Ne güzel susardık seninle yıldızsız gökyüzüne gecelerce..

Önce sen susardın çalmayan şarkımızı dinlerken sonra ben odanın sessizliğine

Asla doğru zamanı göstermeyen saate bakardık aynı anda,

Olmayan kedimizin sesi yayılırdı zamansızlıkta..

Hiç okunmamış kitabın sayfalarını çevirirken ben,

Yaprak kıpırdamayan havada pencereleri kapatırdın sen, üşümeyeyim diye..

Vakit geldi mi diye sormazdık birbirimize susmaktan

Gelmeyecek gemiye almadığımız biletlerimizi aramaya koyulurdum çekmecelerde

Gitmeyeceğimiz yolculuklara susardık

Dumanı tütmeyen kahvelerimizi yudumlarken

Daha bir anlam kazanırdı susmalarımız, anılardan bahsetmediğimizde..

Ve sen kapıdan yalnız çıkıp giderken, ardından bakmazdım ben

Şiirlerimizi, yürüdüğümüz sokakları, gözlerini ve ellerimi yanında götürmene susardım..

Geri dönmeni beklemezdim hiç

Susmak iyi gelir(miydi) bize..

“Susmak” somut bir eylem miydi? Pi sayısının 3,14 oluşu veya çarpma işleminde “0” sayısının yutan eleman oluşu kadar gerçeklik taşıyor muydu? Susmanın bir matematiği var mıydı? Payın paydadan küçük oluşu bir kesri basit yaparken, hayatta varoluş adına atılan küçük adımlar yaşananları basitleştirir miydi? Basitleştirilmiş yaşantılara susanlar konuşmaya en çok susayanlardı belki de…

Çoğu zaman kendine dönmesiydi insanın, içine yol alması, iç sesini duyabilmek adına sözcüklere es vermesi.. Bağıra bağıra susan insanlar bilirim ben. Gözlerinde harelenen dünyalarını görebilmek, dinleyebilmek adına daha çok saygı duyarım onlara. Sessizlikleri bir renksiz duvara çarpar da gökkuşağının renklerini savurur etrafa.

Sebepsiz var olan ne yaşanır ki ses olduğun şu alemde… İnatla kımıldamayan dudaklara nispet; gözler söylerdi, eller işaret eder, mimikler destekler ve ruh üflendiği andan itibaren anlatmalara meylederdi. Nehir olmuş, yatağını bulmuş, bir denize ya da okyanusa kavuşma hayalleri kurmuşsa susmaların; bilesin ki hiçbir bahane duramaz karşısında.

Ve; ben sükutumla haykırıyorum “Susmalara geliyorum, bilesin!”…

You have no rights to post comments