Elleştiriş
- Kitabınızla ilgili bir eleştirim olucaktı?
+ Konunun uzmanı mısınız?
- Hayır, ama...
+ Eleştirmek bilgi sahibi olanların hakkıdır. Siz soru sorabilirsiniz. Anlayamadığınız hususu söyleyin size daha basitçe anlatayım.
- Kem küm...
+ Küm küm…
Cehl!
Adam ne kitap okuyor ne de sözlü kültüre dair geçmişin adap-erkan bilgisine sahip! Bu şahsın kendine faydası yok, kaldı ki başka insanlara olsun. Özümsenmiş ve derinleşmiş ahlak ve değerler sistemi de yok. Bari başkalarına zarar vermesin diye din görevlisine havale ediyoruz. O da “o mekruh, bu günah” diyor ama laftan da anlamıyor ki… Din adamı, masum insanlara zarar vermesin diye bu gulyabaniyi ehlileştirmek için mecburen cehennem azabı ve zebani ile korkutuyor; belki korkar da insafa gelir diye. Orada bile kavrayışı eğitim özgeçmişiyle sınırlı.
Olgu ile Algı
Aslolan olguyu ve o olguyla ilgili algıyı yönetmektir. Gözlediğimiz durumda ise olgu görmezlikten gelinirken sahte bir algı üretilip o yönetiliyor. Olgu ise milletin kafasında patlıyor.
Nabza şerbet!
Ben çocukken "romezan" diyen kesim için gazeteler Ramazan ayında ayrı ek çıkarırdı. Bu ekler fasikül biçiminde, kenarları kesilmemiş halde verilirdi. Hep şaşırırdım ve şaşırmayı severdim. Sapsarı bir kâğıda yeşil renkli yazıyla ve ilkokul ikinci sınıf öğrencisi seviyesindekiler okusun der gibi büyük puntoyla basılırlardı. Az okuyan kişiler için hazırlanmış diye düşünürdum. Hiç resim ve fotoğraf olmazdı. Paragraf da olmazdı. Dini metinlerdi. Cıbıldak kadın fotoğraflarının basıldığı gazetelerin içinden çıkardı!
Dindarları kandırmak çok kolaydır ve dindarlar kendilerini kandıranları sever, kandırmayanları pek sevmezler!
Dil ve imla da farklıydı. Zaman sözcüğü yerine "zeman", tercüme yerine "terceme", ramazan yerine "romezan veya ramezon" gibi sözcükler kullanılırdı. O zaman bile saklamak isterdim, ilginçti. Saklardım ama evde saklama koşulları yoktu. Bizim evde bile kâğıt çok lüzumsuz bir şeydi. İbretlikti.
Cümhuriyyet bizden ne çekti be...
Çakmak çakmak
Çocuktum, galiba çok çocuktum. Yine de bilim ve teknik öğrenmiş olmalıyım. Sanayi devriminden haberdardım, kibrit ve çakmağı biliyordum, o zamanlar... Ortam ve koşulları hatırlamıyorum. Yanımda bir dede vardı ve ben onu gözlüyordum. Hep gözledim...
Dede, gözlediğimi bilerek yaptı: Cebindeki tabakayı açıp tütünü sigara biçiminde sardı. Sakin tavırlarla cebinden bir tutam kuru ot çıkarıp bir kayanın üstüne koydu. Sonra cebinden kenarı yanmış ufacık parçacık bir bez çıkardı, yün kumaştı. İki tane de taş çıkardı cebinden.
Kendisini izleyip izlemediğimi anlamak için arada bir çaktırmadan bana bakıyordu. Oysa ben baktığımı saklamıyor, üstelik merakımı da gizlemiyordum.
Kumaşı taşlardan birine sardı. Öteki taşı hızlı biçimde berikine birkaç kez çaktı. Hafif, belli belirsiz bir tütün çıktı, duman yani. Bir yandan püf püf ederek kumaşı alevlendirirken elindekileri otlara yaklaştırdı. Püflemesi devam ederken bir anda otlar alevlendi. Sigarasını ağzına alıp onu yaktı ve ateşi hemen söndürdü.
Hayranlıkla ona bakarken, o taşlarını ve kumaş parçalarını cebine koyuyor ve sigarasını çekiyordu. Bütün bunlar bir dakikadan az bir zaman içinde oldu!
Okulda çakmak ve kibrit henüz icat edilmeden önce insanatın ateşi icat ettiğini ve odunları birbirine sürterek ateş yakabildiğini öğrenmiştik. Dede, ileri bir teknoloji kullanıyordu. Ateş yakma teknolojisinin kendi içinde evrelerinin olduğunu düşündüm. Bizim dede çağdaştı; kav kullanıyordu! Hayran kaldım. 16. yüzyılın bile çok ilerisindeydi.
- Neden kibrit ya da çakmak kullanmıyorsun? dedim.
Ne dediğini hatırlamıyorum.
Hayatımda izlediğim ilk büyücü ve sihirbaz oydu.
Kör taklidi yapan solcu!
Şu solcular bir alem. Nerde sokakta bir it görseler üstünü örter, nerde tekme yemiş bir pisik bulsalar gözyaşları şelâle olur. Bugünlerde de Kaz dağlarındaki odunlara takmışlar. Kanadalı bir maden şirketinin odunlara kötü davranmasına üzülmüşler!
Vatanın sahibi sen misin? Fikrini soran mı var? Hatta seni milletten, insandan sayan mı var? “Altın dağın kekliğini demir çizmeli hergele yer”, bilmez misin? Kaz dağından sana ne? Ördek misin? Ormanda mı yaşamak istiyorsun? Biz köyü çoktaaan boşalttık, bütün tarlalar orman olmuş. Git yaşa, apartman çocuğu sen de. Yalnız, ağaçlarla birlikte ayılar da çoğalmış ona göre.
İti, pisiği, odunu bırak da kendi haline bir bak. Zavallı şey!
Toygunumuz!
Memleketteydim. Posof Belediyesi Aşıklar Şenliği düzenlemişti. Dede Korkut ve Köroğlu coğrafyasıdır. Sırrımızı faş etmiş olmayayım ama Anadolu’da en uzun ömürlü beyliğin kurulup yaşadığı başkenttir, Cak-Posof (1267-1578). Devletçi bir kültüre sahiptir. Bilimsel bilgi kullanmaya başlarsa o karakterin verimli sonuçlarını görebiliriz.
Belediye şenliklerinde, sazda, cazda protokol neden vardır? Ortada resmi bir durum yok ki! Dünyanın birçok ülkesi sivil toplantılarda bunu kaldırdı, biz de bir düşünsek diyorum.
İnsan manzaraları izledim. Birkaçının yanına gidip konuştum. Kimisiyle gülüştük, kimiyle hüzünleştik.
Hakkı amcayı tanıdım. Göğsünde şehit oğlunun madalyasıyla dolaşıyordu. Oğlu Toygun, 2001 yılında çatışmada şehit olmuş. Alışmakta çok zorluk çekmiş. Şehidin üç çocuğunu büyütmüş, iş-meslek sahibi yapmış… Değişik konuları konuştuk, fondaki aşıkların sazı sesi eşliğinde…
-Adı neden Toygun, dedim. Bizde çocuklara Arap adı verilir. Anlattı:
-Yengeniz vakitsizdi. Ha bugün ha yarın beklerken, amcamın oğlunun düğünü geldi. Gitmemek olmaz. Düğüne gider gitmez bizimkinin sancısı tuttu. Amcam dedi ki, “Önce doğum olacak sonra toy”. Biraz sonra bizimki kurtuldu. Amcam dedi ki “Toy Günü doğdu. Adı Toygün olsun. Öyle oldu adı.”
Beni sevdi, ayrılırken telefon numarasını verdi. "Bak, ben kısayım ama kolum uzundur. Bir ihtiyacın olursa ara beni" dedi.
Ellerinden öperim Hakkı amca.