Hasan Aydın [1]

Aydınlanma, Kant’ın meşhur söylemiyle, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Ergin olmama durumu, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanmayışıdır. Kant’a göre, bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedeni insan aklının kendinde değil, aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanma kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aranmalıdır. Bu açıdan, Aydınlanmanın parolaları şunlardır: 

‘Aklını kullanma cesareti göster.’  

‘Bilme ve tanıma yürekliliği göster.’  

Bu parolaya rağmen, insan kendi aklını kullanma cesaretini neden gösterememektedir? 

Kant’a bakılırsa, doğa insanları yabancı bir yönlendirmeye bağlı kalmaktan çoktan kurtarmış olmasına karşın, tembellik ve korkaklık nedeniyle, insanların çoğu bütün yaşamları boyunca, kendi rızalarıyla erginleşmemiş olarak kalır. Aynı nedenle, bu insanların başına gözetici ya da yönetici olarak gelmek, başkaları için de çok kolay olmaktadır. Bu, genel olarak yönetsel erklerin aydınlanmayı desteklememeleri anlamına alınabilir. Öte yandan, ergin olmama durumu insan açısından da çok rahattır. Kant’ın deyişiyle, benim yerine düşünen bir kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizim ile ilgilenerek sağlığım için karar veren bir doktorum oldu mu, zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz. Para harcayabildiğim sürece düşünüp düşünmemem pek de önemli değildir; bu sıkıcı ve yorucu işten başkaları beni kurtarır. Kaldı ki ergin olmak, tehlikeye atılmak, kararlar vermek, kişi olmak, yaşamın ve kararların sorumluluklarını üstüne almaktır.  

Şu halde, her insan için nerdeyse ikinci bir doğa yerine geçen ve temel bir yapı oluşturan bu ergin olmayıştan kurtulmak çok güçtür. Kant’ın değişiyle, Aydınlanma için özgürlük gerekir; fakat bu özgürlük, egemen gruplarca, çıkar odaklarınca, özgürlüklerin en zararlısı olan, ‘aklı her yönüyle ve her bakımdan çekinmeden, kitlenin önünde apaçık olarak kullanma özgürlüğüdür.’ Ancak bu aklını kullanma özgürlüğünün tüm özgürlüklerden daha fazla sınırlandığını görürüz. İktidar odaklarınca en tehlikeli bulunan özgürlüğün bu türüdür. Bu açıdan subay, düşünme eğitimini yap; maliyeci, düşünme vergini öde; din adamı, düşünme inan; siyasetçi de sorgulama bana güven, bana itaat et demektedir. 

Bir diğer deyişle çıkarı olan herkes, dur, düşünme, koşulsuz itaat et diye seslenmektedir. 

Kant’ın söyleminde dile gelen, birey olma, aklını kamu önünde özgürce kullanma, yaşamın sorumluluğunu üstlenme, sosyal baskılardan, dışsal otoritelerden, içimize yerleşmiş korku ve umut kökenli önyargılar ve dogmatik düşüncelerden kurtulmakla olasıdır ve bu cesaret ve çalışkanlık erdemlerini gerektirir. Aristotelesci söylemle, düşünce ve karakter erdemlerine sahip olmayı zorunlu kılar.  Bu haliyle cesur ve çalışkan insan için, Aydınlanmanın olmuş bitmiş bir duruma işaret etmez; o süreklidir ve içsel dışsal otoritelerle mücadeleyi, devamlı savaşımı ve uyanık olmayı gerektirir.   

Kant’ta en klasik ifadesini bulan bu sürekli aydınlanma düşüncesi, feodal yapının yıkılışıyla ortaya çıkan sanayileşmenin getirdiği yeni üretim biçimine bağlı olarak, yüzünü nesnel dünyaya ve ileriye döndürmüş üretken bir insan, siyasal, toplumsal, ekonomik, kültürel, vb. anlayışın oluşumuna işaret eder. İnsan efendi-kul ilişkisini aşarak bu yeni yapıyla insanlaşır. Bu yeni anlayışın üst yapı kurumları açısından en önemli olanları, özneleşme/bireyleşme, kişi olma, laikleşme, nesnel temelde bilgi ve değer üretmedir. Burada dile gelen unsurlara ek olarak, eleştirellik, bilgi ve değer açısından birikimli ilerleme, nesnel temelde üretilen bilgi ve değerin evrenselliği, üretime yönelme gibi unsurları da anımsatmak gerekmektedir.  
Kanımca, tüm bu unsurların, mihenk taşı, nesneler dünyasını ilgilendiren bilgi ve o dünya ile bir şekilde ilişkili olan değerleri algılama ve yeniden üretmede, bireylerin tüm dogmatik düşüncelerden arındırılmasıdır. Tabi bu tembellik ve korkaklıkla olmaz; cesaret, azim ve kararlılık gerektirir.  Bir diğer deyişle, ortaçağların egemen bakış açısı olan, bilgi ve değerleri, nesneler dünyası yerine kutsal metinlerde, göksel kaynaklarda ya da o metnin yorumcusu sayılan kimselerde arama tutumundan vazgeçmek, özneleşmek, yüzünü nesneler dünyasına döndürmek ve insanın kendisine yabancılaşmasını sonlandırmak, insanı kendisine ve doğaya yabancılaştıran inanç, kanı ve uygulamalarla mücadele etmek sürekli aydınlanmanın temelidir. Bu anlamda aydınlanma olmuş bitmiş bir şey değildir; aydınlanma süreci, devamlıdır. İnsani düzlemde mutlak hakikat diye bir şey olmadığına göre, arayış devam edecek, aydınlanma sürecektir. Platon’un mağara alegorisiyle söylersek, aydınlığa (güneşe) kavuşmak için insan, daima kabuğunu kırmaya, zincirlerinden kurtulmaya ve mağarasından çıkmaya çalışacaktır. Bilgi ve değere ilişkin mutlak hakikat iddiası, insanı kendi ya da diğerlerinin mağarasına hapsetmeye çalışmaktan öte bir anlam ifade etmemektedir. İşte bu yüzden sürekli aydınlanmayı ilkeleştirmek, eleştirel bakmak, zincirleri kırmaya çalışmak zorunludur.  

Bu türden bir anlayış, ülkemiz açısından bakıldığında, hümanist temelli Cumhuriyet/Atatürk Aydınlanmasıyla birlikte gündeme gelmiştir. Her ne kadar, daha II. Mahmut döneminden itibaren kimi yenileşme hareketleriyle karşılaşılsa ve bu yenilik hareketleri Tanzimat, I. ve II. Meşrutiyet’le birlikte belli bir evrim geçirse de, bu dönemlerde yapılan yenilikler, ikili bir temelde yapılanmıştır. Yani bir yanda geleneksel, dinsel temelli kurumlar dururken, onların karşısına nispeten laik temelde yapılanan kurumlar oluşturulmuştur. Tabi yapılan yeniliklerin taşıyıcısı olacak kurumlar bütünüyle teşekkül ettirilememiştir; çünkü feodal toplumsal yapı ve saltanat tümüyle aşılamamıştır. Cumhuriyetle gelen Aydınlanma, bu açıdan kararlıdır, kurumlar bütünüyle laik bir temele oturtulmaya ve kurumların taşıyıcısı olan yeni bir ekonomik-toplumsal yapı inşa edilmeye çalışılmıştır.  

Cumhuriyetle/Atatürk’le gelen hümanist aydınlanma ne yapmıştır?  

Kant’ın özleminde dile gelen söyleme paralel bir biçimde, geçmişin (Osmanlı’nın) kul anlayışından bireye, din odaklılıktan laik odaklılığa, ümmetten ulusa, dini hukuktan ussal-laik hukuka, din egemen eğitimden laik eğitime, din temeline oturan ekonomiden ussal temele oturan bir ekonomiye, dogmatizmden eleştirelliğe vb. geçiş yapmaya çalışmıştır. Bu kurumların ve değerlerin taşıyıcısının sanayiye bağlı bir ekonomik yapı ve yeni bir insan tipi olduğunu bilindiği için, bunun temelleri atılmaya çalışılmıştır. Bir anlamda, toplumun zenginleşmesi için kapitalist bir yapı inşa edilmek istenmiş; kişiler feodal bağlardan kurtulup kendi başına ayakta duran bireyler haline getirilmeye çalışılmıştır. Bu dönemde, köklü karşı çıkışlar olsa da, uygulamalarda büyük ölçüde kararlı durulmuş; bilgelik ve cesaret erdeminin gerekleri yapılmıştır. İnsanı feodal yapının kulu ve kölesi olmaktan kurtarmak; aklını işletmesini sağlamak, daha hümanist bir yapıya adım atmak için, halkın talep etmediği değerler, kurumlar inşa edilmeye çalışılmıştır. İnsanın insanlaşmasının, toplumun yenilenmesine, çıkarlarına ters düştüğü ve iktidarlarını yok ettiği için karşı olanlarla mücadele edilmiştir. İnsanlaşmak, kolayca gerçekleşen bir şey değildir; emek ve çaba gerektirmektedir. Bu tutumuyla, Atatürk/Cumhuriyet Aydınlanması, hümanist bir temelde, Tanzimat’tan beri süregelen idareyi maslahatçı ikircikli yapıyı saf dışı etmeye çalışmış, özgürlükleri laik bir temelde örmeyi, feodal yapıyı kırmaya, bilgi, refah ve gönenci artırmayı hedeflemiştir. Bu yönüyle Cumhuriyet aydınlanmasının sosyo-kültürel alanda, Kopernik devrimine benzer bir devrim yaratmaya çalıştığı söylenebilir.  Nitekim bilgi ve değerleri göksel kaynaklarda ve kutsal metinlerde arayan bakış açısını terk edip, dinamik ve eleştirel bir zemin olan dünyevileşmeye yönelmiştir. İnancı, bireyselleştirmeye çalışmıştır. Bunu görmek için, sanayileşme, yönetsel yapı, kadın hakları, siyaset, hukuk, bilim, eğitim vb. alanında yapılan köklü değişimleri, ekiyle kıyaslayarak anımsamak yeterlidir. 

Peki, başarılı olmuş mudur?  

Buna tümüyle evet demek olanaksızdır. Türk Aydınlanmasının karşısında bulunan, çıkarları ve erkleri sarsılan güçler, Atatürk döneminde boş durmamışlar, daha o dönemlerde emperyalist güçlerle işbirliği yaparak kazanımların altını sürekli oymaya çalışmışlardır. Bu anlamda yaşanan isyanları, yaşanan anomileri anımsamak gerekir. Bu süreç 1945’li yıllarda çok partili siyasal yaşama geçişle ve siyasal yüzümüzü ABD’ye döndürmekle aralıksız perçinlenerek sürmüştür ve bu süreç kesintisiz hala artarak devam etmektedir.  

Bu süreçte neler mi yapılmıştır?  

Bu süreçte, sürekli aydınlanmanı direği olan laik eğitim sistemi delinmiş; feodal yapıyı ve dogmatizmi desteklediği için kapatılan tarikatlar, tekke ve zaviyeler, cemaat adıyla yeniden diriltilmiş, hatta sivil toplum örgütü unvanına kavuşturulmuş; insan ürünü olan bilgi ve değerleri kutsal kitaplarla ilişkilendiren anlayışlar, insanı ürettiklerine yabancılaştıran söylemler, yeniden boy vermiştir. Yine vicdana indirgenen, tanrı ile insan arasında öznel bir bağa dönüştürülmeye çalışılan din, siyasal alanda geçer akçe olarak kullanılmaya başlanmış, insanların dinsel duyguları siyasal olanın malzemesi haline getirilmiştir. Yani din sömürüsü, öznel alan sömürüsü yoğunlaştırılmış; ticarileştirilmiş, paraya ve oya tahvil edilmeye çalışılmıştır. Hatta neo-osmanlıcılık hayalleriyle, geçmiş dönem idealize ederek geleceğe model olarak sunulmaya başlanmıştır. Sanki Osmanlıyı Cumhuriyet aydınlanması yıkmış gibi bir sanı oluşturulmuştur. Cumhuriyet aydınlanmasına yönelik, karamalar o denli yoğunlaşmıştır ki, cumhuriyetin aydınlanma ve uygarlık projesi, toplum mühendisliği olarak nitelenmeye başlanmış; devrimler yaşama geçirilirken yaşanan anomiler ve kimi olumsuzluklar, devrimlerin ve dayandığı ilkelerin geçersizliğinin kanıtı olarak sunulmaya başlanmıştır. Tarihsel koşulları hiçe sayan bakış açılarının ürünü olarak kimi Marksistler, Atatürkçü aydınlanmayı küçük milli burjuva devrimi olarak niteleyip küçümserken; liberaller, devrimleri, halk talep etmeden yapıldığını bahane ederek üsten inmeci ve anti-demokratik olarak nitelemişler, İslamcılar ise, dini bireyle Tanrı arasında bir bağ olarak gören laikliği, dini değerleri yok etmekle suçlamışlardır. Bu bağlamda, isyanların bastırılışı, harf devrimi, kılık kıyafet devrimi vb.ye meydan okumalara verilen tepkileri bayraklaştırmışlardır. Hatta devletin adını ve yurttaşlarına Türk denilmesini bile eleştirmeye yönelmişlerdir. Bunlara, Cumhuriyetin ulus devlet inşası bağlamında dil birliği, kültür birliği, ülkü ve inanç birliği oluşturmak için yaptığı kimi devrimlerin, çeşitli kesimlerce kasıtlı olarak yapılmış bir asimilasyon olarak sunulmasını da eklemek gerekmektedir. Bu savlar, son on yıllarda o denli çoğalmıştır ki, cumhuriyetin aydınlanmacı değerlerine ilişkin topyekûn savaş açıldığı gibi bir izlenimin uyamaması imkânsızdır.  

Bu savlar haklı mıdır?  

Bu savlar, büyük ölçüde anakronizm doludur; hümanist Cumhuriyet aydınlamasının değerlerini, günümüz dünyasının postmodern değerleriyle eleştirmeyi ereklemektedir. Bu eleştirilerin, eleştirilerde kullanılan postmodern değerlerin temellendirmesini içerdiği söylenmez. Sade eleştir ve yıkma odaklı olduğu izlenimini uyandırmakta, alternatif bir yeni değerler dizgesi önermemektedir. Bu tartışmalar, çoğunda haklılık payı olmamak, tarihsel gerçekleri saptırmakla birlikte, olağan karşılanabilir; ancak sorun şudur:  

Aydınlanmacı, hümanist-laik değerler oturmadan, bu değerler yerleşmeden, bu değerlere yönelik, etnik, dinsel, cinsel vb. postmodern saldırı, sorunludur. Bu saldırlar, laik ve demokratik temelde yapılanan özgürlük, barış, kardeşlik, hoşgörü vb. getirmemekte; daha çok etnik, dinsel, mezhepsel, cinsiyetçi vb. çatışmaya ve ayrışmaya neden olmaktadır. Daha da kötüsü, öznel olanın, öznel yaşamı ilgilendiren hemen her şeyin devlete ve kamusal olana taşınmasına yol açmaktadır. Devletin tarafsızlığının simgesi olabilecek laik ve hümanist değerleri gözden düşürmektedir. Birlik ve beraberlik ruhunu yok etmektedir. Türkiye, Atatürkçü hümanist aydınlanmadan uzaklaşmakla, ayrışmakta, ayrışma ve çatışmaya doğru sürüklenmektedir. İnsanları birbirine bağlayan bağlar zayıflamaktadır.  

Tüm bunlara rağmen umutsuz olmamak gerekir; çünkü yapıldıkları dönemde, alt yapısı olmayan Cumhuriyetin hümanist aydınlanmacı değerlerinin, tarihsel süreçte, şu ya da bu biçimde kimi alt yapıları oluşmuş ya da oluşturulmuş gibi gözükmektedir. Aslında içinde yaşadığımız dönemdeki toplumsal tartışma ve kırılma noktalarında çoğulcu bir sesle karşılaşmamız anılan saptamamızın bir uzantısıdır. Yani bunun cumhuriyet aydınlanmasının içkin bir sonucu olarak görmek de olasıdır. Çünkü Cumhuriyet aydınlanması, tebaadan bireye, kişiye geçişi arzulamıştır. Fakat burada sağduyu çok önemlidir; sağduyu yittiğinde, durum her an tersine dönebilir. Böylesi tartışmalar ne saltanatın olduğu Osmanlıda ne de yeni kurulan cumhuriyetin ilk dönemlerinde yapılabilirdi. Saltanat döneminde imkânsızdı; saltanat kutsanmıştı; Cumhuriyetin ilk yıllarında da yapılmazdı; Cumhuriyetin değerleri yeni inşa ediliyordu. Demokrasiyle devrim bir anda yürümemektedir. Buna rağmen bu tartışmaların temelinin, cumhuriyetin, laiklik, insan hakları, kadın hakları, demokrasi ve çağdaşlaşma gibi olgularla atıldığı açıktır. Toplum, tüm engellemelere rağmen Cumhuriyetin aydınlanmacı değerleriyle belli bir olgunluğa ulaşmıştır.    

Gittikçe olgunluğu artan Türk toplumunun nesnel temelde geçmişinin muhasebesini yapması kaçınılmazdır. Bunu engellemek toplumun sağlıklılaşmasını engellemeye çalışmak demektir. Ama bu muhasebenin anakronizme düşmeden, tarihi tarihsel zeminine oturtarak ve tarihsel koşul ve belgelere bağlı kalınarak yapılması gerekmektedir. Hatta bu muhasebeye yönelenlerin bakışını olumlu ve olumsuz olana diyalektik bakarak şekillendirmek gerekmektedir. Bu anlamda her dönemi, o dönemin ufku içinde değerlendirmek kaçınılmazdır. Bu tarihsel bakışın nesnel dayanağıdır. Bugünün değerlerinden yola çıkıp geçmişi eleştirmek, yargılamak ve buradan bir öteki çıkarmak anlamsızdır. Ancak sağduyulu, belgeye dayalı, anakronizm içermeyen, eleştirel bir bakışla, geleceğe daha umutla bakabilir; birleşerek, özgürlük, laiklik ve demokrasi temelinde sürekli aydınlanmayı toplum olarak ilkeleştirebiliriz.

Toplumun, emekle kazanılmış aydınlanmacı değerlere sahip çıkması, Cumhuriyetin laik ve hümanist değerlerinde uzlaşması ve bu özden yola çıkarak daha fazlasını talep etmesi gerekmektedir. Eğer salt eleştiri ile yetinilir, geleceğe ilişkin yeni umutlar yaratılamazsa, toplumun kendisine moral yaratması olanaksızdır. Tarih elbette önemlidir; ancak ‘tarihi olan’ insanın ve toplumun geleceğini çalmamalıdır. Türkiye’de tarihin, anakronizmle, Türk toplumunun düşünsel açıdan parçalanması, kin ve düşmanlık için kullanılması yaygınlaşmaktadır ve bu kötü sonuçlar doğurabilecek bir tutumdur. Medyada tarihle ilgili yapılan tartışmaların çoğu nesnel içerikten yoksundur ve anakronizm içermektedir.


[1] Doç. Dr., OMU, Felsefe Bölümü.

You have no rights to post comments