Öğretmen günü
Sarıkamış ortaokulunda öğrenciydim ve Fen ve Tabiat Bilgisi dersimizin hocası Ali Efendi Mutlu idi. Sıradan bir öğrenciydim ama okul Doğu’daki (Osmanoğlu deyişiyle) âlâ mekâtib idi. Sanırım "âlâ" olması veli kalitesinden kaynaklanıyordu. Velilerin çoğu subaydı ve çocuklarının eğitimine çok önem veriyorlardı.
Ali Efendi hocamın öğretmedeki heyecanına hayrandım. Derste kendimi bir maraton koşucusu gibi hissederdim. Üstelik ders bitmese diye bıdı bıdı ederdim. Aynı duyguyu daha sonra Mustafa Aydın, Kamile Açıkgöz ve Mustafa Ergün hocalarımızın derslerinde de hissettim. Daha çok varlar, adlarını yazamadığım için beni bağışlasınlar...
Ali Efendi Mutlu hocamdayız. Ortaokul bitti. Lise bitti, Üniversite bitti Öğretmen oldum. Üstüne bir üniversite daha bitirdim, İlköğretim Müfettişi oldum. Malatya’da Atatürk İlköğretim Okulunda teftişe gitmiştik ve grup başkanım beni Ali Efendi Mutlu hocayı denetlemekle görevledi! Hocamın adını görünceye kadar onun hala görevde olduğunu, üstelik o kadar yakınımdaki bir okulda çalıştığını bilmiyordum. Teftiş grubumuzu acil toplantıya çağırdım; etik sorunumuz vardı. Onlara Ali Efendi Mutlu hocanın benim ortaokul öğretmenim olduğunu söyledim. Bir öğrencinin öğretmenini denetlemesinin etik açıdan sıkıntılı olabileceğini ve bu görevi yapmaktan vazgeçmem gerektiği kanısında olduğumu belirttim.
Grup arkadaşlarım lehte ve aleyhte görüş bildirdiler. En iyisini grup başkanımız Cemal Keçeli söyledi (sevgiyle anıyorum). Dedi ki “Git Ali Efendi hocaya kendini tanıt ve ona sor.”
Öğretmenler odasına kadar gittim. Yalnızdı. Fazlaca değişmemişti ve onu hemen tanıdım. Kendimi tanıttım. Durumu anlattım. Bir sevindi, bir sevindi… “Beni mutlaka sen teftiş etmelisin. Seni öğrencilerime “öğrencim” olarak tanıtmak ne kadar iyi bir eğitici davranış olur, düşünsene” dedi. Buradan bile eğitici hal çıkarmaya çalışmasına nasıl da hayran kaldım. Onun benim öğretmenim olmasından nasıl da gurur duydum. Kendimi sıradan değil, büyük bir adamdan parçalar taşıyan özel birisi olarak gördüm, onurlandım.
Teftiş mi, sadece dersinde ziyaret edip bir dersini daha dinleme zevkini yaşadım. Beni “eski öğrencim, şimdiki meslektaşım” diye tanıttı. Öğrencilerinin gözünde daha bir büyüdü… Harika bir ders daha işledi. Ayrılırken istemese de elini öperek ayrıldım.
İyi öğretmenlerin günü kutlu olsun.
İnsan şerefi için yaşar!
Ne kadar temiz kalmaya, onurlu yaşamaya çalışırsanız çalışın. Hakça bir düzen kurması engellenmiş toplumlarda köpekleşenler ve diğerlerini köpekleşmeye zorlayanlar yüzünden eşref-i mahlukat olarak şerefle yaşamanız neredeyse olanaksız hale gelir...
Kanuncu musunuz, Adaletçi mi?
“Durum” karşısında iyi yöneticiler "adil mi" diye tavır alır, değilse adaleti tesis etmeye çalışırlar. Kötü yöneticiler ise "nasıl bir kanun-kural bulsam da işi yokuşa sürsem" diye...
Siz?
Okunası kitap
Türkiye'de öyle bir kurumsallaşma olmadı, her üniversite bitirenin mutlaka okuması gereken kitaplar listesi dizmek ve okutmak. Oysa birçok ciddi üniversitenin vardır, adı konur ya da konmaz. O üniversiteyi bitiren kişilerin filanca klasik düşünce eserlerini okuyup anladığını bilirsiniz. Son yıllarda ders kitabı dahil hiç kitap okumadan mezun olunabiliyor. Üstelik bunlar üniversite mezunu diye kendini eğitimli bile sanıyor!..
Böyle bir liste hazırlayanlara Ertürk'ün "Diktacı Tutum ve Demokrasi" adlı kitabını önereceğim. Üniversiteyi bitiren herkesin okuyup anlamış olması gereken bir kitaptır.
Çocuktum ufacıktım.
İlkokul 2. sınıfta olmalıyım. Köydeydik, abam dahil kadınların ve yaşlıların nerdeyse hiçbiri okuma yazma bilmiyordu. Yoksulluk gırtlağa kadardı. Biçin zamanı dışında erkeklerin çoğu gurbete giderdi…
Gurbettekiler arada bir mektup yazarlardı. Köyde birkaç okuryazar vardı gerçi ama mektup okutmak için çocuk ararlardı; özellikle gelinler. Komşumuz Ferahnaz abla onlardan biriydi. Birkaç senelik evliydiler. Kocasından mektup gelince benim peşime düşüyordu. Galiba kötü yazıyordu ki okumakta güçlük çekiyordum ve kaçıyordum. Abam yakalayıp zorla okutuyordu.
Günlerden bir gün yine mektubu gelmişti ama bu kez Ferahnaz abla heyecanlı ve sevinçli değil, üzgündü, hatta ağlıyordu. Mektup daha okunmamıştı, ağlayacak ne vardı ki? Bu kez naz yapmadım, kaçmadım da.
Ferahnaz abla mektubu açmış, arka sayfadaki çizimi gösteriyordu. Beni karapana çağırdı. “Memmedime bişe olmuş” dedi. “Nerden biliyorsun”, dedim. “Parmağı kesilmiş, baksana” dedi. Mektubun arka sayfasını çevirdi. Memet amca kâğıdın arkasına elinin kopyasını çizmişti. Önceki mektuplarda da çiziyordu. Ferahnaz abla elini mektuptaki çizimin üstüne koyup el ele tutuşmuş oluyorlardı. Ama bu kez mektuptaki çizimde Memet amcanın bir parmağı kesik görünüyordu. Ferahnaz ablanın ağlayışı ona idi. Sicim gibi dökülen yaşlar gözünden değil, sanki yüreğinden akıyordu.
Ona elini kâğıda ortalamadığı için küçük parmağını sığdıramadığını anlattıysam da inanmadı. Abam da geldi, epey dil döktük, inandıramadık.
Mektupları bana okutuyor ama yanıtını başkasına yazdırıyordu. Bu kez bana yazdırdı. Elini sordu, canının çok yandığını yazdırdı bana. Göndereceği mektupta iki elini de çizmesini istedi. “Mahsus selam” ettikten sonra üç defa alt alta “Acele cevap” diye yazdırdı.
Günlerce perişan gezdi. Arada bir soruyordum. “O da okuma yazma bilmiyor. Kimseye mektup okutmak ve yazdırmak için kıyışamaz o” dedi.
Sonunda mektup geldi. Ferahnaz abla beni karapana çağırdı. Sevinçliydi, etekleri zil çalan türden. Dört sayfalık mektup gelmişti. Kâğıdın birinde önlü arkalı iki elinin de çizimi vardı. Sevinci ona idi.
Ferahnaz ablanın sevgisini çok hissettim. Aşından ekmeğinden çok yedim. Minnetle yad ediyorum.
Kırım Unu...
Kırım’ın Sesi Gazetesinden “Kırım Tatar Türklerinde Aile” başlıklı bir yazı okurken bende çağrışımlar uçuştu. Kırım’a dair okuduğum ve öğrendiğim her bilgi Kırım kültürü ile Posof kültürünün birbirine dikkati çekecek kadar yakın olduğunu gösteriyor. Neredeyse iç içe yaşadığımız komşu toplumlarla hayli farklılıklar varken Kırım Tatarları (veya Kıpçakları) ile olan Coğrafi uzaklığı düşününce, bu kültürel yakınlık şaşırtıcıdır. Kılık kıyafetten sözünü ettiğim yazıda anlatılan aile hayatına varıncaya kadar öyle çok ortaklık var ki!
Evimizde “Kırım” kelimesini daha birkaç yaşındayken duymuştum. Bizim köyde evlerde iki çeşit un olurdu. Birini biz kendi tarlalarımızdan üretirdik. Diğerini ise ilçeden çuvalla alırdık. Bu unun adı “Kırım unu” idi. Kırım’dan gelmediğini biliyorduk ama adı öyleydi. Ekmek yapmak için ikisini karıştırırlardı. Bizim un hayli esmerdi ve yiyimi de hiç iyi değildi; çiğnerken dişlere yapışırdı, iyi bir tadı da yoktu. Kırım unu daha beyaz bir un idi. İkisini karıştırınca ekmeğin tadı çok iyi oluyordu. “İdareli” kullanan “dişehliler” (kadınlar) bir çuval unu bir yıl yetirirdi.
Sonradan fark ettim, Rus işgali yıllarında Kırım’dan bize un geliyormuş! Kırım unu adı o zamandan kalmış olmalı. Folklorda da "tatar" adı bir biçimde geçiyor. Teyit edemediğim bir malumat da var; 18 ve 19. Yüzyıllarda Kırım’dan bizim yöreye epeyce göçen ve yerleşen olmuş. Sonradan gelen Yusuf Akçura bile Kars milletvekili olmuş.
Çocukları rahat bırakın
Son yıllarda ana babaların çocuklarına en çok yönelttikleri şikâyet akıllı telefonları elinden bırakmayışlarınadır...
Bir an kendi çocukluğumu düşündüm. Çocukluğumda bizde değil telefon, elektrik bile yoktu. Ama bizimkiler benden şikayetçiydiler. Elimden bıçak düşmüyordu! Sürekli bir şeyler yontuyor, oyuncak aletler yapmaya çalışıyordum. Elimde birçok kesik olurdu. Kendim kesince önemsemiyordum. Keyifli bir işti bıçakla oynamak. Şimdi bile bazen oymacılık ya da ahşap heykeltıraşlığı çalışmaları yapasım geliyor.
Karışmayın çocuklara.
Öğretmen Kılığı
2019 yılının karne tatilinde Sevgi Şenol öğretmenim Millî Eğitim Bakanlığı’na açık bir dilekçe yazdı. Bu dilekçede öğretmenlerin kılık kıyafeti ve birbirine karışmış saç sakalının berbat bir görüntü yaratmış olmasından şikâyet ediyor, öğretmenin saygınlığını yüksek tutmasının ölçütlerinden birinin de kılık kıyafetine özen göstermesi olduğunu söylüyordu. Mesleğin saygınlığını yüksek tutmak meslek mensubunun sorumluluğundadır.
Bunu okuduktan sonra aklıma babam geldi babam köy enstitülüydü, köyde öğretmenlik yapıyordu, buna rağmen sürekli kravatlı olarak dolaşıyordu. Hafta sonlarında bile kravatını çıkarmazdı. Sorduğumda ise “öğretmen olarak insan içine çıkıyorum, kravat insanın medeni tarafta olduğunu gösteren bir giysidir” demişti.
Emekli olduktan sonra onu bir gün tarla sürerken gördüm. Bayır bir araziydi ve tarlayı öküzlerle sürüyordu. Şaşırtıcı olan ise kravat takmış olmasıydı. “Baba hala kravatı çıkarmadın mı” diye takıldım o da kahkaha atarak “Alışkanlık olmuş, bu sefer boynum-boğazım üşüyor, kendimi çıplak hissediyorum o yüzden takıyorum” demişti. Devir hayli değişti. Öğretmeni artık topluma saygı duyduğu için özenli ve zevkli giyiminden anlayamıyoruz.
Moda bile olsa zevzeklik modası seviyesizliktendir.
Kırravat!
Takım elbise ve kravatın sivil bir üniforma olarak değerlendirilmesi ve eleştirilmesi anlaşılabilir. Kravat giymeyi kınamayı gerektirecek bir durum ise yoktur. Sıradan insan ile üst-insan arasındaki farkı ortadan kaldırıp uygarlık zeminine oturtan tarafıyla iyi bir çözüm olduğu bile söylenebilir. Kravatlı bir takım elbisenin birçok dağınık erkeği toparlayıp saygınlaştırdığı açıkça ortadadır. Takım elbise giyip dolaştığım yerlere takım elbisesiz ve kravatsız olarak ama yine de hoş giysili gittiğimde insanların bana karşı davranışlarının farklılaştığını görüyorum.
Kravat nasıl ortaya çıktı ve kravat takmanın anlamı nedir?
Avrupalılar Amerika kıtasını işgal ve istila ettikten sonra milyonlarca yerliyi imha etti. Ancak tarımda çalıştıracak insana gereksinim duyunca Afrika’dan çalıp köleleştirdikleri insanları kullanmaya başladılar. Bu Afrikalılar hem köleleştirilirken hem de çalıştırılırken bugünkü standartlardan bakınca korkunç bir hayat yaşadıkları görülüyordu.
Esir edilen zenci köleler boyunlarından kalın urganlarla birbirine bağlanıyor, Amerika’ya gidince urganlar çözülemediği için, bir yerinden kesilip urgan kölenin boynunda bırakılıyordu. Böylece bir beyaz deriliye göre hepsi birbirine benzeyen kara derili köleleri urganından tanımak kolay oluyordu.
Zamanla beyazlar arasında kölelerin yaşam koşullarına itiraz sesleri yükselmeye başladı. Hümanizm ve demokrasi gelişmeye başlıyordu ve zenci kölelere karşı adaletsiz davranış bu demokratları isyan ettiriyordu. Demokratlar köleliğe karşı mücadele ederken kölelerden (insan haklarından) yana olduklarını göstermek için boyunlarına renkli bezlerden urgana benzer boyun bağları (fular) yapıp takıyorlardı. Boyunbağı takanlar “Ben insancıyım. İnsanlıktan yana tarafım. İnsanın insan tarafından sömürülmesine ve adaletsizliğe karşıyım” demiş oluyordu.
Demokratların köleliğin kaldırılması ya da daha insanca hale getirilip en azından işçi sayılmaları için verdikleri mücadele sürerken birçok insan, insan hakları mücadelesi yapan aydınların boynundaki bezin onlara yakıştığını düşünmeye başladı. Böylece onlar da boyun bağını boyunlarına taktılar. Böylece boyun bağı modası yaygınlaştı. Ancak asıl olan kazandığı anlamdı: Kravat takan kişi gelişmiş bir insan olduğunu gösterip, “insan haklarından ve adaletten yana taraflı olduğunu” açıkça beyan ediyordu.
Şimdi Trump da takıyor. Stalin’de hatırlamıyorum ama Hitler de takmıştı. Ancak kravat kendileri farkında olmasa da adalet taraftarlarının sembol giysisi olmayı sürdürüyor. Yine de kravat karşıtlarının neye karşı olduklarını düşünmeleri ve yerine neyi koyduklarını düşünmeleri gerekir.
Kravatla ilgili başka hikâyeler de var… Hangisini makul bulursanız…
Bıçakların dansı…
Bir cümle kalıbı çalayım: "Bugün günlerden Dağıstan esintisinden esinlenme günü". Lezginka grubu güzellikler saçıp bizi güzeltti. Ayağında tekerlek varmış gibi kayıp giden soylu zarafet anıtı kızlar ve mertliğin kitabını yazmış Kafkas delikanlılarının vakur ve heybetli duruşlarındaki bilgelikten bize aktardıklarıyla kendimizi estetik, tarih, kültür ve uygarlık besisine çektik.
Yaşlandım mı, yoksa son zamanlarda üzerinde durduğum etnopedagoji bahsi midir, bilmem, hemen de çocukluğuma dönüyorum. Gösterideki Kafkas gençlerinin akrobatik folk-dans yaparken sergiledikleri bıçakların dansı beni aldı çocukluğuma götürdü. Bıçak, en çok kullandığımız çocukça oyuncaklarımız arasındaydı.
Çocukluğum beni karma karışık ediyor. Gurur duyduklarım, üzüntülerim, acılarım, sevinçlerim, çılgınlıklarım, gizli saklılarım…
Sıkı durun, çalışma hayatı bizim köyde 5 yaşında başlardı. O yaşta çalışmak ne çocuk haklarına aykırıydı ne de zulüm sayılırdı. Yılların eğitimcisi olarak, şimdiki aklımla harika bir eğitim olduğunu düşünüyorum. Gücümüzün yettiği her işi yaptırırlardı. İlk iş kaz otlatmaktı. Sonra mal-davar. Koyun otlatmak biraz daha uzmanlık gerektiriyordu; daha bir yorucuydu.
Köyün bütün çocukları hayvanları birbirine katar, akşama kadar çılgınca eğlenirdik. Kırlarda, çalılıklarda, dere-tepede takım oyunlarından bireysel oyunlara, güreşten bıçak atmaya, taşlardan kulübe yapmaktan artaşanda fındık kırmaya kadar yüzlerce oyun… Yorulunca herkes bıçağını çıkarıp ormandan kestiği çalı çırpıdan bir şeyler yapardı: Düdük, ıslık… Değnek süslemek, değnek kavurup kıpkızıl topuzlu bir değnek imal etmek ne müthiş eğitim çalışmalarıydı. Ateşte düzeltilmiş, kanevüz gibi kıpkırmızı bir değnekle dolaşmanın havası da bir başkaydı. Herkes kendi imal ederdi. 8-10 yaşlarında vahşi doğada (çok da vahşi değildi :) ) dağlarda, başında büyükleri olmayan çocuklardan söz ediyorum. Akşam eve dönüşte kuru odunlardan bir “arka” yapmak, onlar için fındık filizlerini büküp urgan elde etmek…
Küfür söylediğimiz kavga ettiğimiz de olurdu. Hiçbir çocuk anasına sövdürtmezdi, bu kesinlikle kavga sebebiydi. Döver-dövülürdük, biraz sonra aynı takımda olur, takımımızın kazanması için birlikte mücadele ederdik.
Dağıstanlı gencin akrobatik bıçak atmaları salondan çılgınca alkış alırken ben telef olduğumu düşündüm. Yere ve ağaca bıçak saplamada ne numaralarım vardı bilseniz… Yıllardır yapmadım... Bıçak bizde demirbaştı, her adamda ve küçük adamda bulunurdu. Sadece bıçak olarak kullanılırdı. Sakin bir toplumduk, bizde adam biçen olmazdı. Kavga sadece çocukken edilirdi; kavga etmemeyi öğretirlerdi. Ama İstiklal Harbine km2 başına en fazla asker gönderen de bizim eldi. Şehitleri bilmem ama 350’nin üstünde resmi gazimiz varmış. Beceri eğitiminde kimse köylü çocuklardan üstün olamaz hele ki bizim köylülerden daha mahir değildir.
Sanata kesinlikle zaman ayırmak ve tüketmek lazım.