Yorga biniş

Birisi Dirilişçilere yazsın, Ertuğrul atını dört nala sürmezdi. Dört nala at sürmek acemi binicilerin işidir. Kıtalararası yolculuklar dört nala ya da tırıs-zunkul koşan atla yapılmaz. Binicisini çok yorar. O yüzden at eğitilir ve yorga (rahvan) koşmak öğretilirdi. Yorga sürüş biniciyi yormaz. Yorga, dünyada "Türk binişi" olarak da bilinir. Diriliş senaristine deyin ki "Ertuğrul dede atını Yorga sürermiş".

Ben mi, iyi bir biniciyim, atımız vardı, toyda düğünde yarışırdık. Yıllardır ata binmemiş olsam da şimdi bile at-layınca sürerim.

 

Kavramların anlam ağı

Kelimelerin tarih içinde bir serüveni vardır. Zaman içinde evrilip çevrilirler. Nerdeyse her çağda-dönemde farklı anlamlara bürünürler. Tarihsel kültürel kavramlar da değişiyor elbette. Ancak burada dikkat kesilmemiz gereken bir durum ortaya çıkıyor. Yapılabilecek bilinçli veya bilinçsiz yönlendirmeler dildeki anlam ağlarını parçalayıp o dili konuşanları perişan edebilir.

Yüzlerce yıl bizim müfredatımız masallara dayalıydı. Her türlü değeri, felsefeyi, ahlakı, görgüyü, tarih ve idealleri masallar içine gömüp onunla çocuk yetiştiriyorduk. Hayli iyi masallarımız olduğunu tarihteki maceradan biliyoruz.

Masallarda anlatılan bir "dev" vardı. Dev, olumsuz bir tip idi. Zalim, hain, acımasız, emperyalizm gibi bir heyulayı anlatmak için dev kavramını kullanırdık. Dev düşmandır. Oysa günümüz medyasında "dev" sevimli-olumlu anlamlara büründü. "12 dev adam" örneğinde olduğu gibi. Büyük, kocaman, iri, sevimli anlamına gelmeye başladı. Masal okuyan ve medyayı izleyen birisinin çıkarımı ne olur?

 

Millî Eğitim

Türk kültüründe selamlaşmada (tokalaşmada) önce küçükler el uzatır. Toplum/aile çocuğuna böyle öğretmiştir. Okulda ve resmi protokolde ise tersi! Büyük el uzatırsa küçük de öyle! Bu bilimsel değil, kültürel bir durumdur. Aslolan okulda öğretilenin ailede öğretilene uymasıdır. Ailede öğretilene (etnopedagojiye) dayanmayan eğitimin milliliği kuşku gerektirir. Bu sadece küçük bir örnektir.

 

Ortadoğu etnopedagojisi

Televizyon, gazeteler ve internet bir yana, cami vaazlarında veya dinsel yayın yapan televizyon ve internet kanallarında İslamî bilgi adı altında aktarılanlar Arap kültürüdür. Üstelik çok eskilerde kalmış olan görgülerdir. Bir ayetin açıklaması ya da bir etik kuralın örneklendirilmesi bile Arap toplumundan örnek verilerek yapılır. Türk tarihinde iyi, doğru, erdemli davranış örnekleri yok mudur? Türk tarihi ve kahramanları bir yana, camii cemaatinden, o mahalleden örnekler verilemez mi? Neden Arap Orta çağı tekrar tekrar üretiliyor? Aslolan İslama bağlı olmak mıdır yoksa Orta çağdaki Arapların onu yorumlayışına bağlı kalmak mı?

 

Atatürk portresi

Devlet dairelerinde makam görevlisinin arkasında bulunan Atatürk portresinin verdiği mesaj şudur: Burada işler Atatürk'ün bakış açısına göre yapılır! Sizi o koltuğa oturtan devlet böyle olmasını istiyor! O koltukta oturan da bunu kabul etmiştir. Bundaki samimiyeti ayrı konudur. Ama anlam budur.

Bazı kamu görevlilerinin fon fotoğrafındaki Atatürk'le göz göze gelmemek gibi bir kaygısı mı var? Atatürk başka yere bakıyor, başka işle meşgul! Atatürk'ten neyi saklıyorsunuz bakiim cool

 

Karakucak Güreş

Temmuz-Ağustos aylarında geleneksel güreşler yapılır. Ekinlerin olgunlaşmasını beklerken spor ve festival ile hayat demlenir.

Dedem gençken karakucak güreş pehlivanı imiş. Hatırladığımda yaşlıydı ve ben çocuktum. Televizyondan güreşleri seyrederdik. Seyrederken o mülayım dedem gider yerine heyecanlı, öfkeli ve küfürcü bir dede gelirdi. Televizyonu bırakır onu seyrederdim. Hakemlere çok kızardı. Her düdük çalınca dedem okkalı bir küfür sallardı. "Pehlivan ötekini kol-but etmiş, gelip elinden alıyor, kurtarıyor" diye sinirleniyordu. Erlik ruhuna aykırı buluyordu. Hakemlerin varlığına karşıydı. "Er meydanında hakemin ne işi var ola!.. Araya birini koyacak adamdan er mi olurmuş, çıkmasaydı meydana" derdi.

Ona göre güreşte tek kural vardı: Pehlivan ötekinin sırtını yere yapıştıracak... Yenmek ise er olanın belli olmasıydı; ya birisi ötekinin sırtını yere getirecek ya da diğeri "pes edecek". Savurmayı, takla attırmayı yenmek saymıyordu. "Omuzları yere yapışacak!", diyordu. "Güleşi de bozdular" demişti. "Güleş" diyordu. Sevgiyle anıyorum.

 

Paylaşma biçimi olarak demokrasi

Demokrasiyi şöyle anlıyorum: Ülke kaynaklarının ve milletçe ürettiğimiz gelirin adil olarak paylaşılmasında tüm toplum kesimlerinin bu paylaşımı yönetmede söz sahibi olması. "Halkın kendi kendini yönetmesi" böyle olur.

Yönetimi bir menfaat grubunun ele geçirip "rabbena-hep bana" dediği düzen çalkantı üretir... Buradan huzur, barış, mutluluk çıkmaz. Bazıları, mahallelerini ayırıp, site içi evlerini kale gibi yapıyor, her tarafa bekçi dikiyorlar yine de ödleri patlıyor. Adaletin olmadığı yerde barış olmaz.

Gelirin adilce paylaşılması nasıl olur? 80 milyon kişinin bir masaya oturması mümkün değil. Öyleyse kesimlere ayrılacağız. Şunlar gibi mi? İşçiler-patronlar, köylüler-şehirliler, Aleviler-Sünniler, Oğuzlar-Kırmançlar-Gürcüler-Zazalar.., Erkekler-dişiler-eşcinseller, dağlılar-ovalılar, bıyıklılar-bıyıksızlar, karadenizliler-akdenizliler, tarlada çalışanlar-fabrikada çalışanlar-masabaşında çalışanlar, zenginler-yoksullar, silahla dolaşanlar-çiçek böcekle uğraşanlar, bilim-sanat üretenler-hiçbirşey üretmeden tüketenler, cuma gününü bayram olarak kutlayanlar-kutlamayanlar, kendi menfaatlerini düşünenler-toplumun menfaatini düşünenler?
Hangisi?...

Uygar toplumlar bunun rasyonal çözümünü bulmuşlar ve bazı konularda kesimleşmenin çamurlaşmaya yol açtığını görüp orayı yasaklamışlar. Örneğin kavimlere, dinlere ve mezheplere göre kesimleşip masaya Oğuz-Kırmanç-Gürcü... veya Müslim-Müslim olmayan ve Sünni-Şii olarak oturunca bu huzur kaçırdığı gibi iyi bir gelir paylaşımı sağlama ölçütü de olmuyor. Zengin olan yani gelirden daha çok pay alan Oğuz da var, hiç pay alamayan Oğuz da. Aynı şey Batum'dan ya da Erbil'den gelenler için de geçerli. Diğerleri de kendince sıkıntılı kesimleşmeler ama yine de Zengin - Yoksul (Sermaye-Emek) (Sağcı: sermaye taraftarı) - (Solcu: emek taraftarı) üzerinden ayrışıp paylaşım çekişmesini bunun üzerinden kurmuşlar. Yine bunlar kavim, din ve mezhep üzerinden çekişmeyi yasaklamışlar.

Bu yüzden medeni toplumlarda demokrasi sağ-sol üzerine kuruludur. Biri gelir, öbürü gider. Nöbetleşe. Bizde 1950'den beri hükümet değişmedi. İkide bir çamura saplanıyor, darbelerle yola koyuyorlar!

Dahası bizde Kürt partisi var! Din partileri de var. Demokrasilerde kavim parti ve derneklerine izin verilmez. Sadece kültürü yaşatma dernekleri olabilir. Öte yandan rejim 1950'den beri sola kapalı, 1980'den beri ise solculuk resmen yasaktır. Son Anayasa değişikliği ile millet hukuk devleti istemediğini de oyladı!

Nasıl paylaşacağız, üleşeceğiz, helalleşeceğiz? Cevabı zor değil: Ülkelerde huzuru sağlayan adalettir.

 

İlimdar ile konuşmak

-Merhaba İlimdar

+Merhaba hocam

-Haberleri hangi televizyondan seyrediyorsun?

+Biz evde hep ak televizyonu seyredirik.

-Neden?

+Öbürlerinde Teyip için kötü söz de söyliyiler, kafam karışıyi.

-Karışsın. Aklını kullan doğru olana bul. Belki onlar haklıdır?

-Ben de ondan korkiyim zati. Ya haklıysalar, hak yemekten korkarım… Ama Teyip eydir ey. He mi?

- Bilmem, sana soruyorlar.

İlimdar seçimde oyunu “hayırlı olsun” diyerek kullandı. İlimdar serbest ama özgür değil! İlimdar'ın kendisi ve ülkesi için uygun olanı seçme ihtimali çok zayıftır. Bu demokrasi filan değil. Demokrasi için koşulların uygun olması gerekir.

 

Sürü

"İnsanlar sosyal varlıklardır" dediğimizde kibarca "sürüler halinde yaşayangillerden" olduğumuzu söylüyoruz. Başkalarını davar-koyun olarak nitelerken, kendimizin başka bir sürüde olabileceğini düşünmek istemiyoruz. Olsa olsa “sizin sürüden değilim” demiş oluyoruz. Çok az asosyal veya bilge insan bunun dışına çıkabilir. Onlar da asosyaldir, der geçeriz.

 

Hukuk Devletine ne gerek var?

Hukuk "hak" kelimesinin çoğuludur. Hukuk devletinin ne olduğunu buradan anlayabiliriz. Hukuk devletinde insanlar çalışır çabalar ve elde ettiği "hakkını" kendisi alır. Kimseye minnet etmez. Elde etmenin yolu çalışıp hak etmektir. Barbarların sandığı gibi gayrimeşruluğun yasalara uydurulduğu, yine de uyumuyorsa yasaları işe uydurup hak edilmeyeni çalıp çırparak ele geçirme rejimi değildir.

Hukuk devletinde herkes hak etmek için çalışır. Hak etmediyse razı olur, hak edene saygı duyar. Fito rejimlerinde ise ya çalar, gasp edersiniz ve yakalanınca dilidualı olur, üzerinize gelirlerse de "din elden gidiyor, bacım, ecdadım..." yaygarası yaparsınız.
Hak ettiğinizi bile elinize almak için hükümet partisinden araya adam koymak zorunda kalırsınız, elbette bulabilirseniz!

Demokrasiyi "Ülkece çalışacağız ama ürünü bizimkiler alacak çünkü biz çoğuz" diye anlıyorsanız bu sadece vicdansızlık değildir!

Partiden ya da cemaatten adam bulmadan "hak ettiğinizi bile" alamıyorsanız orada hak-hukuk saygısı kalmamıştır. Bu, “adalet yok" demektir. Fukaralık değil ama adaletin yokluğu isyan çıkarır. Tarihten çıkardığımız en önemli derstir: Adalet yoksa barış da yoktur!
Hukuk devletini sadece devleti ele geçiren barbarlar çiğnemez. Mafya, herhangi bir kabadayı ya da terör örgütleri de çiğner. Bizi bunlardan korumak da hukuk devletinin görevidir.

Hukuk devleti olmak köylülükten kentliliğe geçiştir. Arabi söyleyeyim: Bedevilikten medeniliğe geçiştir.

Bu hususta öteden beri sıkıntılarımız vardı. Ancak bazen dibe düşüyoruz. Hukuk devletini yeniden kurmak zorundayız.

 

Aka-dem

“Akademisyen, bilgin olmalıdır”, diyorum. “Araştırma teknikeri olması yeter”, diyor. Susuyorum.

 

Teokrat

Akla karşı oldukları için düşünmez, bilimsel bilgi kullanmaz, felsefi eleştiri yapmazlar. Arap kıssalarından hikmet çıkarmayı marifet sanırlar. Böyle olunca başta ahlak, adalet hatta din olmak üzere olmak üzere birçok konuda akıldan piyade olurlar. Bedevi (köylü) Arap kıssalarından çıkarsadıkları ahlaktan ellerinde kalan sonuç ise abdest bozan şeylerden uzak durmaktır. Halbuki bu ahlak değil, aslında görgü gibi bir şeydir. Mesela seçimlerde bütün adayların eşit koşullarda yarışması teokratlara göre ahlakla ilgili değildir. Aslında bir ahlaksızlık türü olan Şark kurnazlığı teokratların ahlak filtrelerine takılmaz. Millet kavramları olmadığı için kendilerinden olmayanı düşmanları olarak görürler. Siyasi ahlak değil, düşmana karşı hile daha önce çıkar... Televizyonlarda hangi kanalı çeviriyorsanız nedense hep aynı adayı görüyorsunuz. En az oyu alabilecek olan ile aynı şartlarda yarış sürdürmek siyasi ahlakın gereğidir. Sözümüz teokratlara değil, nasılsa dinlemiyorlar.

 

Bilim kongreleri

Türkiye’de bilim patladı! Nerdeyse her gün 8-10 kongre-sempozyum daveti alıyorum. Kendisine İnklisçe bir ad bulan Konferense, Simpozyom düzenliyor. Bir tek ben kaldım… Ben kimin kızından aşşağıyım. Ben de düzenliyorum:

DUYURUYOM:

Först Enternasyonal Eğitişim E-Comforence (1. EEEC)

Kurallar:
Bir hafta içinde bildiri özlerizi gönderin. 750 Avroyu banka hesabıma yatırın. Bildirinizi para hesaba yatınca kabul edecük. Zoritanya, Tasmanya ve Topua Nevgine’den Toktur Öğr. Üğr. unvanlı ahbablar bulup uluslararası geçerlik ve güvenirlik YEK şartını karşılayacuk. Komforenceyi e-komforense olarak Vat sap üzerinden yapacaz. Sizi düşündük. Evizden çıkmanıza, zahmet etmeze bile gerek yok. Zaten gelseniz de salonda durmayacaksınız. Karışım belgenizi meyil adresinize gönderirik. Bildiri özünüzü meşhur-muhteşem Eğitişim Dergisinin adı İnterneyşınıl Cornul offff Egitisim olarak değiştirildikten sonra yayınlanmasını da hediyemiz olarak kabul buyurun.

Not. Eğer başvuran olmazsa bildiri gönderme süresini uzatma hakkımız saklıdır.

 

İnsan sarraflığı

Madde 1. Bizde yedi göbeğe kadar dedelerinin adını bilmek esastır. Bu, insan kalitesini artırır. Çünkü aslını-neslini bilen biri sırf aslına halel getirmemek için bile ahlaklı-erdemli davranmak zorunda hisseder. Hesap vereceği ataları, sülalesi, sorumluluk duyacağı sebebi vardır. Soyunu sopunu yedi göbeğe kadar bilmeyene kuşkuyla yaklaş.

 

Zamane

"Bir velet bir cudam bir de talebsiz
Bir kahpe bir sarhoş bir de nikabsız
Bir ersiz bir pirsiz bir de edepsiz
Bir yere gelseler namus ar ağlar"

Aşık Zülali

 

Pelinlenme

Pelinle epeyce bir düşüp kalkmışlığımız vardır. Bu sabah yine selamlaştık. Çocukluğumda evimizin etrafında bol miktarda pelin olurdu. Her düşüşümde pelin kokuşlu kalkardım...

Birkaç yaprağını kopardım, şimdi elim pelin pelin kokuyor.

Pelin mi, yavşan diye de bilinir.

 

Karakol devlet

Karakol-Devlet modelindeki devletler emperyalist ülkeler tarafından kurulur ve kullanılır. İsrail Batı’nın (ABD) karakol devletidir. Varlığını emperyalizme borçludur. Emperyalizm de pis işlerini ona yaptırdığı için kahrını çekmenin ötesinde yardım eder. Böylece karakol devlet kukla olmasına bakmadan şımarık devlet de olur.

İsrail’den önce kurulan karakol devlet ise Ermenistan’dır. Rusya’nın Kafkasya’da pis işlerini yapmak ve Kafkasya’ya geldiği zaman yatak odası olması için 1820’lerden beri Kafkasya’ya yerleştirilmiştir. Anadolu’da çıkarılan boğazlaşmanın sebepleri arasında Ermenistan’a Ermeni taşımak da vardır. Ermenistan’ı kurmak için Azerbaycan ve Gürcistan’dan toprak çalınmış, insanlar katledilmiş, hayatta kalabilenler kan ve gözyaşı içinde Anadolu’ya sığınmıştır.

Peki, Ermeni ve İbranilerin devlet kurma hakkı yok mudur? Yeryüzündeki 6.170 civarındaki kavmin hepsinin devleti yoktur, olması da gerekmiyor. Elbette kendi kültürünü geliştirecek biçimde yaşaması gerekir. Neyse ne. Madem kurulmuşlardır artık komşularıyla iyi geçinmek gibi bir mecburiyetleri vardır. Emperyalizmin şımarığı olmak onları saygıdeğer ülke ve millet yapmıyor.

Çocuklar için yapılmış bir çizgi film olan Şirinler'de Gargamel emperyalizmi temsil eder. Kedisi Azman ise sadece kedi değildir. İsrail, Gargamel’in Azman’ıdır ve o kadar olmaktan öte bir şey değildir.

 

Ecevit

Büyük dedesi Hacı Emin Paşa Medine'de müftülük de yaptı. Hatırı sayılır bir mülk bıraktı. (Bu muazzam mülkü Diyanet'e bağışladı) Anne tarafından Padişah Vahdettin ile akrabaydı. Babası profesör, annesi ressamdı. Robert Kolej’de okumuş, Batı kültürünü tanımış, Hint kültürüne hayran olmuştu, özelikle Tagor'a. Türk din kültürünü, özellikle Yesevi anlayışını çok iyi biliyordu. Üniversiteyi Londra'da okumak için gitti ama okulu bitiremeden 2. Dünya Savaşı çıktığı için Londra bombalanmaya başlamıştı, yurda dönmek zorunda kaldı. Gazetecilik yaptı ve siyasete atıldı. Türkiye Cumhuriyeti Devletini kuran partinin başkanı oldu. Gözü ve gönlü toktu. Edebiyatçıydı, felsefeyle okur olmanın ötesinde ilgiliydi. Herkesin saygısını kazandı. Ona karşı en çok yöneltilen sitem, "konuşurken ağzından Allah kelimesi çıkmıyor" idi. "Allaha ısmarladık" dese oyunu vermeye yeminli çok kişi vardı. O ise bunu din istismarı sayılabileceğini düşünüyor, ayıp buluyordu. Sonradan dilinden Allah'ı düşürmeyen çok riyakâr-münafık gördük.

Üniversite mezunu olmadığı için Cumhurbaşkanlığına aday olmayı aklından bile geçirmedi. Seçim kurulu hakimi tavlamak, Anayasa mahkemesi üyeleriyle farklı ilişkilere girmek aklına bile gelmezdi.


Anayasa niye üniversite mezunu olmayı şart koşuyor? Eğitimli olsun diye. (Osmanperestler magazin tarafını bilir de aslını bilmezler. Padişahlar çok ağır bir bilimsel-laik eğitimden geçerdi. Herhangi bir sucukçuyu devletin başına geçirmezdi) Üniversite mezunu ise bilimsel düşünme becerisi edinmiştir diye. Üniversite bitirmek bunu garantisi değildir. (Üniversitede hoca olduğu halde bilimsel bilgi kullanmayı bilmeyen, bilimsel düşünemeyen hocalar bilirim.) Ama üniversite bitirmemişse büyük ölçüde bilimsel düşünemeyen birisidir ve bir milletin kaderi kitleleri ikna kabiliyeti yüksek bir cahile bırakılamaz. Hitler okumamıştı. Stalin ortaokul düzeyinde bir papaz okuluna gidebilmişti ve diploma bile alamamıştı. Sonuçları malumdur.

Bilimsel düşünme büyük ölçüde akla dayalı nedensel düşünmedir. Bilimsel düşünmeyenler "kandırılır. Yahudi oyununa gelir ya da kader böyleymiş" der. Oysa sadece bilimsel düşünmüyordur, düşünemiyordur. Üniversite eğitiminin, gerçekten üniversite ise insanlara böyle bir kazanımı oluyor. Ülkeler o yüzden herkesi üniversite mezunu etmeye çalışıyor. Çöpçüsünü bile üniversite diplomalı olanlar arasından seçiyor.

Ecevit üniversite bitirmediği halde aldığı kaliteli eğitimle bilimsel düşünebiliyordu. Yine de diploması olmadığı için yasalara saygılı davrandı. O yüzden saygı değen şerefli biri olarak tarihteki yerini aldı.

 

Kut kayıp

Yarın millî bir bayramı yaşayacağız. "Kutlayacağız", diyemedim. "Kut" kayıp! Ulusal egemenlik ne demektir? Tam da demokrasi demektir. Yani demokrasi bayramı. Demokrasi ve milli irade fetişistleri vardı ya, işte onların bayramı. Öyle mi acaba?

Namık Kemal adı neden önemlidir, neden vatan şairidir? "Bu vatan bizim" dediği için :) Öyle dediği için hapse tıktı padişah onu! Peki Vatan kimindi? Vatan yoktu, mülk vardı, o mülk de Allah'ın idi ve Allah adına Padişah işletiyordu! Namık Kemal "Vatan bizimdir" deyince siyaset yapmış ve çok ağır konuşmuş oluyordu!. Vatan olmayınca vatandaş da yoktu. Biz kimdik, Padişahın kulu. Hani Allah'ın kuluyduk? Değil, bize anlattıklarına göre Allah yetki vermiş padişaha, onun kulu olarak Allah'ın kulu oluyorduk....
Karışık mı oldu?

Yöneten-yönetilen ilişkisi tarihin başından beri hakimiyete odaklanmıştır. Kim ve neye dayanarak hakim olacak? Birisinin dediğini neden dinleyelim, neden ona uyalım ki?

-"Çünkü ben Tanrıyım", dedi Firavun. "Her şeyi, sizi de ben yarattım. Ben ne dersem öyle..".İnsanlar da
-"Tamam o zaman", dedi, uydular. Gel zaman git zaman, yüzyıllar sonra insanlar baktılar ki bu zavallıların Tanrı olma ihtimali yok, bizi kandırıyor. Gidip söylediler. -"Bizi kandırıyong, deel mi", diye. Maskesinin düştüğünü görünce dedi ki:

-"Tamam, Tanrı değilim ama emmisinin oğluyum. O yüzden ben ne dersem yine öyle olacak." İnsanlar yine "tamam o zaman" dediler. Hakimiyet yine onda kaldı. Bugün kimse ciddiye almasa da, Japon İmparatorunun unvanı "Tanrı'nın oğlu"dur! Sırtını kutsal varlığa dayamak zorunda kalıyorlar.
Bizim padişahlar da Allah'ın yeryüzündeki vekili unvanıyla kendilerini payelendirmişti: Halife-i ruyu zemin!, Zillullah! Bakar mısınız!...

Bunu neye dayanarak yapıyorlardı? Şu ayete: "Ulu'l emre itaat et". Ulu'l emr kim? Sünni tefsircilere göre Padişah! Yani mülk Allah'ın ama vekili idare ediyor! Biz Allah'ın kuluyuz ama önce Padişaha hesap vermeliyiz. Arada bir "Senden büyük Allah var" diye bağırıyorduk ama... İşte...

"Burası bizim kanımızla yoğruldu, emeğimizle güzeldi ve vatanımızdır. Vatanımızı biz yöneteceğiz, Biz milletiz. Egemenlik milletindir" sözünü Meclis-i Mebusanı açtığımızda, 1876 yılında söyledik. 2. Abdülhamit Han'ı başa geçirdik ki bunu, yani demokrasiyi kuralım.

Sonra, Abdülhamit meclisi kapattı, kanuni esasiyi (anayasa) de yırtıp attı! 33 yıl "hakimiyet benimdir" dedi. Sonra koltuğu devrildi. Devrilmesine değil ama devirenlerin Yahudi olmasına çok bozulduk.
Neyse. Sonra savaşlar, Osmanlı'nın tarihe karışması ve yeniden savaşlar ama bu kez millet meclisinin komutasında yapılan savaşlarla milletin hakimiyetini kurduk.

23 Nisan'da hakimiyetin bizde (millette, adı Türk Milleti) oluşunu kutlayacağız.

Vatandaş olmak vatanın sahibi olmak demektir. Bu ülke benimdir, diyebilme hakkıdır.

Yine de dünyada firavunluğa özenen az gelişmiş ülke yöneticileri olabiliyor. Onlar da aynı sözü söylüyorlar: "Ben ne diyorsam öyle olacak". "Niye?" diyor, insanlar.

-Çünkü beni seçimde siz seçtiniz!

Neyse ki demokrasinin standartları yükseldi. Artık yönetim değil, yönetişim kavramı konuşuluyor. Birlikte yönetmek! Yönetişmek!

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı Vatandaş olanlara kutlu olsun. Vatan kimin?

 

Çiftlik bank

Çiftlikbank sistemini kuran müteşebbisten zeki, iyi eğitimli genç vatandaşa olmadık hakaretler yapılıyor. Bunu yapanları kınıyorum. Kapitalist bir toplumda yaşıyoruz. Başarıyı nihayetinde zengin olmaya bağlayan biz değil miyiz? Okullarda daha çok para nasıl kazanılır diye eğitim veriyoruz. Onca iktisat-işletme eğitimine rağmen çoğu gidip kapitalizmin ibadethanesi bankalara memur olabiliyor. Kapitalizm, insanların birbirinden para kapması veya başkalarının sırtından büyük paralar kazanma sistemidir. En büyük ibadeti kâr etmektir. Ahlakı buna dayalıdır. Bu yiğit vatan evladı sistemi vaktinde çözmüş ve büyük başarı elde etmiştir. Üstelik bunu bilişim toplumu zihniyetini de çok iyi kavrayarak başardığını göstermiştir. Tebrik ediyor ve kıskananları ayıplıyorum. Ayıpladığım diğerleri ise bu gence para yatırıp, hiçbir emek harcamadan bu genç sayesinde köşe dönmeye çalışan ahlak fukarası yiyicilerdir ve avuçlarını yalamıştır. Bu gencimizin başarısında payı olan ilahiyat okul sistemini de tebriklerden mahrum etmek istemem.

 

Ahlakçıya bakın

Ülkede huzur ve güvenliği sağlayan adaletin varlığıdır. İnsanlar adil bir toplumda olduğunu bilirse kazanç ve başarılarının kendi emeklerine bağlı olduğunu anlar ve gereğini yapar. Büyük ölçüde öyleydi. Sonra dilinden dini kelimeleri düşürmeyen insanlar daha adil bir toplum kuracaklarını iddia ederek devleti ele geçirdiler. Çocukların, gençlerin haklarını bile çaldılar. Sınavlara, memur tayinlerine hile karıştırdılar. Sınav sorusu çaldılar, kendi mankurtlarını memur yaptılar, uzmanlığına ve liyakatine bakmadan, kendi adamı sandıklarını yönetim kadrolarına taşıdılar. Kendi yarattıkları çürümeden sorumluluklarını görmek yerine okullara değerler eğitimi adı altında programı koydular. Pisliğin üstünü süsleyerek onu örttüklerini sandılar.

 

 

Yorumlar   

#1 mehmet tanç 23-08-2018 09:04
İkram hocam çok güzel yazılar. Teşekkür ederim . Pek çok kişiye ulaşmasi gerekiyor diye düşünüyorum. Her baslik ayri ayri paylasilsa daha cok okunur kanisindayim.

You have no rights to post comments