Genelde teistler, bir fenomen olarak ateizmi ve ateistleri yok sayma eğilimi taşırlar. Onlara göre, ateist diye birisi yoktur; çünkü Tanrı’yı tanımayan, ona inanmayan hiç kimse olmaz; adeta Tanrı fikri doğuştandır ve insan bilincine işlenmiştir. Bu nedenle, sadece karşı tarafın dini anlayışından, Tanrı tasarımından hoşlanmadığı için ateist olduğunu söyleyenler vardır.

Bu sav çok yaygındır, nerdeyse, her gün toplumsal bilinçaltına işlenmektedir. Hatta ders kitaplarına bile girmiş durumdadır.

Bu sav doğru mudur? Gerçekten dinsiz olmak, Tanrı’ya inanmamak olanaksız mıdır? Ateizm imkânsızdır söylemin arkasında ne tür bir inanç ve ne tür bir strateji yatıyor? Gelin çözümlememize, sorularımıza yanıt aramak ve tartışmayı felsefi bir zemine çekmek için “inanma ve inanmamanın” doğasına ilişkin kimi belirlenimlerde bulunarak başlayalım.

1) “İnanıyorum” veya “inanmıyorum” sözcüklerini gündelik yaşamda sık sık kullanırız.  Birisi X’in doğruyu söylediğine inandığını, bir diğeri ise doğruyu söylediğine inanmadığını beyan edebilir.  Bu beyanların her birisi zihinsel bir tutuma gönderme yapar gibi görünür; ancak temelinde de daha çok güven duygusu yer alır. Güvendiklerimizin doğruyu söylediğine; güvenmediklerimizin ise doğruyu söylemediklerine inanabiliriz. Kuşkusuz bu güvenin ya da güvensizliğin temelinde bireysel deneyimlerimiz, o kişiyle ilişkili olarak yaşadığımız deneyimlerimiz önemli bir yer tutabilir.

2) “İnanıyorum” ya da “inanmıyorum” deyişleri güven duygusu kadar ve belki de daha fazla, karşıdaki kişiye yönelik ilişkisel mesafenin de güçlü bir rolü vardır.  Sevdiğimiz insanlara daha fazla bağlı olduğumuz için onlara daha kolay güvenir ve inanırız.

3) “İnanıyorum” ve “inanmıyorum” gerekçelere de bağlıdır. Eğer gerekçelerimiz lehte ve aleyhte artıyorsa tutumumuz daha da belirgin bir hale gelir. Çünkü bizde tutumumuza temel olan gerekçeler ortaya çıkar. Gerekçeler arttıkça, inanma durumundan çıkar, bilme dediğimiz yeni bir zihinsel durum ortaya çıkar. 

4) “İnanıyorum” ve “inanmıyorum”, korku ve umut temelli ise, kimi kez eylemlerimizi de köklü bir biçimde belirler. Televizyonda duyduğumuz bir haber sözgelimi güçlü bir depremin olabileceği haberi, o geceyi evde geçirip geçirmeyeceğimizi belirler. Bir parça inanıyorsak,  ya da içimizde en ufak bir şüphe varsa, o geceyi evde değil dışarıda geçirebiliriz.

5) Felsefi olarak inanç yaşamımızın her yanında vardır; birisine günaydın dediğimizde bile bizi anlayabileceğine, Türkçe bildiğine vb. ye inanırız.

6) Her inancın eylemlerimizi belirlediği söylenemez.  Çünkü kimi inançların pratik yaşamla doğrudan bağları yoktur. Sözgelimi UFO’lara inanmak pratik ve gündelik yaşamımızı çok ilgilendirmez; bu yüzden sadece UFO’lara ilişkin bilişsel bir tutum olarak kalırlar.

7) Metafizik inançlar, sözgelimi Tanrı vardır ya da Tanrı var değildir, ikinci bir yaşam vardır ya da var değildir; reenkarnasyon vardır ya da var değildir gibi inançlar gündelik, pratik inançlardan doğası ve yapısı itibarıyla ayrılırlar. Gündelik, pratik inançların çoğu gündelik yaşamda bir biçimde sınanabilirler; ama metafizik inançlarda bu türden bir sınama yoktur. Sözgelimi, günaydın dediğimiz birisi biz, geri dönerek günaydın derse bizi anladığını anlamış oluruz. Oysa tanrı vardır ya da var değildir, böyle değildir. Kimileri, Tanrı’nın varlığı ya da yokluğu hakkında mistik bireysel deneyimler yaşadığını ileri sürebilir, ama bunlar daima bireysel olarak kalırlar.

8) İnancın hem gündelik hem de metafizik bağlamının oluşu, yer yer farklı inançların birbirine karışmasına neden olur. Hiç kimse beni anlamıyor diye inanarak yaşamak oldukça zordur; çünkü insanın iletişime gereksinimi vardır. Oysa Tanrı’ya inanmadan yaşamak hiç de bu türden bir sorun oluşturmaz. Gündelik ve metafizik inançların birbirine karışmasını engellemek için aslında, iman ile inanç arasında bir ayrıma gitmek, metafizik inançlara iman demek daha doğru gözükmektedir. Bu kavram kamaşasını bir parça engelleyebilir.

9) “Bilmek” ile “inanmak” da birbirinden farklı iki zihinsel tutumdur.  İnsan her bildiğinin doğruluğuna inanır ama her doğruluğuna inandığı şeyi bilemeyebilir. Bu mantıksal bir durumdur, X’in doğru olduğunu biliyorum ama buna inanmıyorum denilemez; oysa X’in doğruluğuna inanıyorum, ama durumun öyle olup olmadığını kesin olarak bilmiyorum denilebilir. Kanımca, Tanrının varlığına inanmak ya da inanmamak, bu ikinci türdendir.

 “İnanma” ve “inanmama” üzerine yaptığımız bu felsefi belirlenimlerden yola çıkarak, metafizik inançlarımızın sınanabilir türden olmadıklarını, birtakım gerekçelere dayansalar da bu gerekçelerin büyük ölçüde öznel-bireysel olduğunu, bu nedenle onların temelinde psişik yaşantıların yer aldığını söylemek gerekmektedir. Bu haliyle onlar birer kabul ve iman olmak durumundadır. Şimdi, Tanrı’nın varlığına inanıyorum ya da Tanrı’ya iman ediyorum ile bunun değilinin durumu nedir?  Kanımca, bir Tanrı inancına sahip deist, teist, panteist ve panenteist “Tanrı vardır” önermesine inanırken, ateist, “Tanrı var değildir” önermesine inanır.  Her iki kesim de aslında bir önermeye inanır. Bu iki tutma katılmayıp, agnostik olan, yani ne vardır ne de var değildir diyerek yargıyı askıya alan bir gruptan daha söz edilebilir.

Mutlak ateizm imkansız mıdır? Kimi kesime göre bu imkansızdır. Bunlara göre insan inançsız yaşayamaz. Evet, insanın inançsız yaşamını sürdürmesi neredeyse imkansızdır; ama insan yaşamını imkansız kılan inançsızlık pratik yaşama dönük olan inançsızlıktır. Yoksa insan Tanrı’nın yokluğuna inanarak yaşamını hiçbir sıkıntı çekmeden sürdürebilir ve sürdürenler de vardır. Ama burada, bir noktanın altını çizmek gerekmektedir: Tanrı’nın olmadığına inanmak da bir inançtır. İki tür ateizmle karşılaşılır: İlki negatif ateizmdir; bu ateizm türünde, Tanrı’ya inananların ileri sürdükleri savların eleştirisi merkezi bir yer tutar. Bu tür insanlar aslında dindarların ve Tanrı’ya inananların Tanrı’ya yönelik ileri sürdükleri şeyleri kabul etmezler. Tanrı’ya inanan, iyi kötü her şeyi Tanrı’ya iliştiriyorsa, tüm savaşlar ve kötülüklerin altında Tanrı’yı görüyorsa, birisinin ben böylesi bir Tanrı’ya inanmıyorum deme hakkı vardır. Yine birisi Tanrı konuşur, ister, bilir, irade eder, intikam alır, tuzak kurar vb. diyorsa, birisi Tanrı insana benzetiliyor, oysa o bunlardan yücedir diyerek bu söylemleri reddedebilir. Tüm kutsal kitaplardaki Tanrı’ya ilişkin söylemleri de Tanrı’ya yakıştıramayabilir. Hatta çelişik bulabilir. Bu tür negatif ateizmde, Tanrı’nın mutlak inkârı yoktur; sadece ona yönelik yapılmış tanımlamaların inkârı söz konusudur. Ancak ikinci bir tür ateizm daha vardır. Bu ateizm türü pozitif ateizmdir. Bu tür ateistler, Tanrı’ya inananların ona ilişkin tanımlamalarını reddetmekle kalmazlar, aynı zamanda Tanrı’nın olmadığını da kanıtlamaya çalışırlar. Bunu ya çeşitli felsefi ilkelerden yol a çıkarak yaparlar ya da bilimsel verilerden yola çıkarak düşüncelerini gerekçelendirmeye çalışırlar. Kanımca bu türden pozitif ateizmin son dönemlerdeki en şöhretli savunucusu Tanrı Yanılgısı kitabının da yazarı olan R. Dawkins’tir.

Negatif ateistlerin yanında pozitif ateistlerin de bulunması, mutlak ateizmin olmadığı savını en azından söylem itibarıyla kuşkulu hale getirir. İnançlar içsel olduğu için kişilerin beyanları söz konusudur; kişi ben Tanrı’ya inanmıyorum diyorsa, ona sen Tanrı’ya inanıyorsun, inançsız yaşanmaz demek bir safsatadan öteye gitmez. Bu yüzden İslam teoloji (kelam) geleneği de, imanı kalp ile tasdik, dil ile ikrar olarak tanımlamıştır. Mutlak ateizmin olmadığını ileri sürenler aslında bir strateji ile inanan-inanmayan ayrımını inanan lehine tersine çevirmeye çalışmakta, ateistleri görmezden gelmektedirler. Siz de dilinizle inkâr etseniz dahi Tanrı’ya içten içe inanıyorsunuz diyerek bir söylem inşa etmekte; inşa ettikleri bu söylemle baskı oluşturmaya çalışmaktadırlar. Bu aslında laik ve demokratik kültürün aksine işleyen bir yapı üretmek anlamına gelmektedir. Mutlak ateizm yoktur söyleminin psikolojik temeline bakıldığında daha da ilginç bir durum ortaya çıkmaktadır: Bu durum, inananın korku, yetersizlik, bilgisizlik, koşullanma vb. psikolojik ve toplumsal nedenlerden dolayı inandığı bir güce, diğerinin meydan okuyuşunu kabullenememedir. Böylelikle inanan diğerine, diğerinin rızası olmaksızın, kendi inancını giydirmeye çalışmaktadır.

Felsefi olarak bir noktanın daha altını çizmek gerekir. Her Tanrı’ya inanan mutlaka bir dine inanıyor değildir. Örneğin deist ve panteist genelde kurulu dinlerin dışına çıkar. Kuşkusuz tersi büyük ölçüde doğrudur; çünkü bir Tanrı’ya inanmayan dindar yoktur. Bu nedenle, laik-demokratik toplumlarda, Anayasalarda “Din ve Vicdan Hürriyeti” kavramsallaştırması tüm gerçeği yansıtmamaktadır. Zira tıpkı mutlak ateizmin olmadığı söylemi gibi, mutlak dinsizlik yoktur söylemi inşa etmeye yönelmektedir. Bu söylemle aslında bir tür dinsel dayatma yapmaktadır. Anayasalarda bu sorun ya “inanma ve inanmama özgürlüğü” ya da salt “inanma” özgürlüğü biçiminde tanımlanarak aşılabilir. İnanma sözcüğü geniş bir sözcüktür her türden dinsel, felsefi inançları hatta Tanrı’ya inanmama olarak tanımlanan ateizmi bile, o da bir tür inanç olduğu için, kapsayabilir. Tabi böylesi bir anayasada, zorunlu din dersleri ifadesi gibi bir garabet hiçbir biçimde yer alamaz. Eğer inanç eğitimi verilecekse, teistik ve ateistik yaklaşımlar ve her türden dinsel tasarımlar eşit ve nesnel bir biçimde aktarılabilir.

Türkiye laik ve demokratik bir ülke olma yolunda devam edecekse, birilerinin söylemini diğerlerine giydirmekten vaz geçmek, yurttaşların her türden inanma özgürlüğünü, genel bir kavramsal çerçevede yeniden tanımlamak zorundadır. Bu tanımlamada ne teisti, ne panteisti, ne ateisti,  ne panenteisti ne de agnostiği dışlama hakkımız olabilir. Tüm inançlar bireyseldir; hiç kimsenin inancını diğerlerinkinden üstün göremeye, bireysel olarak üstün görse de üstün göstermeye ve anayasal olarak ve hatta eğitim kanalıyla dayatmaya hakkı olmamalıdır. Çok sesli, demokratik ve laik bir Türkiye ancak böyle inşa edilebilir. Bunun tersi tutum, üretilen başat söylemlerin diğerlerini, bu diğerleri azınlık dahi olsa, yok saymaya neden olmaktadır. Öte yandan kendimizi çoğunluk içerisinde görüp bu durma kayıtsız da kalmamalıyız; çünkü bir gün biz de azınlığa düşebilir, azınlık içinde kalabiliriz. Bu nedenle empatiyi elden bırakmamalıyız. İnançlar bireyseldir; ne denli nesnelleştirilmeye çalışılırsa çalışılsın, onların bireyselliklerini yok etmek olanaksızıdır. Sonra inancı nesnelleştirici tutum, birilerinin inancını diğerlerini zorla dayatmaya neden olmaktadır. Oysa bu insan haklarına aykırı bir durumdur.

Son olarak şunu da belirtmek gerekmektedir: Varlık/teizm ve yokluk/ateizm iddiası daima iki değerli mantığa dayanmaktadır. İki değerli Aristoteles mantığını, ontolojik anlamda kullanmaya o denli koşullanmışız ki, var/evet, yok/hayır ikilemindeyiz. Oysa bu ikilemi aşan köklü ontolojik sorunlar var. İşte bir kaç örnek; UFO'lar, Kaf Dağı, Agulamunko -evrenin bir köşesinde gizemli dağda yaşayan ve kadına şiddet uygulayan erkekleri iktidarsız kılan, geceleri çıkan eli usturalı korkunç bir hayalet-, Alohim, vb.. Bunlara kesin olarak, epistemik bir temelde var ya da yok denilebilir mi? Bir şeyin varlığına ya da yokluğuna kesin bir biçimde işaret edemiyorsanız durum ne olacak? Mantıksal çelişki taşısa, yoktur dersiniz, bu kolay; söz gelimi karedaire yoktur; bir şey aynı anda hem kare hem daire olamaz; ancak, mantıksal çelişki taşımayan, ussal açıdan mümkün olan şeylere yok demek için tek yol kalıyor, deneysel olarak olmadığını göstermek. Yani yok olduğuna işaret etmek. Bu mümkün mü? Felsefi olarak mutlak yokluğa işaret edilemez. Bu deneysel olarak imkansız. Aslında sadece orada, şurada, burada var olan gösterilebilir; onlara işaret edilebilir; yoka, yokluğa nasıl işaret edecek, onu nasıl göstereceğiz; orada ya da şura da yok dedik, olmadığına işaret etmeyi denedik, ama aradığınız şey evrenin her yanında olabilirse, olma olasılığından söz ediliyorsa, onun yokluğuna kim, nasıl işaret edecek. Agulamunko'nun olmadığını bana kim gösterecek? Hayalete sözde inanmayan, ama mezarlıktan geçerken hayaletlerden korkan insanları, korkuya iten, onun yokluğuna işaret edilememesidir. O hep olanaklı halde varlığını sürdürüyor. Yani aklen imkan dahilindedir. Bu açıdan ontolojik anlamda, insan, daima, 'var, yok ve olabilir' arasında sıkışır ve olabilirler yaşamımızı çoğu kez çekilmez kılarlar. Teistlerin dediği gibi Tanrı'nın varlığına, ya da ateistlerin sandığı gibi onun yokluğuna açıkça işaret edebilseydik, gösterebilseydik, sorun çözülürdü. (Böylelikle bir teistle ateistin kafasının aynı işlediğine işaret etmiş oluyorum; biri varlığını diğeri yokluğunu kanıtladığını düşünüyor). Ama Hume'un dediği gibi sondamız yetmiyor. Aslında bu çözümlemem, insanların neden inandığına da bir yanıt veriyor diye düşünüyorum.  Annem derdi ki, bir deli bir kuyuya bir taş atar kırk akıllı çıkarmaz; birisi bir şeye var der, mantıksal açıdan imkansız değil, olasıysa, tüm akıllılar bir araya gelse onun yokluğunu gösteremezler. Tabi varlığını da göstermezler. Ancak, birileri var diye inanmaya başlayıp, onu yayarsa ve o yaydığı şey bilinmezden beslenen, umut içeren ve korkutucu bir şey ise, onu deneyimleyenler bile çıkabilir; arkasında mistik bir edebiyat bile oluşabilir. Ha bu arada benim uydurduğum, Agulamunko, eğer inanalar çıkarsa onların zihninde varolmaya başlayabilir. Ancak birlerinin onun varlığına inanması, onu gerçekten var kılar mı?

İşte varlığı da yokluğu da gösterilemeyen şeylere inanmak, sadece bireysel bir tercih işidir.  Bu nedenle gelişmiş toplumlar, inanma (ya da inanmama) özgürlüğünü anayasal teminat altına alırlar. Bu teminat, sadece bir şeye inananları değil, o şeye inanmayanları da kapsar. Kanımca, teorik olarak, teizm ne kadar mümkünse, ateizm de o kadar mümkündür.  Teistlerin ateistlerden daha fazla olmaları, teizmin ateizmden daha makul olduğu için değil, onu destekleyen sosyal-siyasal yapının, egemenliğindendir. Pratik açıdan da, teizm ateizmden ya da ateizm, teizmden daha üstün değildir; çünkü ne teizm, ne de ateizm, kendi başına erdemlilik sağlar. Erdemliliğin temeli insanın kendisidir. Bu yüzden eğitim sistemleri dinsel bağlamlı inanma ve inanmama konusuna karışmamalıdır.