdı. Davalarla uğraştırıldıkça iş büyüdü. Özal aradan sıyrılsa da Evren meşruiyetini kaybetti. Aziz Nesin, maskeyi düşürüp keli gösterdi.

Aydınlar tek kişilik ordulardır. Demokrasi ve insanlık erdemleri adına tek başlarına önemli işler başarmaktadırlar. Son yıllarda Türkiye’de birçok gerilim yaşanmasına rağmen sivil bir aydın girişimi ortaya çıkamamıştır. Bu yüzden derneklerin, sendikaların, baroların ve nihayet siyasi partilerin medya üzerinden çıkışları olmaktadır. Halkı sokağa çekiyorlar. Bunlar siyasi oyunlara halkı karıştırıyorlar.

Olması gereken siyasi oyunların sahnede oyuncular tarafından halkın gözü önünde oynanması ve halkın kendi kararını vermek üzere izleyici olmasıdır.

Bu olmuyor. Ülke gerim gerim geriliyor. İnsanlar bilmedikleri, özünü anlamadıkları saflaşmaların tarafı olmaya zorlanıyor. Bir de trol denilen aşağılık bir felaket var. Para karşılığında yalan, iftira, dezenformasyon yapan bir tür kepazelik. Bunlar da güya halkmış gibi yangını körüklüyorlar.

İnsanların sosyal medyaya gerçek adlarıyla girmesi sağlanmalıdır. Zira durum facia boyutlarındadır. Toplum akıl selametini yitirmek üzeredir ve bu şimdiden ulusal güvenlik sorunu haline gelmiştir. Kritik zamanlarda büyük facialara yol açabilirler:

Lütfen siyasi oyunlar siyaset sahnesinde oynansın, halk sadece izleyip, kimin ne yapmak istediğini anlasın. Halkı sokağa dökmeyin!

 

 

You have no rights to post comments