Abbas Abdulla ve Ahıska Türkleri’nin “Sonsuzluğa Giden Kervan”ı…

 

Eski adı “Komünist” yeni adı “İstiklal Küçesi” olan caddeye girip başredaktörlüğünü Abbas Abdulla’nın yaptığı “Ulduz Dergisi” yani “Yıldız Dergisi”ne girdiğimiz zaman, Azerbaycan deyimiyle “günortası” yeni başlamıştı.

Türkçesi yüreği kadar pırıl pırıl; yüzü, Türkçesi kadar tatlı ve sevimli, Şair Abbas Abdulla, bizi büyük bir içtenlikle karşıladı.

Yakasında bozkurt rozeti, makam koltuğunun üst başında Atatürk portesi ve arabasında Türk bayrağı ile koyu bir Türk Milliyetçisi Abbas Abdulla. Azerbaycan Halk Cephesi’nin Yönetim Kurulu Üyesi… Öztürkçe yeni sözcükler de dâhil, İstanbul Türkçesi’ne çok yakın, temiz bir dili var. Geçenlerde Türkiye’den bir tanıdığı telefon etmiş. Azerbaycan’ın bağımsızlığını kutlamış, hatırını sormuş.

-Çok mutluyum! Demiş Abbas Abdulla.

Karşısındaki ses de Türkiyeli milliyetçilerden. Ama tutuculuklarını çağdışı çizgide sürdürmeye inat eden milliyetçilerden… Yadırgamış “mutluluk” sözcüğünü.

-Sen mutlu değil, bahtiyar olduğunu söylemek istiyorsun herhalde! Demiş.

Abbas Abdulla, Türkiye Türkçesi’ni bu denli güzel konuşabilmesinin sırrını şöyle açıklıyor:

-Ben şimdi Gürcistan topraklarında kalan Borçalı’da doğdum. Büyüklerim Türkiye özlemiyle yanıp tutuşan insanlardı. Bu duygularla büyüdüm. Türkiye radyolarını sürekli dinledim. Zaten Borçalı’da konuşulan Türkçe ile Kars’taki Türkçe arasında hiçbir fark yok… Çok iyi hatırlarım: Anam şöyle bir bayatı söylerdi bize:

Kars ayaz

Bura gündür Kars ayaz

Kalem Kurbanın olum

Kısmetimi Kars’a yaz.

Abbas bey’in yeğeni ünlü şair Zelimhan Yagup geçen yıl Kars’a gelmiş, bu bayatıyı hatırlamış ve nazire yapmış.

 

Kars ayazdı

Bura gün, Kars ayazdı

Kaleme gurban olum

Kısmetim Kars’a yazdı)

Abbas Abdulla başka anılar da anlattı bize. Hepsi birbirinden güzel, birbirinden ilginç:

Birkaç yıl önce, yayınlamakta olduğu Yıldız dergisine maddi destek sağlamak amacıyla Moskova’ya gitmiş. Derdini anlatmış, gereken yardımı almış. O sırada Kremlin’in koridorlarında Azerbaycanlı bir dostuna rastlamış. Azerî dostunun gözleri, Abbas Abdulla’nın yakasındaki rozete takılmış:

-Yahu sen deli misin? Atatürk rozetiyle burada dolaşılır mı?

Abbas Abdulla gülmüş:

-Merak etme, onlar Lenin’e benzetmişlerdir.

Abbas Abdulla’nın canlı bir arşiv olduğunu sezen Şemsi Belli ağabey, video-kameranın objektifi ile yetinmedi; çantasını açıp teybini de çıkardı. Tek sözcüğünü kaçırmamaya özen göstererek dinlemeye başladı Abbas Bey’i:

-Biz Türkçülüğü de, milliyetçiliği de Nazım Hikmet’ten öğrendik. Öz dilimize sarılmamızda onun payı az değildir. Burada bizim aydınlarımızın çeşitli nedenlerle yapamadığını o yaptı. Komünizm kisvesine bürünmüş Rus emperyalizmine ilk kafa tutan Nazım Hikmet oldu.

Bizim görkemli tiyatro yazarımız Mirze Fetali Ahundzade’yi anma töreni düzenlenmişti o yıllarda. Nazım da Bakû’da, o da davetli. Toplantıyı yöneten Rus, Nazım’a söz vermek istemiyor, oyalıyordu onu. Nazım birden kürsüye fırladı:

“Ulan sen kim oluyorsun da bana söz vermiyorsun, ben istediğim yerde konuşurum, senden nezaketimden dolayı söz istiyordum” diye haykırdı ve başladı konuşmaya: Konuşmanın bir yerinde nasıl olduysa “Ahundzade” yerine “Ahundof” dedi. Hemen yere tükürdü, af diledi: “Kusura bakmayın ağzıma şu pis of’u aldım, ağzım kirlendi, temizledim”  

Ruslar Nazım’ın komünizmden artık tiksindiğini sezmişlerdi ama ses çıkaramıyorlardı; dünya kamuoyundan çekiniyorlardı.

(…)

Bir de bayrak anısı var Abbas Abdulla’nın. 1918’te kurulan Bağımsız Azerbaycan Cumhuriyeti’nin bayrağının nasıl olduğunu bilmiyorlarmış. Çünkü hiçbir yerde yokmuş. Sonra birisi “O bayraktan KGB arşivinde bir tane var” deyince, bir yolunu bulup onu oradan aşırmışlar. 1955 yılında bir grup genç bu bayrağı Bakû’daki Kız Kalesi’ne asmış ve bu gençlere 15 yıl hapis cezası verilmiş.

Bir ara Şemsi Ağabeyi, sözü Abbas Bey’in yakasındaki bozkurt rozetine, arkasındaki Atatürk resmine ve masasındaki Türk bayrağına getirip “Burasını Türkiye’ye benzetmişsiniz” diyor. Abbas Abdulla gülüyor:

“Ohoo bu ne ki, bana kızar mısınız, sevinir misiniz bilmem ama o Atatürk’ün yanında bir resim daha vardı, geçen gün çocuklar pencereyi açık bırakmışlar, rüzgâr düşürmüş çerçeve kırılmuş…”

Şemsi Ağabeyi merakla bakıyor, açıklıyor Abbas Abdulla:

“Türkeş’in resmi vardı orada…”

Şemsi Ağabeyi’nin suratı asılıyor. Ben sözü giriyorum:

“Abbas Bey, bakın siz artık sıradan bir şair ve yazar değilsiniz, Halk Cephesi’nin genel yönetim kurulu üyesiniz, yarın Elçibey başa gelecek, başka önemli sorumluluklar alacaksınız. Bu sözleri bırakın. Türkiye’nin iç siyasetine girmeyin. Türkiye’de her kesimin sizlere sempatisi var, Azerbaycan’a zarar verirsiniz.”

Dinlemiyor sözümü Abbas Abdulla, verip veriştiriyor:

“Ben Süleyman Demirel’i de seviyorum, ona Türkiye’nin Çörçil’i diyorum, Ecevit’i Kıbrıs’tan dolayı çok seviyorum. Ama benim kardeşlerimi Boraltan Köprüsünde kurşuna dizdiren İsmet İnönü’ye laf edemeyecek miyim sana göre?”

“Abbas Bey, bakın beni dinleyin lütfen…”

“Dinlemiyorum!”

“İyi… Ben de gider bu dediklerinizi yazarım gazetede…”

“Yaz, ben de yazasın diye diyorum…”

Evet geldim ve bunları Ortadoğu Gazetesi’nde 8 Aralık 1992 tarihinde yazdım.

Ertesi yıl bu Abbas Abdulla, rahmetli Elçibey cumhurbaşkanı olunca, İstanbul’a Azerbaycan başkonsolosu olarak atandı. 

Abbas Abdulla o gün bana Kril Alfabesi ile basılmış “Sonsuzluğa Geden Kervan” adlı kitabını da imzalayarak verdi ve o zamanlar Azerbaycan’da çok kimsenin bilmediği Latin Harfleriyle duygularını yazıp imzaladı. İşte böyle:

O kitaba adını veren şiir, o kitabın 35’inci sayfasında idi. 1988 yılında basıldığı için o günün rejiminin dikkatini çekmemek için “Yurdumdan cüda düşen hemvetenlerime” adıyla birilerine adanmıştı. O “birileri” Ahıska Türkleriydi. Peki Abbas Abdulla ile nasıl “hemveten” yani aynı yurttan oluyorlardı? Yukarıda da anlatmıştı, Gürcistan Borçalı’dandı ve Ahıska Türkleri ile aynı yurttandılar. Şair, bana armağan ettikten sonra kitabını o sayfayı açıp el yazısıyla o ifadeyi Ahıska Türkleri’ne olarak düzeltiyordu. İşte böyle:

Bu şiir 2000 yılında Kültür Bakanlığımız tarafından yayımlanan “Bin Yılın Yüz Şairi” (Anar ve Yavuz Akpınar) adlı antolojide “Yurdundan Cüda Düşen Ahıskalılara” ifadesiyle yer aldı (Sayfa 258-259). Abbas Abdulla, 2013 yılında bu kez artık Latin Abece’siyle basılmış yeni kitabı “Yalnızam”ı imzalayıp bana gönderdi ve bu şiir orada da vardı (51. Sayfa).

 

 

Her iki kitabın da kapak fotoğrafı

Evet şimdi artık o şiirin tam metnini yazabiliriz:

 

Dağlar aşıp dözümünü yoxlayır (1)

Düzler ötüb (2) ötenleri haqlayır

Çiçek çiçek çemenleri qoxlayır (3)

Hara gedir (4) hara gedir bu kervan?

 

Oyrutdu mu (5), hoyratdı mı (6), bilemem

Sakatdı mı (7), Bayatdı mı (8), bilemem

Bağdat’dı mı, Tokat’dı mı bilemem

Hara gedir hara gedir bu kervan?

 

Susur amma hay-harayı (9) dünyaca

Gülür amma ahı, vayı dünyaca

Tek görünür, amma sayı dünyaca

Hara gedir hara gedir bu kervan?

 

O denizden bu denize güzarı (10)

Neden bele kasad geldi bazarı (11)

Beşik dünya hem de onun mezarı

Hara gedir hara gedir bu kervan?

 

Mezar dedim, mezarları ekildi (12)

Ağban ağban sarayları (13) söküldü

Yağı (14) gelip torpağına tepildi

Hara gedir hara gedir bu kervan?

 

Duman gelip yollarını bürüyor

Torpaq altta kemikleri çürüyür

Torpaq üstte ölmez ruhu yürüyür

Hara gedir hara gedir bu kervan

1-Dayanabilirliğini yokluyor, 2-Geçip, 3-Kokluyor, 4-Nereye gidiyor, 5-Altay Türklerinin bir boyu, 6-Eski bir Türk boyu, 7-Saka Türkleri, 8-Oğuzların Bayat Boyu, 9-İmdat çığlığı, 10-Güzegâhı, 11-Neden böyle ters gitti işleri, 12-Ahıska Türkleri sürgün edildikten sonra, mezarlıkları da sürülüp ekin ekildi üstüne, 13-Ağban büyük çadır demek, 14-Düşman

Abbas Abdulla ile yüz yüze son görüşmemiz, 1995 yılında oldu. 1995 yılının mayıs ayında İstanbul’daki makamında ziyaret ettim onu. Gülerek şunları anlattı bana:

“Sen mene yazaram dedin, men de yaz dedim, sen de yazdın. Sonra neler olub bilirseen? Elçibey geldi cumhurbaşkanı olarak Türkiye’ye, o akşam onun şerefine Çankaya köşkünde bir resepsiyon verilib, men de ordayam. Kültür Bakanı Fikri Sağlar qolumdan tutup meni Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü’ye götürdü, teqdim etti. Erdal İnönü ‘Yaa o sen misin, yahu sen benim babamdan ne istiyorsun?’ dedi. Başımdan qaynar solar tökülüb. Men indi bu adama ne deyim? Dedim ‘Efendim men ele bir şey dememişem, o gazeteci yalan yazıb.’ Haqqın halal eyle mene Cazim Bey”

Gülüştük, helal ettim elbette…

Yukarıya yazdıklarımın “Sonsuzluğa Giden Kervan” adlı şiir hakkında yazdıklarım dışındakiler kitaplarıma da girdi. Çeşitli dergilerde de yazdım Abbas Bey hakkında. En son Berfin Bahar Dergisinde yazmıştım ve Azerbaycan’a, ona da göndermiştim. O da Azerbaycan’da yayımlanan iki gazetede 525. Qazet ve Adalet Gazetesinde “Üreyi Türkiye Üçün Döyünen bir Abbas Abdulla var Azerbaycan’da” başlığıyla yayımlatıp bana da göndermişti.

Abbas Bey’i birkaç ay önce yitirdik. O iyi bir dosttu, iyi bir Türk’tü… Onu hep saygıyla, özlemle anacağım…