Her normal çocuk, vicdan gizilgücüyle dünyaya geliyor. Bu gizilgüç, çocuğun yaşadığı çevreyle sağlıklı bir ilişki kurma ve bunu sürdürme olanağı bulduğunda, ortaya çıkıp gelişiyor. Bu gelişim için çocuk, kendisine belirli nesneler seçiyor ve onlarla köklü bir ilişki kuruyor. Sevmeyi öğrenip kendi dışında bir kişiye kavuşuyor. Çocuğun ilk sevgi nesnesini annesi ya da onun yerini alan kişi oluşturuyor. Çocuk için daha sonra baba da sevgi nesnesi oluyor. Çocuk, büyüyüp olgunlaştıkça, soyut idealleri de sevgi öğesi olarak seçiyor.
Vicdan Nedir, Nasıl Gelişiyor?
Vicdan, insan ruhunda türlü uyarılarla kendini açığa vuran; insana doğruyu ve yanlışı, iyiyi ve kötüyü, ahlaka uygun olanı ve olmayanı, neyin yapılacağını, neyin yapılmayacağını her türlü kuşkudan uzak biçimde duyuran; insanı başlangıçsız ve sonsuz ideallere bağlı kalmaya zorlayan, duygu ağırlıklı bir ruhsal yapıdır.
On yaşındaki bir erkek çocuğu, bir bahçede olgunlaşmış kirazları görüyor ve çocuğun iştahı kabarıyor. Ancak, vicdanı, “Almayacaksın!” diye onu uyarıyor. İştahı ise kendisini cesaretlendirip ona “Haydi kopar! Al al hepsi!” diyor.
Çocuk, sağına soluna bakınıyor; kimseyi görmeyince, kirazdan koparmaya başlıyor. O sırada, bahçenin sahibinin sesini duyuyor:
“Kiraz ağacımı rahat bırakacak mısın, yoksa köpeği üzerine mi salayım?”
Bu sesi duyan çocuk, kirazın dalını bırakıyor ve korkuyla kaçıp oradan uzaklaşıyor.
Bu çocuk, o gün okulda dalgın, dikkati dağınık olarak zaman geçiriyor. Öğretmen, onun vicdan azabı içinde kıvrandığını, bu vicdan azabının, onun için derslerden daha çok önem taşıdığını bilemiyor. Çocuk, okuldan eve giderken, hırsızlık suçunu işlediği bahçe sahibinin evinin önünden geçmeyip başka bir yolu izliyor.
Eve vardığında babası, onu suçlayıcı bakışlarla karşılıyor. Bahçe sahibinin telefon ettiğini; şimdi birlikte gidip onun gönlünü alacaklarını ve zarar ziyanı da ödeyeceklerini söylüyor ve:
“İçinden bir duygu, kimsenin bir şeyini çalmaman gerektiğini söylemedi mi sana? Vicdanının sesini duymadın mı?” diye sızlanıyor.
Oldukça karmaşık bir işlev görüyor vicdan. Birbirine çok yakın kimi ülkelerde bile hak hukuk anlayışının farklılığı, vicdansal işlevlerin farklı biçimlerde oluşumuna yol açıyor. Örneğin, Çinliler, atalara, yaşlılara olabildiğince saygı gösterirken, Çin’in yanı başındaki Kamçatka Yarımadası’nda yaşayan Moğollar, çok yaşlanmış kişileri öldürüyorlar. Yaşlıları öldürenler, vicdan azabı duymuyorlar. Trobriand adalarında yan yana yaşayan kabilelerden birinde, tam bir cinsel özgürlük varken öbüründe bu konuda pek çok yasak bulunuyor. Bunlar gibi, yapılması ve yapılmaması istenen davranışlar, toplumdan topluma; aynı toplum içinde, bir kesimden öbür kesime farklılık gösteriyor.
Çocukta vicdan nasıl gelişiyor?
İçinde büyüdüğü aile ve toplum, çocuktan hangi davranışları yapmasını; hangilerini yapmamasını istiyor ve bekliyorsa çocuk, o yönde gelişiyor. Bebeklik çağındaki çocuğun davranışlarında, vicdan izine rastlanmıyor. Çünkü çocuklar, yaşamlarının ilk dönemi olan bebeklikte, tümüyle ahlak dışı bir yapıdadırlar. Ancak, az yeteneklilerle budalalar, sonraki dönemlerde de vicdan geliştiremiyorlar. İçgüdüsel-özsever tipler de özseverlikleri yüzünden, vicdansal gizilgüçlerini başkasına karşı sevgiye dönüştüremiyorlar. Sevme yeteneği olmayanlar, eğitilemedikleri için, başkalarına yönelik sorumluluk taşımaktan uzak kalıyor, toplumsal yaşam becerilerini kazanamıyorlar. Vicdansız kalan bu kişiler, ruhsal tedavi olanaklarından da yararlanamıyorlar.
Burada, sevgiyi yaşayabilen ve yaşatabilen çocuk ve yetişkin ile sevgisini kanıtlama çabasında olan çocuk ve yetişkini birbirinden ayırmayı bilmek gerekiyor. Sevgisini kanıtlamaya çabalayan çocuklar ya da yetişkinler, sevme yeteneği olmayan kimselerdir. Gerçekten seven çocuk, anne babasının ve başkalarının sevgisini, bir içgüdü doyumundan vazgeçerek kazanmak istiyor. Doymak bilmez bir sevgi arayışında olan, çevresinin sevgi yaklaşımına yanıt veremeyen çocuk ise, özsever; dolayısıyla bencildir. Böyle bir çocuğun vicdan geliştirip olgunlaşabilmesi çok zordur.
Çocukları erken yaşlarda sertlikten, zorlamadan uzak bir tutumla kendilerine gösterilecek sevgiyi benliklerine kazıyacak biçimde eğitmek, son derecede önem taşıyor. Çocuktaki vicdan gizilgücünü uyandırıp geliştirmek, tümüyle bir eğitim sorunudur. Çocuğu içgüdüsel davranışlar yerine, özveriye alıştırmaya, daha bebeklikte başlamak gerektiği öne sürülüyor. Buna göre süt çocuğu, doğumdan bir süre sonra, annesinin belirleyeceği zaman aralıklarıyla kendisini emzirip doyuracağına katlanmaya alıştırmalıdır. Uykudan her uyanışında kucağa alınıp emzirilmek, sonra da meme emmekten yorgun düşmüş olarak yeniden uyumak istese de bebeğe, beklemesini, annesinin durumunu dikkate almasını öğretmek, onun gelişimi açısından önemli bulunuyor.
Çocuğu sevme yeteneği ile donatmadıkça, vicdan gelişemiyor. Sevilerek büyütülen ve yetişkine karşı sevgi duyan çocuk, yetişkini yalnızca kendine yakın bir kişi olduğu için sevmiyor. O yetişkini, tüm davranışlarıyla örnek aldığı için seviyor. Yetişkinin ahlak görüşlerini de seviyor ve onlara öykünüyor. Zamanla o ahlak görüşlerini içselleştirip kendisinin kılıyor.
Çocuklar, her türlü olaya, sevgi ve özdeşleşme yoluyla öykünüyor. Öykündükleri konular, kimi zaman, kişilik yapılarına kök salıyor. Seven ve özdeşleşmeyi gerçekleştiren çocuk, yalnızca başkalarına yakınlık duymakla kalmıyor; sevgi ve özdeşleşme nesnesinin özelliklerini de benimseyip kişiliğine aktarıyor.
İki yaşını tamamlamış olan bir kız, bir eliyle evin bitişiğindeki ağacın dallarından sarkan yarı olmuş kirazlara uzanıyor. Öbür eliyle de kiraza uzanan ele vuruyor ve:
“Seni kötü el seni! Seni hınzır el seni! Sana dayak gerek dayak!” diye homurdanıyor ve kirazdan hiç koparmadan oradan ayrılıyor.
Bu olay, çocuğun annesine anlatıldığında anne,
“Daha yemyeşilken kızım kirazları koparıyordu. Bu nedenle bir kez, aynı sözleri söyleyerek kızımın eline vurmuştum.” diyor.
Kızın iç dünyasında, içgüdüsel bir istek, anne ile özdeşleşme sonucu kazandığı vicdansal davranışla boğuşuyor. İçe aktarılan vicdansal buyruk, annenin yerini tutuyor ve annesi yanında olmadığında da çocuk, onun dediğini yapıyor. Bu, kendi kendine konuşma, çocuğun vicdanındaki hesaplaşmayı açığa vuruyor.
Sevginin etkisiyle ilk çocukluk döneminde (3-6 yaşlar arasında) gelişmeye başlayan vicdan, ortam elverişli olduğunda, yetişkinlikte (18-20 yaşlarında) tam olgunluğa ulaşıyor.
Vicdan oluşumunda hangi eğitsel etkenler rol oynuyor?
Vicdan oluşumunda eğitsel etkenlerin bir bölümü, çocuğun ruhsal yapısında saklı bulunuyor; bir bölümü de etkinliğini dıştan sürdürüyor. Bu iki etken, aynı zamanda ve birlikte işlev görüyor.
, yetişmekte olan insanda vicdan oluşumunu ve gelişimini sağlamak, eğitim etkinliklerinin belirleyici özelliğidir. Ödüllendirme ile haz; cezalandırma ile de acı oluşturmak (koşullu refleks yaratmak), Pavlov’dan çok önce, eğiticilerce biliniyor ve uygulanıyordu. Çocuk, aradığı hazza kavuşmak ya da karşısına çıkabilecek cezanın acısından kaçmak için eğitsel buyruklara uyuyor ve gerektiği kadar alıştırma yaptıktan sonra, istenen davranışı kendiliğinden gösteriyor. Ayı eğiticileri de aynı yöntemi uyguluyorlar.
İlkel vicdanın yapı taşlarını, ceza korkusu ile sevgi kazanımı isteği oluşturuyor. Altını kirletme hazzından çocuğun vazgeçmesinde rol oynayan iki koşuldan biri, bu vazgeçiş karşılığında, onu eğiten kişinin sevgisini elde edeceği; ikincisi de kendisine gösterilen sevgiyi yitirme tehlikesinden kurtulacağıdır.
Çocuk, iç dünyasında sidiğe ve dışkıya karşı, henüz tiksinti ve nefretten bir duvar örmemiş olduğundan, temizliğe yönelecek durumda değildir. Altını ıslatmaya, kirletmeye yönelik içsel dürtüye uymak istediğinde, çocuğu ilkel vicdanı uyarıyor ve “Sakın ha! Yoksa annen senden memnun kalmaz, sana kızar.” diyor. Çocuk, annesinin kızmasına ise, bir ceza, bir sevgi yitimi diye bakıyor. Altını kirletmemeye alıştırılırken annesinin isteklerine inatla karşı koyan çocukta bile bir ölçüde vicdan gelişimi gerçekleşiyor. Çocuk, kızmanın ne anlama geldiğini, yaptığı şeyin doğru sayılmayacağını anlıyor. Yeter ki anne, çocuğuna altını ıslatmamayı, kirletmemeyi öğretmeye, zamanı gelince başlasın, onu zamanından önce temizliğe alıştırmaya zorlamasın; yeter ki, zamanı geldiği halde, bu alışkanlığı kazandırma girişimini savsaklamasın.
Çocuk, eğitim yoluyla kendisinden isteneni yerine getirmeye ancak, dışkı karşısında bir tiksinti duygusunun oluşmasından sonra yanaşıyor. Büyüme sürecinde çocuk, tıpkı altını kirletmemeye alıştırılmasında söz konusu olan ilke uyarınca, başı sonu pek seçilemeyecek, çok sayıda ahlak kuralını da benimseyip içe aktarıyor ve sonunda onları, kendi vicdanından kaynaklı isteklermiş gibi görmeye başlıyor. Akla gelen bütün doğru ve geçerli eğitsel çareler, bireyin tüm hak, hukuk, gelenek, görenek gereklerine, bir iç zorlama ile kendiliğinden uymasını sağlamak için onda, vicdan geliştirmeyi amaçlıyor.
Yetişkinlerle özdeşleşen çocuğun benliğinde, üstbenliğinde zamanla kardeşlik, sorumluluk duygusu uyanıyor ve çocuk, giderek mutlak ideallere karşı bir yükümlülük duymaya başlıyor. Bu aşamada vicdan, en yüce olanla bağlantı kuruyor ve kişiyi, o bağlantı yönetmeye başlıyor. Başka gizilgüçler gibi, vicdan gizilgücü de olmasaydı, hiçbir eğitim çabası, başarıya ulaşamazdı.
Vicdanın sesi ne demektir?
Mitolojik bir kavram olan “vicdanın sesi”, gerçekte, çocuğun özdeşleştiği ve içselleştirdiği annenin, babanın ve kendisine saygı duyulan başka yetişkin kişilerin sesidir. On yaşındaki bir çocuk, vicdanın sesini şöyle anlatıyor:
“Kötü bir şey yapmaya kalktığımda, içimdeki sesi işitiyorum. Oysa başka zamanlar, duymuyorum bu sesi. Canım frenk üzümü isteyince, susuyor bu ses. Çünkü frenk üzümü toplamam, yasak değil Babam, kendi, araç gereçlerini kullanmamı yasakladı. Onlara yaklaştığımda, “Sakın ha!” diyen ses, babamın sesidir. Bana, babamın sesini işitiyormuşum gibi geliyor.”
Okul döneminin bitimine dek vicdanın sesi, henüz çocuğun çevresini kuşatan ve onun otorite olarak gördüğü kişilerin sesidir. Daha sonra, başlangıçta, otoritesi altında yaşadığı kişilerin kendisine yönelttiği vicdansal buyruklarla tam olarak özdeşleşmesi sonucu, içindeki bu ses, kendi sesine dönüşüyor. İçten gelen bu ses, türlü etkilenmelerle giderek olgunlaşıyor. Sonra da kişilik üstü bir nitelik kazanarak bireyin sesi olmaktan çıkıp Tanrı’nın sesi aşamasına yükseliyor.
Sağlıklı bir vicdan gelişimini hangi ortam ve etkenler tehlikeye sokuyor?
Vicdan, çocuğun, otorite boşluğu bulunan ya da korkutmaya, baskı yapmaya, gözdağı vermeye dayanan ortamlardan uzak; doğasına, kendi gelişim düzeyine uygun demokratik otoritelerin var olduğu bir ortamda yaşaması sağlandığında gelişip olgunlaşıyor. Zayıf otoritelerin bulunduğu ortamda büyüyen birey, neyin doğru, neyin yanlış; neyin iyi, neyin kötü; neyin güzel, neyin çirkin; kimin ahlaklı, kimin ahlaksız; kimin onurlu, kimin onursuz; kimin erdemli, kimin erdemsiz olduğunu ayırt edebileceği ölçütleri ve değerleri geliştiremiyor. Baskıcı otoriteler ise aklın süzgecinden geçirilmeden, kör koşullanmalarla içselleştirilen; en doğal davranışları bile hoş görmeyen, bağışlamayan; hemen her şeye “Hayır!” diyen katı, acımasız, aşırı yasakçı bir üstbenliğin; hiçbir eksik ya da yanlışa göz yummayan sert bir vicdanın oluşumuna neden oluyor. Kılı kırk yaran vicdan da fazlasıyla kaba dokunmuş bir vicdan kadar tehlike oluşturuyor. Böyle bir kişi, nereye baksa, yüzünü ekşitiyor. Bu tutum, bireyin eylemlerini felç ediyor. Böyle bir vicdan geliştiren kişi, sürekli huzursuzluk yaşıyor; gerçeğe uyum göstermede zorlanıyor. Daha ileri giderek zalimleşiyor ve başkalarına, türlü biçimlerde zulmediyor.
Görüldüğü gibi vicdan eğitiminde izlenecek en doğru yol, gevşeklikten, ilgisizlikten ve katı tutumdan uzak duran, altın değerindeki esnek ve demokratik tutuma dayalı orta çizgidir. Eğitenlere düşen görev, yerinden oynatılamayacak ideallerle insansal-çocuksal yetersizlikler arasında sabırlı, bilinçli ve iyi yürekli bir aracı rolü oynamaktır. Eğitici, öğrencinin yanlışlarının öcünü almakla görevli bir kişi değil; çocuğa, öğrenciye yardımcı, yol gösterici bir kişi olmak zorundadır. Vicdan eğitimi için bir reçete yazmak gerekirse, o reçete, şu olabilir: İlkelere sıkı sıkıya bağlı kalmakla birlikte, uygulamada, çocuğa anlayışlı ve esnek bir tutum gösterilmelidir.
Çocuk Vicdanı ve Yalan
Biraz sıkıştırılınca çocukların yalan söylediği, bilinen bir gerçektir. Öyleyse, yalan söylemeleri istenmiyorsa, çocuklar sıkıştırılmamalı, onlara baskı yapılmamalıdır. “Yalanların, vicdanlar üzerinde bir yük oluşturmasından sakınma” konusunda yapılan çalışmalardan, olumlu sonuçlar elde edilmiştir. Bu çalışmalarla bir tür vicdan eğitiminin gerçekleştirildiği; gönüllü itirafların öğrencilerin vicdanlarında bir rahatlama sağladığı görülmüştür. Bunun yanı sıra bu çalışmalarla öğrencilerde, toplum duygusunun oluştuğuna; toplumsallaşmanın güçlendiğine tanık olunmuştur. Bu yolla bir toplu arınma gerçekleştirilmiştir.
Zulliger, yalan üstüne şöyle bir olayı anlatıyor:
“Çocuğun biri, bana başından geçen bir yaşantısını anlatmış; anlatı karşısında, ‘Yalan söylemeyeceksin.’ buyruğu üzerinde pek diretememişimdir. İçkici, hayırsızın biri olan bir baba ile onun bunun çamaşırını yıkayarak, ona buna yardım ederek aileyi geçindirmeye çalışan annenin 14 yaşındaki en büyük kızı, öğrencimdi. Evdeki işleri görmek, küçük kardeşlerine göz kulak olmak ve yemek pişirmek, ona düşüyordu. Annesi dışardayken, para kasasından o sorumluydu. Evin günlük masraflarını o görüyordu.
Bir gün, ikindi zamanı, baba çıka gelip kızından para istiyor. Parayı alıp meyhaneye gidecek, ahbaplarıyla iskambil oynayacak. Kız, kendisinde para olmadığını söyleyince baba, kıza çıkışıyor ve annesinin parayı nerede sakladığını bilmesi gerektiğini, evde mutlaka para bulunduğunu söylüyor. Kız, yalanında direniyor. Neyin, nereye saklandığını bilmediğini belirtiyor. Sonunda baba, kıza verip veriştirerek çıkıp gidiyor.
O gidince kız, fırına koşup ekmek alıyor; annesinin bıraktığı parayla ekmeğin ücretini ödüyor. Çünkü fırıncı, veresiye ekmek vermiyor.
Öğrenci, bunları anlattıktan sonra, bana şu soruyu yöneltti:
“Annemin giderken mutfak dolabındaki bir fincan içinde, bana biraz para bıraktığını babama söylemeli miydim yoksa?”
Ardından yanıtını kendisi verdi:
“Öyle yapsaydım, babam parayı alıp meyhanede yiyecek; annem de bunu öğrenince üzülecekti. Derken, al sana kavga! Çok iyi bilirim çünkü, böylesi durumları. Babam, hepimizi dayaktan geçirir, akşam yemekte ekmek bulamazdık.”
“Peki; paranın yerini bildiğini açıklasan da annenin söylediğini yapıp parayı fırıncıya götürmen gerektiğini söylesen, olmaz mıydı?” diye sordum.
Öğrencim, sanki kocamış bir yüzden bilge bakışlarla beni süzüp iç geçirerek:
“Ah! Siz, işin iç yüzünü bilmiyorsunuz. Söyleseydim, fincanın içindeki paranın tümünü alır, geride metelik bırakmazdı. Ancak yalana başvurarak bunu yapmasını ve sonra doğacak tatsızlıkları önleyebilirdim.”
Kısa bir aradan sonra teslimiyet dolu bir tonla şunu ekledi öğrencim:
“Yalan söylediğimden, Tanrı isterse beni cezalandırabilir; ama, kendim için ve ailemiz için yapabileceğim başka bir şey yoktu.”
“Seni bu davranışından ötürü cezalandırmaz Tanrı; bağışlar. Çünkü senin ille gerekmedikçe yalan söylemeyeceğini bilir.” dedim.
Böylelikle kızın vicdanı üzerindeki yükü kaldırmak; ama, buna karşın “Yalan söylemeyeceksin.” buyruğunu ayakta tutmak istedim. Her şeye karşın ben, mutfağa giren küstah herife yalan söyleyen öğrencimin doğru davrandığı kanısındayım. Çünkü adam kendisine saldırmaya kalktığında o, kaçabilecek durumda değildi.
Yaratılan Sevgi Ortamı, Vicdansal Aksaklıkları Nasıl Gideriyor?
Daha önce hiçbir yerde kök salamamış, bir evden bir başka eve sürüklenip durmuş olan bir çocuk, içinde yaşadığı her çevreye karşı güvensizlik ve düşmanlık duyguları oluşturuyor. Her yeni çevrede, kurnazlığa saparak, akla gelen tüm olumsuz çarelere başvurarak yaşama tutunmaya çalışıyor. Her türlü toplumsal eksiklik duygusu altında ezildiği için, bu duyguya karşı, kendini savunmaya uğraşıyor. Kimse onu sevmeyince o da kimseyi sevemiyor.
Bu çocuk, yerleştirildiği sonuncu evde, daha önce görmediği yansız, koşulsuz bir sevgi ve ilgi ile karşılaşıyor. Şimdiye dek yaşamadığı bu yeni yaşantılar, ona yeni ve olumlu bir dünya görüşü edinme gereğini duyuruyor. Kendisine gerçekten sevgi ile davranıldığını duyumsadıkça o da kendisini sevenleri sevmeye başlıyor. Okulda kendisine içten sevgi ve ilgi gösteren, kendisini itmeyen öğretmenine de aynı duygularla bağlanıyor.
Bu sevgi ortamında sözler, buyruklar yerine, daha çok, örnekler aracılığıyla kendisine yöneltilen ahlaksal istekleri benimseyip içe aktarıyor. Sevdiği, saydığı kişilerin hoşuna gitme eğilimi göstererek karşılıklı sevgi bağlarını güçlendirmeyi amaçlıyor. Bu sevgi bağlarını, bir zamanlar yaptığı gibi, çalıp çırpma, türlü kurnazlıklara başvurma yoluyla gerçekleştiremeyeceğini bilecek kadar da akıllı davranıyor. Bu çocuk, kendisini gerçekten seven bu insanlara karşı, sevgisini kanıtlamak için, sigara içmekten bile vazgeçiyor.
Çocuk Vicdanı Cezaya Karşı Nasıl Bir Tepki Gösteriyor?
Bir çocuk, sevdiği kimsenin de kendisini sevdiğine inanıyorsa, o kimse, kendisini cezalandırdığında onu sevmeyi sürdürüyor. Bedensel cezalandırmaya bile, herhangi bir ceza gibi bakabiliyor. Arada, bir sevgi bağı olduğu sürece çocuk, cezayı, yetişkinlerin, kendi üzerinde bir zor uygulaması gibi algılamıyor; tam tersine, bundan, bir rahatlama duyuyor; bunu, işlenmiş bir suçun karşılığı olarak görüyor. Bu durumda cezalandırma yetkisinin önkoşulu olarak çocukla eğitici arasında, karşılıklı bir sevgi bağının varlığı öne çıkıyor.
Ancak, sonuç böyle de olsa, işin doğrusu, ilke olarak her türlü bedensel cezaya karşı olmaktır. Çünkü bu ceza kapısının açık olduğunu gören kimi eğiticiler, bunu çocuğun vicdan gelişimine yönelik kullanmaktan çok, kendi olumsuz duygu boşalımlarını sağlama aracı yapabiliyorlar. O nedenle özellikle bedensel cezalardan uzak durulmalıdır. Yalnızca, örneğin, geçerli bir özrü yokken ödevini savsaklayan öğrenciye, eksik bıraktığı ödevini yapıncaya dek; evde kendine düşen sorumluluğu yerine getirmeyen çocuğa, sorumluluğunun gereğini yerine getirinceye dek, kendisini oyun oynamaktan alıkoyma biçimindeki eğitici ya da geliştirici cezalar verilebilir.
Sevilip sayılan çocukta, kendisini sevip sayanlarla güçlü bir özdeşleşme isteği doğuyor. Çocuk, onların ahlaksal ortamlarını içe aktarıyor ve bu tutumları, kendi vicdanının buyruğuymuş gibi duyumsuyor. Dolayısıyla ahlaklı olma, dürüst davranma, kaynağını kişisel istenç ve istekten almış oluyor. Bu durumda kötülüğe sapmama, gerçekten bir iç gereksinimin itişinden, vicdandan değil; adli sonuçlarından ya da Tanrı’nın cezasından çekinme, korkma gibi nedenlerden kaynaklanmıyor. Bir cezadan çekinme, korkma gibi bir davranışın, sevgiden kaynaklı gerçek bir dindarlıkla, toplumsal yaşamla ve sorumluluk duygusuyla bir ilgisi yoktur.
Sözü edilen sevgi, özgeci bir kişilik oluşturmayı sağlayan, karşıdakini özgecil davranışlara yönelten bir duygu; en başta, eğiticinin, eğittiği kişiye gösterdiği duygu olduğuna göre, böyle bir sevgi gücünden yoksun kişilerin gerçek bir eğitici olamayacakları açıktır. Eğitimi, bencil duygular değil; ahlaksal düşünceler ve bilim yönetmelidir. Bu gerçekleştiğinde, eğitilecek çocuğun, eğiticiye beslediği sevgi de özgeci nitelik kazanacaktır. Çünkü bu nitelikteki sevgi, eğiticiye sürekli olarak sahip olma, küçük çocukların annelerine el koyması gibi bencil bir özellik değil; özgecil bir özellik taşıyacaktır.
Vicdan, Suç İşleme ve Suçun İtirafı Arasında Nasıl Bir İlişki bulunuyor?
Görüldüğü gibi vicdan, toplumsallaşarak elde edilen bir oluşumdur. Toplumsallaşma yeteneğinden ve olanağından yoksun bir kişi, vicdansal duygulardan da yoksun kalıyor. Bunlar, acıma, yardım etme gibi duyguları duyumsayamıyorlar. Toplumsal duygular edinme yeteneği olan ve vicdansal duygu ve dürtüleri duyumsayan kişi, toplum yasalarına karşı gelerek işlediği suçu kimse fark etmese bile, sonunda uğrayacağı yalnızlığa (toplumdan soyutlanmışlığa) sürekli katlanamıyor. Buradan, her türlü ceza korkusundan daha güçlü olan “kendini ele verme eğilimi, işlenen suçun karşılığını ödeme gereksinimi ve kendini cezalandırma dürtüsü” doğuyor.
Genel geçer geleneksel yasalara, göreneklere, hakka, hukuka, dinsel buyruklara uygun davranan kişilerin içini, vicdan azabı oyup durmuyor. Bu kişiler, kendilerine, başkaları, toplumun öbür bireyleri gibi bakıyorlar. Toplumsallık duygusu, kişiyi kendine güvenli kılıyor. Benliği, toplumsallıkta bir dayanak buluyor.
Toplum yasalarını çiğneyen kişiyi vicdanı, kendini toplumdan çözüp kopardığı biçiminde suçluyor. Bu kişi, suçunu çevreden gizlemeyi başarsa bile, kendini yine de toplumdan soyutlamış olarak duyumsuyor. Çünkü bunu, toplumun vicdanı biliyor. Kişinin, yanlış bir davranış sonucu vicdanına yüklediği suç, dahası, her şeyi bilen, her şeyden haberi olan mutlak güce karşı işlenmiş suç olarak algılanıyor.
Suçu ortadan kaldırmayı amaçlayan bir iç zorlama, suçluyu itirafa sürüklüyor. Böyle durumlarda itiraf, bir yardım çağrısı anlamını taşıyor. İtiraf zorunluğu o denli güç kazanıyor ki suça bulaşmış kişi, bazen bilinçli isteğinin sesini dinlemeyip toplumca verilecek cezayı üstlenmeyi kabul ediyor.
Suçlu inatla karşı çıktığı ve bazen, işlediği suça hiç aldırmamış, onu fark etmemiş olan topluma geri dönmeyi bilinçli olarak hiç istemese de bunu, içinde barındırdığı vicdanı istiyor. Katlanamadığı kadar bir sıkıntı yaratan bu iç bölünmeden kurtulmak için, topluma dönmek zorunda kalıyor ve toplum karşısında çeşitli tepkilere girişiyor. Amacı, toplumla yine birlikte olmak ve bu yolla içindeki bölünmeyi ortadan kaldırıp yeniden ruhsal bütünlüğünü sağlamaktır. Bunun için toplumun karşısına çıkıp suçunu itiraf ediyor. Cezalandırılmaya hazır olduğunu gösteriyor. Verilen cezayı kabul edip iç dirlik ve düzenliğine kavuşuyor.
Genç, bilinçli vicdanıyla işlediği suçları ele verecek her türlü davranıştan uzak dursa da bilinçsiz vicdanının dürtüleri daha ağır bastığında, bu dürtüler, gencin maskesini düşürmek için elinden gelen her şeyi yapıyor. Örneğin, mahkemede kendisinin sert bir cezaya çarptırılmasını sağlıyor.
Çocuk ve ergenler, çete kurmaya da vicdansal tepkilerini yanlış değerlendirerek yöneliyorlar. Onların bu girişimlerinin amacı da kendilerini toplumsal soyutlanmışlıktan kurtarmaktır. Bu gerçek, çoğu kez görülemediği için, çete kurup suç işlemelerde, yalnızca bilinçli nedenlerin etken olduğu sanılıyor. Suçlunun, kendisine yardımcılar gerektiği için başkalarıyla birleşip çete kurduğuna inanılıyor.
Yanlış Vicdansal Tepkilerin Yol Açtığı Bozukluklar Nelerdir?
İyi Gelişmiş bir vicdan, sağlıklı bir kişiliğin çok önemli bir parçasıdır. Bu gerçeğe şu da eklenmelidir: Başlangıçtaki sağlam görünse de vicdandan kaynaklanan etkilenmelerle daha sonra, kimi kişilik bozuklukları ortaya çıkabilir.
Daha önce oldukça sağlıklı tepkiler gösteren çocuk, daha sonra, örneğin, içine kapanıyor. Arkadaşlarından uzaklaşıyor, kendini onlardan soyutluyor; kafasını kurcalayan konu üzerinde düşünüp duruyor. Hırslı, biriktirici, eli sıkı, dik kafalı, temizlik tutkunu, kıskanç, saldırgan, baskıcı oluyor. Depresif tepkiler gösteriyor. Bunlar, çocuğa uygulanan ruhsal tedavilerle ortadan kaldırılıp çocuğun vicdan gelişimine yol açılabiliyor.
Son amacı, insanların, birbiriyle ve doğa ile sürtüşmeden, aralarında sağlıklı ilişkiler kurarak yaşamalarına katkıda bulunmak olan ruhsal araştırmalarda ve ruhsal tedavilerde her zaman, yaşananlardan ve kişinin kendisinden yola çıkmak, günümüzde en doğru yaklaşım olarak benimsenmiştir. İnsanın başkalarına karşı bir yükümlülük üstlenmesinin, salt masa başında düşünsel yapıtlar pişirip kotarmaktan daha soylu bir görev olduğu, kuşkusu götürmez bir gerçektir.
İnsan, eğer evrenin tacı ise, bu onuru hak etmek için o, kişiliğinde, önemli çarpıklıkları olmayan, tama yakın gelişim göstermiş bir vicdanı barındırmalıdır. Bunun için, vicdan psikolojisine ilişkin incelemeler, oldukça yararlı bir hizmeti yerine getiriyor. Umut, ruh sağlığı açısından çocuğun iyi eğitilmesinde, ruhsal sorunlarının başarıyla çözülmesindedir.
Vicdanlı insanlar Neler Yapıyorlar?
Vicdanlı insanlar, doğrunun, iyinin, güzelin, haklının, onurlunun, erdemlinin yanında; yanlışın, kötünün, çirkinin, haksızın, onursuzun, erdemsizin karşısında yer alıyorlar. Ezilenlerin, sömürülenlerin acısını, kendi acıları gibi duyumsuyorlar. Kendileri için neleri istiyorlarsa, öbür insanlar ve bütün insanlık için de onları istiyorlar. Eşitlik, özgürlük ve demokrasi için bireysel ve toplumsal boyutlu her türlü savaşıma katılıyorlar.
Yararlanılan Kaynak:
Zulliger, Hans. Çocuk Vicdanı ve Biz. Çeviren: Kâmuran Şipal. Bozak Yayınları. İstanbul, 1977