Aşağıdaki metin; Prof. T. Yarman’ın, TMMOB İstanbul İl Koordinasyon Kurulu’nun (İKK), Ataköy, Yunus Emre Kültür Merkezi’nde, gerçekleştirdiği, Alternatif Nükleer Zirve’de, “çağrılı” olarak yaptığı konuşmanın dökümdür. Bu metin, söz konusu “Zirve” zemininde hazırlanan Kitap’ta, yer almaktadır. 

 

NÜKLEER ENERJİ: DÜNYA VE TÜRKİYE

Prof. Dr. TOLGA YARMAN (T.C. Okan Üniversitesi) – Bugün, Dünya Kadınlar Günü.. Kadınlarımıza bir hediye sunacağım. Bir defa, çok teşekkür ediyorum, kutluyorum. Bana bu onuru bahşettiniz. Hanımefendilerin Kadınlar Gününü kutluyorum. Biraz da çeşni olsun diye, onlara bir hediyede bulunmak istedim. Bu piyanoyu burada görünce, epey zamandır çalmamıştım, ama onlara küçük bir parça çalacağım.

Normalde, denemediğiniz piyanoda çalmamanız gerekir; ama ben, rahmetli teyzemle validemin çok sevdikleri bir parçayı Dünya Kadınlar Günü münasebetiyle hanımefendiler için çalmak istiyorum, kısaca. Bu alternatif zirve olduğu için, ötekileri kıskandıralım.

Rahmetli teyzemle rahmetli validem Zeki Müren’e hayranlardı. Sanatçı olarak saygım vardır Zeki Müren’e. Çalmak istediğim parça, “Gözlerinin içine başka hayal girmesin.” İsterseniz söyleyebilirsiniz.

Ben size genel bir resim sunmak istiyorum. Konunun başlığı, “Nükleer Enerji Dünya ve Türkiye”. Bir alay yalan var. Dünya betonarme yalanlarla yönetiliyor bir defa, bunu söyleyeyim. Büyük güçler, süper güçler kendi aralarında anlaşmazlarsa, bölgelerinde kuş uçurtmazlar, onu da söyleyeyim. Her ne oluyorsa, demek ki bir şekilde kendi aralarındaki kırışma zemininde oluyor. Bunu bilmekte yarar var. İlerideki yansılarımın bazılarının zemininde, bir parça düzgün bir şekilde yansıtacağımı düşünüyorum, bu resmi.

“Nükleer enerji” alanına çok emek verdim, çok büyük keyifle emek verdim. Beni büyüler, hâlâ büyüler, kainat da büyüler, atom da büyüler, atom çekirdeği de büyüler.

Ben size bu kitabımın özetini anlatacağım.

Bu, son baskıdan bir önceki baskı. Sevgili Nihal herkese yolluyormuş bunu galiba. 50 sene önce söylediklerimle hiçbir şekilde çelişki içerisinde olmadığımı memnuniyetle ifade edebilirim. 4. baskısını yaptı bu kitap. Bunu edinmenizi diliyorum. Sevgili Nihal’de PDF’si var. Son baskısının mı PDF’sidir, ona bir bakalım istersen, Nihalcim; çünkü 4. baskısını yaptı. Bu mesela bir önceki baskı. Yeni baskı iki kat daha hacimli.

Bir defa, bir nükleer reaktöre bakalım. Bu beni niye büyülüyor, onu söyleyeyim. Hâlâ büyülüyor. Aslında muhteşem bir mühendislik. Ancak, benim öğrencilik yıllarımda, bu “hayvanın” neler yapabileceğine dair öngörülerimizin oldukça “basit” (indirgemeci) olduğunu bir bilim adamı dürüstlüğüyle ifade etmem gerek. Ama burada muhteşem bir şey var.

Şurada, kırımızı boyalı, bir kalp var, etrafında zırh var. Bilek kalınlığında bir çelik zırhtır, şapkası da bilek kalınlığındadır. Bilek kalınlığında bijonlarla, vidalarla vidalanmıştır. Bunun sebebini birazdan beraberce anlayacağız. Burada nükleer enerji ürer. “Nükleer enerji” ürer demek… İçeride biraz zenginleştirilmiş uranyum vardır, su ve biraz da zenginleştirilmiş uranyum... Su, aynı zamanda soğutucudur, aynı zamanda yavaşlatıcıdır. Yavaş nötronlarla daha iyi, daha verimli fisyon, yani atom çekirdeklerini kırma imkânımız olur. Atom çekirdekleri dediğim zaman, bir tırnak boyunun 100 milyonda biri atom boyutudur, onun da 100 binde 1’i atom çekirdeği boyutudur. Yani inanılmaz bir resimle karşı karşıyayız. Bir tırnak boyunun 100 milyonda biri, onun da 100 binde 1’i atom çekirdeği boyutudur. Nötronlarla karşılaşması halinde bu kırılabilir ve büyük bir enerji açığa çıkar… “Nükleer enerji” ürer demek, bu demektir… Ne kadar büyük bir enerji açığa çıkabilir? Mesela, şu kadarcık (Tolga Hoca burada kollarıyla “kucak” işareti yapıyor), uranyum 235’le tam bu kadar. Uranyum 235’le Keban Barajı’nın bütün bir yıl boyunca üretebileceği kadar enerji üretebiliriz. Ama doğada uranyum 235 izotopu yüzde 1 kadardır. Demek ki şu kadarcığın (Tolga Hoca burada yine kollarıyla “kucak” işareti yapıyor), 100 katı kadar bir hacimde… Biraz zenginleştirirseniz, yine akla ziyan sayılabilecek küçük bir hacimle Keban Barajı’nın bütün bir yıl boyunca ürettiği kadar çok enerji üretebilirsiniz. Enerjiyi, dışarıya su buharı olarak alırsınız. Türbine, bir alternatör bağlıdır, buradan dışarıya elektrik veririz. Muhteşem bir şey. 1967’de üniversiteyi bitirmiştim. Bir sene İTÜ’de, Nükleer Enerji Enstitüsü’nde bulundum, sonra MIT’ye (Massachusetts Institute of Technology) gittim, orada doktora yaptım. Çok keyifle çalıştım. Şimdi akademik olarak yaptıklarımı orada edindiğim bilgiler olmadan yapma şansım olmazdı. Onu da ifade etmeyi dilerim.

GEÇMİŞTE VE BUGÜN NÜKLEER ENERJİ TARTIŞMA ZEMİNİ

[TALEP] – [TALEBE BUNU KARŞILAYACAK BİLİNEN KAYNAKALARIN KATKISI] = [BELLİ BİR AÇIK].

[BU AÇIĞI KAPATABİLECEK TEK SEÇENEK]  = [NÜKLEER ENERJİ ÜRETİMİ].

Yansıda gördüğümüz bu denklemler çok basit denklemler.

Çok söylediğim sözün anonimleşmesinden, çok mutlu oluyorum doğrusunu isterseniz.

Kimin söylediği unutulmuş olsa dahi, mesela, “Türkiye'de enerji sorunu yoktur, bir enerji yönetim sorunu vardır” sözüm çok anonimleşmiştir.

Bunun gibi, “Ortadoğu’nun göbeğinde el parasıyla nükleer gerdeğe giremezsiniz” sözüm anonimleşmiştir. Benzer başka sözlerim de var (anonimleşmiş olan); birazdan göreceğiz.

Bu da onlar gibi anonimleşmiş bir açıklamam. Aslında kimse ne yaptığının farkında değildi ve bazen konuşulanları mantıksal olarak denkleme dökmek dahi çok öğretici oluyor. Çok basit iki tane denklem söyleyeceğim, ama insanlar bu denklemlerin nasıl bir yapıda olduklarını fark etmiyorlardı. Bir süre, aslında denklemleri ilk duyduğumuz zaman çok inandırıcı, fakat giderek bu denklemlerin ciddi olarak kırıldığını gördük, beraberce izledik. Nükleer enerji tartışma zemini şu iki denklem, “ikna edici” iki denklem üzerine oturuyordu. Benim MIT’de olduğum yıllarda bütün dünyayı ikna eden denklemlerdi bunlar. (Onları, böyle yazan yoktu, ama bu anlam konuşuluyordu ve duraksamasız, ikna olunuyordu…)

Burada bir talep var. Sonra, bunu karşılayacak olan bilinen kaynakların katkısı yer alıyor; işte kömür, su enerjisi, alternatifler... 1977’de Dünya Enerji Konferansı Genel Raportörlüğünü yaptığım evrelerde alternatifler ihmal edilebilecek mertebede katkılar sağlıyorlardı; ama ileriye dönük umutlar da vaat ediyorlardı. Dalga enerjisi, rüzgar enerjisi, jeotermal enerji ve saire.

Ama Türkiye açısından talep “eksi” (“-“ işareti) özellikle kömür ve hidro potansiyel gücü, eşittir bir “açık”voluyordu... Talep eğrilerine bakarsanız, bunlar polinomiyal birtakım resimlere bugüne kadar nasıl geldiğine dair çizgi çekilip, oturtularak, oradan, eşyanın tabiatının kaldırmayacağı bir izdüşümle çıkartılırdı… Talebi karşılayacak şu kadar potansiyel kömürümüz var, bu kadar linyitimiz var, bu kadar su gücümüz var. Bunlardan azami şu kadar enerji elde edebiliriz” deniliyordu ve buna karşılık belli bir “açık” ortaya çıkıyordu. 1977’de Dünya Enerji Konferansı Genel Raportörlüğü yaptığımda, bütün raporlarda bu yaklaşım bu kadar bariz bir şekilde, ayrıca tartışmaya açık şekilde zikredilmemiş olarak bulunuyordu. İkinci denklemde, o açığı kapatabilecek tek seçenek nükleer enerji üretimi olarak görülüyordu. Bugün nükleer enerjiyi savunanların zihinlerinde bu iki denklem hâlâ var. Bakın, talep böyle gidiyor. Şöyle karşılayabiliriz. İkisinin arasında şöyle bir açık var. Nükleer enerjiden başka herhangi bir enerji kaynağıyla karşılayamıyoruz. Bu deniliyordu!.. O evrede nükleer kazalar olmamıştı, nükleer enerji, fevkalade temiz ve fevkalade ucuz enerji kaynağı olarak biliniyordu, demin gösterdiğim nükleer santral resmi fevkalade cazip görünüyordu.

Birazdan açıklayacağım bu iki denklemin bütün girdileri çatır çatır çöktü. Yani ne talep sanıldığı kadar yüksek seyretti, ne talebi karşılayacak olan enerji kaynaklarının hacmi sanıldığı kadar az çıktı, ne de bir açık ortaya geldi, hatta ne de o açığı kapatabilecek tek seçenek nükleer enerji olarak durdu. Ayrıca, mevcut uranyum kaynaklarına –ki, dünyada 6 milyon ton kadar- mevcut kurulu nükleer gücünün 3-4 katı kadar, bilemediniz 5 katı kadar bir kurulu nükleer güç ancak ilave edebileceğimiz sonucu, gündeme geliyor.

Kısacası, açıkladığım denklemler çöktü. Demek ki, bu felsefî yaklaşım, nükleer enerji üretiminin, hatta tek seçenek olarak gündeme getirilmesini savunabileceğimiz bir matematik çerçeve olmaktan iyice uzak düştü. Bunu bir defa dikkatinize getirmek istiyorum.

Burada, nükleer enerji üretiminin yıllara göre nasıl değiştiğini resmediyoruz. Bu resim bence fevkalade. Bu resim üzerinde biraz duracağım, hatta konuşmamın özünü bu resim teşkil edecek, diyebilirim.

Bu resmi anlamak için şöyle bakmanızı öneriyorum. Burada aslında (dik eksende) yılda üretilen nükleer enerji olmakla beraber, tavanı, 400 bin megavat, yani 400 Keban Barajı kadar kurulu güç olarak algılayabiliriz. Yani, Dünyada halihazırda kurulu 400 Keban Barajı eşdeğeri nükleer santral vardır. Yuvarlak söylüyorum. Bu çerçevede, kurulu nükleer santralların yıllar boyunca nasıl bir kuruluş ve dolayısıyla işletme resmi izlediğini aktaracağım size. Bu resim üzerinde dünya enerji siyasasını göreceğiz, mezhep savaşlarını göreceğiz. Çok şaşıracaksınız. Bu resme iyi bakan uzman gözler, bu resimden saatlerce konuşulabilecek kadar hacimli bilgileri görebilir, aktarabilirler…

1970… Ben burada, MIT’de nükleer bilimler doktora öğrencisiyim. Burada nükleer santral henüz çok yeni. Reaktörlere geziler yapardı hocalarımız; bizleri götürürlerdi, heyecanla izlerdik. Çünkü netice itibarıyla başlı başına şu resim bir heyecan kaynağı oluştururdu. Türkiye'ye dönük olarak da adımlar atılmıştı. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu, benim MIT’de bulunduğum yıllarda, hatta ondan önce, 1967-1968’de mevcuttu.

Dikkat ederseniz, eğri şöyle yükselmeye devam ediyor. Şurası 400 bin megavat olduğuna göre, şurası demek ki 100, 200, 300, 400 diye gidiyor. 100 bin megavat. Demek ki 100 tane Keban Barajı kadar nükleer santral kuruluyor.

Şurada bir duracağım. Ben 1972’de döndüm. Türkiye Elektrik Kurumu Nükleer Santrallar Dairesi Akkuyu mevkii nükleer santral yeri olarak seçti. Birazdan geleceğim. Genelkurmay Başkanlığı Karadeniz sahiline izin vermemişti o zaman; burası, Yunanistan ve Bulgaristan’a yakınlığı dolayısıyla stratejik bir mevki olarak görmüştü. Oysa Marmara Bölgemiz itibarıyla bir defa sanayi merkezi, elektrik ihtiyaç yoğunluğunun olduğu mevkidir. Dolayısıyla Türkiye Elektrik Kurumu en önce Karadeniz sahili, Kilyos açıklarına doğru, İğneada’ya doğru, Bulgaristan sınırına doğru, nükleer açıdan bakıldığında iyi bir yer seçimi olmakla beraber, Genelkurmay Başkanlığı oraya izin vermediği için Akkuyu mevkiine gitmişti. Karadeniz suyunun sıcak olması hususu saklı olarak, mecburen, Akkuyu’ya gidilmiştir. Türkiye Elektrik Kurumu Nükleer Santrallar Dairesi çok ciddi çalışmalar yaptı, diyebilirim. O zaman ben, Nükleer Güvenlik Komitesi üyesiyim. Gelir gelmez beni orada görevlendirmişlerdi... Önüme şu kadar raporlar geldi. Memur maaşımızın dışında herhangi bir başka gelirimizin olmaması hususu saklı olarak, gecelerce, günlerce, haftalarca, 1 yıl boyunca o raporları didik didik inceleyip, yer olarak Akkuyu mevkiinin nükleer lisansını o günkü ölçütler zemininde memnuniyetle verdik. Birazdan geleceğim. 30 yaşın altında bir delikanlı olduğumu bir yana bırakın, çok iyi donanımlarla gelmiş olduğum olgusu elbette yine bir tarafa konularak; ama o günkü ölçütler itibarıyla hiçbir yanlış yapmadığımızı memnuniyetle ve göğsümü gere gere, gururla ifade edebilirim.

Benzer bir konuşma 1999’da (Enerji Zirvesi’nde), hükümette geçti. Enerji Bakanı hazırlanmış, bana yüklenmeye kalktı, Başbakan Ecevit’in yanında. Hak ettiği cevabı aldı. Daha sonra Yüce Divan’da yargılandı, mahkum oldu. Oradaki incinmesinden dolayı, o günkü parayla 5 bin liralık -benim herhalde 6 aylık maaşımdı- tazminat davası açmıştı hakkımda, kamuoyu önünde kendisini küçük düşürdüğüm iddiasıyla; ancak, o davayı daha bakanken kaybetti. O konuya birazdan geleceğim.

Demek ki, biz Akkuyu’ya yer lisansını verdik. 1979’da bir şey oldu, Three Miles Island kazası… Three Miles Island kazası hepimizi ters köşeye yatırdı. Ben bir reaktör dinamik uzmanıyım; yani nükleer reaktör dinamik alanında, disiplininde yazılmıştır doktora tezim. Nükleer güvenlik uzmanıyımdır diyebilirim, yani kazaları fevkalade iyi bilirim. Çok çalıştık. Prof. Rasmussen, hocamdı. Boston’da çalışır, haftanın iki gününü Washington’da geçirirdi. Kaza analizleri fevkalade zor analizlerdir. O gün yapılan hesaplar… Gerçekten akla gelebilecek her türlü vahşi kaza resmi zemininde yapılmıştır bu kaza hesapları. Fakat 1979’da meydana gelen kaza, dediğim gibi, hepimizi ters köşeye yatırdı… Demem şu ki: Hiç aklımıza gelmemiş olan, akla hiç kolay kolay getirilemeyecek olan bir kaza senaryosu, zemininde gerçekleşti, o kaza... Aslında reaktör pırıl pırıl çalışıyor. Türbinin sekmesiyle beraber otomatik olarak kontrol merkezi, acaba pompalarda mı bir sıkıntı var diye sistemi tarar. Pompadaki sıkıntıyı anında görüyor, Three Miles Island reaktöründe türbinin sekmesiyle beraber, derhal yedek pompanın devreye girmesi söz konusu... “Konsol”, demek ki derhal, yedek pompanın “devreye gimesi” komutunu veriyor. Yedek pompanın devreye girmediğine dair ziller çalmaya başlıyor, lambalar yanmaya başlıyor; ama yine otomatikte ve hemen anında, yedek pompanın yedeğinin devreye girmesine dair komut gidiyor, Konsol’dan ve ondan sonra reaktör elden kaçıyor. Kaza sebebi fevkalade trajikomik, rahmetli Aziz Nesin’in yazacağı türden bir kaza senaryosu, denilebilir. Pompaların bakımını yapmadan evvel vanaları kapatıyorlar, bakımın yapılmasından sonra vanaları tekrar gerisin geriye açmayı unutuyorlar. Hediyesi 4 milyar dolar... Bizi ters köşeye yatırmış olmasının sebebi bu; “olamaz denecek” türden bir şey...

Bu kitabın ilk baskısı 1994’te yapıldı. 1990’da yazmaya başlamıştım. Bu kazayla beraber reaktör dinamik hocası olarak şunu bir çırpıda söyledim: Kaza süreçlerinde, öyle bir puslu, öyle bir gri bölge var ki biz, orada ne olabileceğini göremiyoruz, dokunamıyoruz, nabzını tutamıyoruz; o bölgenin bulunuyor olması dolayısıyla kaza risk analizlerimiz baştan sona çöpe atılmak zorunda. Bizim ölçütümüzden hesap ettiğimizde, kaza riskinin çok daha fazla olması gerekir demiştim; ama o evrede, istatistiki herhangi bir şey söyleme şansım yoktu...

1973’te birinci petrol krizi oldu. 1979’da ne oldu biliyor musunuz; ikinci petrol krizi oldu. Petrol kriziyle beraber petrol fiyatları varili (fıçısı), 3 dolardan yuvarlak 10 dolara yükseldi. O zaman, Batı ekonomileri sarsıldılar, nükleer reaktörlerin yapımına hız verilmiş oldu… OPEC ülkeleri, Batı ekonomileri otomotiv ürünlerini, elektronik eşya ürünlerini, beyaz eşya ürünlerini öbür ülkelere istedikleri fiyattan satıyorlar… Geri kalmış ülkelerin ise çoğu petrole sahipler. “Bizim başka metamız yok, çocuklarımıza bırakacağımız herhangi bir varlığımız söz konusu değil, onun için, kusura bakmayın, biz fiyatları yükseltiyoruz”, diyorlar ve öyle yapıyorlar. Batı ekonomileri, 1973’te bayağı bir sarsıldı… OPEC ülkeleri bir süre sonra, Batı’dan her şeyi, daha pahalıya satın almaya sıkışınca, 1979’da, petrolün varilini 12-13 dolardan 35 dolara yükseltiverdiler.. Batı ekonomileri bu sefer ayağa kalktılar. O zaman şunu anladık ki Batılılar yalnızca sattıkları malın fiyatını belirlemek konusunda gözetmiyorlar serbest piyasa ekonomisini; onlar için serbest piyasa ekonomisi demek, aynı zamanda satın aldıkları ürünün de fiyatını belirlemek demek oluyormuş, meğer! Bunu gördük. Aynı bağlamda, 1979’da Three Miles Island kazası olmasına rağmen, buradan itibaren petrol fiyatlarının yükselmesi sonucu nükleer santralların hatta daha da hızlı kurulmalarının gündeme geldiğini görüyoruz. Yani 1980’de, 150 Keban Barajı kadar nükleer santral var demek oluyor.

Arkasından, bugünkü gündemden hiç farklı olmayacak şekilde, Türkiye’nin de katıldığı olduğu Dünya 11. Enerji Konferansında Türkiye'yi temsilen bulunuyorum. Orada bir bilimsel-teknik kongre yapılıyor. Zaman zaman buradaki arkadaşlarım kulak misafiri olmuşlardır yahut biliyorlardır; Batılıları temsilen bir teknik kişi çıkıp, OPEC ülkelerine dönüp (Fransızca), dedi ki, “Beyler; ateşle oynamayınız!” Buzdağı düşmüş gibi oldu konferansın ortasına. Ben mesajı aldım. Batılılar yalnızca sattıkları eşyanın değil; işte satın aldıkları eşyanın da, metanın da fiyatını belirlemek istiyorlar. Arkasından Türkiye zapturapt altına alındı, arkasından Saddam İran’a saldırtıldı... Bu, bence, günümüzdeki, birinci mezhep savaşıdır ve bugün ikincisi gündemdedir. Batılılar “vekalet savaşı” diyorlar; katiyen alâkası yok. Başkalaştırma savaşıdır. “Vekalet” lafını lütfen kullanmayın. Başkalaştırılmışların savaşıdır. Arkalarında birileri onları kukla gibi oynatıyorlar.

Zaten enerjinin olduğu yerde, mutlaka siyaset vardır, hatta kirli siyaset vardır, hatta ve hatta kanlı siyaset vardır. Bunu yaşıyoruz; yaşadık, yaşamaya devam ediyoruz.

Burası 1980 (Tolga Hoca, Grafik’te isaret ediyor). Demek ki, Saddam İran’a icbar edildi... 8 sene sürdü savaş. Petrol arzını artırdılar, daha fazla silah satın alabilmek üzere... Petrol arzını artırınca petrol fiyatları düştü. Batılılar petrol satın almak üzere ödedikleri dolarları silah satarak gerisin geriye aldılar. Taraflardan birisi ötekine oranla üstünlük sağlayacak olsa diğerine daha çok silah satıldı veyahut verildi. Bu savaş (İran-Irak) 8 sene ayakta tutuldu. İran telef edilmek stendi... Bu eylem, Yeni Osmanlıcılık ve BOP projesi adı altında bitirilmek istendi. Bugünleri anlamak için, enerjiyi muhakkak bilmek zorunluluğu vardır. 5 milyon Suriyeliyi, kendi elimizle, kendilerini kucağımızda buldurttular bize. Bunları söylememiz gerekiyor.

Bakın, 1980’de, İran Irak’a saldırtıldı. Demek ki nükleer enerji üretiminin hızlanmasının önemli bir sebebi, Batılıların kendilerini Ortadoğu melanetinden çözmek istemeleri… Bunu görmemiz lazım. 1978’den bu yana Amerika'da tek bir nükleer santral kurulmamıştır. Biliyorsunuz, Avrupa’da referandumlar oldu. İsveç’ten başlayarak nükleer santrallar durdurulmak istendi. Birtakım geri adımlar olmadı değil. Avusturya’da bir referandum oldu. Viyana’daki 1.000 megavat gücündeki nükleer santral, anahtarı üstünde, dünyanın ilk nükleer müzesine dönüştürüldü, çalıştırılmadı. Ama nükleer santralların pıtrak gibi kurulmasının emel sebebi, Batılı ülkelerin, özellikle Avrupa ülkelerinin kendilerini yavaş yavaş Ortadoğu’dan çözmek istemeleridir. Avrupalılar, Sovyetler Birliği ile Amerika arasındaki çekişmeden çıkmak istemişlerdir. Avrupa’nın enerji açısından temel bir denklemi şudur: Avrupa kuraktır, enerjiye muhtaçtır, Japonya enerjiye muhtaçtır, Kuzey Amerika da öyle. Amerika'nın temel bir stratejik denklemi vardır, bu telaffuz edilmez; “Önce OPEC petrolünü tüket!” Bu, temel bir stratejik bir denklemdir.

Amerika önce Ortadoğu petrollerinin tüketilmesini ister… “Dışarıda koz bırakmamak gerekir” der (demez de, anlayan bilir). Bu stratejik denklemi izlemekle beraber, içeride hem ilave nükleer santralların kurulmasını durdurmuştur, hem de yeni enerji kaynakları aramaya başlamıştır.

1986’da ne oluyor; Çernobil nükleer kazası. Çernobil nükleer reaktör kazasının olmasıyla beraber, gördüm ki o puslu bölge, demin anlattığım gri bölge, yani bizim risk analiz alanımıza girememiş, kapsayamadığımız o bölge bizim sandığımızdan çok daha vahşi. Çünkü Çernobil nükleer reaktör kazası da tıpkı Three Miles Island nükleer reaktör kazası gibi hiç akla gelmemiş bir sebeple meydana geldi. O akla gelmemiş sebep nedir, biliyor musunuz? “Three Miles Island reaktörüne benzer bir kaza Çernobil nükleer reaktöründe peydahlanacak olsa, bunu ölçmek üzere hangi parametreleri dikkate almamız gerekir” diyor, Rus mühendisler. İzin almaları gerekir aslında Sovyetler Birliği Atom Enerjisi Komisyonundan. Bunu da yapmıyorlar. Birinci devre üzerindeki etkisini ölçmek için, kendi kendilerine ikinci devrenin vanasını biraz kısıyorlar. O anda reaktör elden kaçıyor. O anda dediğim, birkaç saniye sonra elden kaçıyor. Kurgusu hiç akla gelmemiş bir kaza.

Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı bültenleri. Pravda ve İzvestiya gibi, propaganda bültenleridir Yani bilim insanları bunu bilimsel dürüstlükle ifade etme sorumluluğundadırlar diye düşünüyorum. Onlar yalnızca nükleer enerjiyi överler ve Çernobil reaktör kazasını, “Kaza olarak tasnif etmemek gerekir” diye yayınlar yapmışlardır. Bal gibi ve çok vahşi bir kazaydı. Kim ister Çernobil nükleer reaktörünü patlatmayı? Hele Sovyetler Birliği’nin Sovyetler Birliği olduğu dönemde!.. Ama bu kaza vukua geldi. Kaza vukua geldi demek, hiç akla gelmemiş bir sebeple kaza vukua geldi demek oluyor. Aynı zamanda, o gri bölge, yani reaktörlerin kaza risk analizlerini yaptığımız bölgenin sandığımızdan daha da hacimli olduğunu dikkate getiren bir kaza, demek oluyor, bu kaza!

2015’de hafif bir kımıldanma var (ama şurası 400 bin megavat).  

Nükleer enerji hemen hemen neredeyse bütün ülkelerde… Daha doğrusu Çin hariç, Finlandiya’da bir iştah var, ihtiras var. Bu günlerde, ABD nükleer ihtiras kervanına katılmak istiyor, görünüyor… Çin’de ciddi bir ihtiras var. Bunları söylemem lazım. Japonya geri adım attı Fukuşima’dan sonra, hatta bütün nükleer santralların durdurulması kararı verdi; ama pek nükleer santralsız yaşayamayacaklarını da gündeme getirdiler.

BASİT, ANCAK GAYET GERÇEKÇİ,

BİR KAZA RİSK ÇÖZÜMLEMESİ

1. THRE MILE ISLAND KAZASI (1979). REAKTÖR GÜCÜ: 906 MWe.

2. ÇERNOBİL KAZASI (1986). REAKTÖR GÜCÜ: 1000 MWE.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Mahvolan Birim

3. FUKUSHIMA KAZASI (2011). ÜÇ REAKTÖR BİRDEN KAZA GEÇİRİYOR:

1 x 460 MWe (Reaktör 1 hasarlı)

3 × 784 MWe (Reaktör 2, 3, and 4 hasarlı)

1 x 784 MWe (Reaktör 5 soğutma sorunları yaşıyor)

1 × 1100 MWe (Reaktör 6 soğutma sorunları yaşıyor)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Japon Nükleer Reaktörleri

Fukushima 1

460 MWe + 2x784 MWe = 2028 MWe .

Yuvarlak 50 000 MWe Japon Nükleer Güç Santrali’nden yaklaşık 2000 MWe kazaya kurban gittiğine göre:

  • Japon mühendisler, 100 üzerinden 94 alirlar,

diyebiliri, rahatlıkla…

HER ÜÇ KAZA, BİR ARADA:

906 MWe + 1000 MWe + 2028 Mwe = 3934 Mwe.

DÜNYA’DAKİ KURULU TOPLAM NÜKLEER GÜÇ:

400 000 Mwe.

ÇOĞU, OLDUKÇA YAŞLI SANTRALLERDEN OLUŞUYOR...

O HALDE KAZA OLASILIĞI, BİR ÖMÜR BOYUNCA:

4000 Mwe / 400 000 MWe = %1.

Devasa!..

Bu kazalara bir bakalım ve kaza risk analizini nasıl değerlendirdiğim konusundaki düşüncelerimi size aktarayım istiyorum.

Aslında bu kazalar, Three Miles Island (TMI) kazasıyla Çernobil nükleer reaktör kazası tıpatıp aynı kazalardır. Çernobil nükleer reaktör kazasının en az iki mertebe yüksek bir felaketin meydana gelmesinin sebebi, nükleer reaktörünün birazdan göreceğimiz biriminin dış güvenlik kabuğunun bulunmamasıdır.

TMI’da, reaktör ölmüştür, mahvolmuştur; fakat kazanın dış güvenlik kabuğunun içinde hapsedilmesi başarılmıştır. En başta gösterdiğim o kırmızı basınç kabı vardı ya, çelik kap, o kap burada yırtılmıştır, akla zarar bir şekilde yırtılmıştır. Dikkat ederseniz, çevreye herhangi bir zararı olmamıştır. Bunu da bilimsel bir dürüstlük çerçevesinde ifade etmem gerekiyor. Bu kazanın çevreye hiçbir şekilde zararı olmamıştır, çünkü bütün melanetin içeride hapsedilmesi başarılmıştır. O kadar ki, kazadan sonra Başkan Carter geldiği zaman, reaktörün dibine kadar yaklaşabilmektedir.

Çernobil nükleer reaktör kazası farklı, çünkü dış güvenlik kabı yok. Hem ucuz olsun diye, hem de kendilerine çok güvendikleri için Rus mühendisler, dış güvenlik kabı koymamışlar. Aynı facia orada meydana geliyor, yırtılıyor basınç kabı. Basınç kabının yırtılmasıyla beraber çatı da uçuyor. Rusya’dan dışarıya radyasyondan başka hiçbir şey sızdırmadılar. Ama işte radyasyonu kimse tutamıyor, sızdırdılar, mecburen... İsveç yakında olduğu için, kısa sürede olağan üstü radyasyonu ölçtü... Birkaç gün sonra giderek, dünyanın her yerindeki detektörler deli gibi radyasyon saymaya başlamışlardı. Ruslar inkâr ediyorlardı; fakat uydudan alınan resimlerden, Çernobil nükleer reaktörünün tepesinin yırtılmış olduğu görülüyordu...

Oraya gittim. Rus teknolojisine, Rus mühendislere, Rus bilim insanlarına karşı herhangi bir sözüm yok. . Rus bilim insanlarıyla çok yakın ilişkilerimiz vardır; onu da söyleyeyim. Gerek Lebedev Enstitüsü’nde gerekse Moskova Bauman Teknik Üniversitesi’nde, meslektaşlarım vardır. Davet ederler, giderim, konuşurum, onlardan gelenler olur. Şimdi, bir Rus bilim adamıyla çok yakın çalışıyorum. Esas itibarıyla Rus asıllı ama karısı dolayısıyla Belarus olmuş! ..

Çernobil Kazası olduğunda ben dersteydim, müstahdem yanıma geldi. “Dersten sonra konuşalım” dedim. Gitti, tekrar geldi. Basın arıyormuş, çok önemliymiş, dedi... Haberim yoktu kazadan. Hemen her şeyin, uzaktan olsun tahmin ettiğim gibi geliştiğini anlama şansım oldu. Bunu gururla ifade edebilirim.

Bundan sonra Japonya’ya bakıyoruz. Birinci kaza geçiren santral, yani Three Miles Island reaktörü.

Salondan- 15 dakika ara verebilir miyiz? Basın açıklaması yapılacak, sonra siz devam edeceksiniz. 

Prof. Dr. Tolga Yarman- Arkadaşlar gelsinler. Şimdi mi ara veriyoruz?

Salondan- Evet. Çok özür dilerim hepinizden. Böyle bir şey yapmak istemezdim, ama basın geldi. 12.00 diye söylemiştim.

Prof. Dr. Tolga Yarman- Onlar için çok ilginç olacak söyleyeceklerim. Gelsinler bence, gelsinler. Bakın, söyleyeceklerim onları çok ilgilendirecek. Basın gelsin, bu söyleyeceklerimi duysunlar. Basın niye gelmiyor? Çok mu az vaktimiz var?

Salondan- Muhabiri arıyoruz da, o yüzden.

Prof. Dr. Tolga Yarman- Söyleyeceklerimi yazabilir mi, bilmiyorum tabii. Zehir zıkkım şeyler olacak. Şurası açık: Tabii, arkadaşlarım görevlerini yapıyorlar, iftihar ediyorum.  Görevlileri şu kadar zamandır tanırım ve kendileriyle gerçekten gurur duyuyorum; fakat neredeyse benden başka bir bilim insanı konuşmuyor. Feci, onun için, gelsinler. Söyleyeceklerime ne diyecekler bakalım!..

Onlar için bir daha söylüyorum: Ortadoğu’nun göbeğinde, ne Dolar’la, ne Yen’le, ne Mark’la, ne Euro ile, ne Ruble ile, “nükleer gerdeğe” girilmez!.. Yok öyle bir şey, tamamen yutturmaca…

Demin Değerli Hüseyin Yeşil söyledi. Fukuşima Nükleer Santralının geçirdiği kazadan sonra, aslında bütün dünyaya kaza riskinin en az 100 kat arttığını söyleme onurunu taşıyan bilim insanıyımdır. Çünkü artık istatistikî veriler var. Bakın, orası çok önemli. Onun söylediğinden bir parça farklı olarak, “Şu reaktörler şu kazayı geçirdiler”den ibaret de değil, olay. O bir boyutu; ama esas boyutu neresi, biliyor musunuz? Bazı kazalar hesap edilmiş kazalar olarak gerçekleşir. Bütün otomobil mühendisleri, kaza mühendisleri hesaba katarlar. “Lastik kötü patlarsa ne olur, daha yavaş patlarsa ne olur, yahut yavaş yavaş sönmesi için ne yapmak gerekir?” gibi, bakabilmişlerdir. Lastiğiniz patladığı zaman uzun bir süre yol gidebiliyorsunuz. Bu değil. Önemli olan, hiç akla gelmemiş sebeplerden dolayı… Orada öyle bir puslu bölge var, gri bölge. O bölgede gelişiyor “hayatî kazalar”. Bunun akıl edilmemiş olduğunu vurgulamak istiyorum ve özellikle bu sebepten dolayı kaza riski yükseliyor. Bu, şunun gibi: Bir pilot, sabahleyin karısıyla kavga ediyor, Yeşilköy’den kaldırıyor uçağı ve Taksim Meydanı’na pike yapıyor... Bunu, akladilemeyecek örnek olarak söylerdim... Demeye kalmadı, geçenlerde İspanya’da buna benzer bir örnek vukua geld, Gelip, Taksim Meydanı’nın başına düşecek bir meteor, bir kaza olarak düşünebilir misiniz bunu? Yani Nükleer reaktör mühendisi olarak, kaza mühendisi olarak böyle bir kazayı düşünebilir misiniz? Düşünemezsiniz, değil mi?, demek üzere söyledim, ama o dahi oldu. Demek istediğim, böyle puslu bir bölge…

Dediler ki, “Fukuşima’nın reaktörleri eski”!.. Hadi canım sen de! Yalan söylüyor, alâkası yok. Jaguar gibi reaktörler. Dediler ki “Şöyle oldu, böyle oldu.” Hayır, alâkası yok. Ne oldu, biliyor musunuz? Deprem mühendisliğinden Japon mühendislere tam numara vermez misiniz? Okyanus bilim mühendisliğinden Japon mühendislere tam numara vermez misiniz? Deprem olur, deprem gelip gökdeleni vurur. O gökdelenleri bilyeler üzerine oturtur Japon mühendisler, biliyor musunuz? Depremin gelmesi geçmesiyle beraber kocaman binalar “zııttt” diye gider, “zııttt” diye gelir, yerine. Orada bir kusur yok, reaktörlerde bir kusur yok, Jaguar gibi, tıkır tıkır çalışıyorlar. Kaza şöyle oldu: 8 küsur şiddetinde bir deprem oldu okyanusun ortasında. Yani olabilecek en yüksek şiddetteki yahut hacimdeki depremin, kaza senaryoları çerçevesinde hesaba katılan her çeşit şiddetteki depremin üstündeki şiddette bir deprem oldu. Tsunami öyle bir geldi ki o zaman… Orada tsunamiyi kıracak dalgakıranlar yok mu; var, âlâsı var. Japon mühendislere bu konuda 100 üzerinden 100 verir misiniz; verirsiniz. Hayır, onları aştı. Dalgalar öyle bir geldi ki, etrafta ne varsa hepsini gökdelenlerin seviyesine kadar kaldırdı.

Bakın, akla gelmeyecek şeyler oluyor. Bunu söylemek istiyorum. Bu konuda şimdi de değil, 1999’da Bülent Ecevit’i uyardım. Allah rahmet eylesin. Nükleer Zirvede uzun uzun konuştum. Dedim ki, “Akla gelmemiş sebeplerden dolayı kaza oluyor”. 1999’dan 2011’e 13 sene var daha o zaman.

Fukuşima’da, bir de ne oldu, biliyor musunuz? İlk defa “Nükleer lağım” deyimini dünyaya ben söyledim. Nükleer atıklar çıktıktan sonra reaktörden, yanmış yakıtlar, soğusunlar diye önemli bir süre bekletilirler orada, yıllar boyu bekletilirler. Kelepçelidirler. O kelepçeleri kırıyor, tsunami... Bir defa, depremle beraber borular kırılıyor. Onu da ilk defa ben söyledim. Bunun onurunu taşıyorum. “Olur mu?” diyenler oldu, sonradan çıktı meydana. Bağımsız kuruluşların yazdıkları raporlarda, bunun böyle olmuş olabileceğine dair çok ciddi emarelerin bulunduğu yazıldı. Arkasından dedim ki “Kelepçeleri kırmış olmalı. Nükleer atıkların bağladığı kelepçeler yırtılmış olmalı depremden sonra gelen tsunamiyle beraber, o atıklar etrafta nükleer lağım oluşturmuş olmalılar”, dedim. Böyle olduğu çıktı meydana. Ertesi gün söyledim, NTV’de konuştum. Uğur Dündar davet etti, 2 saat onun programında anlattım.

Japonya’nın çeşitli yerlerinde 50 küsur nükleer santral var. Fukuşima mevkiinde 6 tane nükleer santral var, üçü kaza geçiriyor. Diğer üçü, Allah'tan bakımda. Onları saymıyorum. Ama bakın, şurası çok önemli: Fukuşima’da, toplamda 2 bin megavat hasar görülüyor. “Hasar görüyor” ne, bitiyor, mahvoluyor. Etrafta nükleer lağım… O günlerde verdiğim demeçlerde demiştim ki, “Ruslar insanî davranışta bulunsunlar, Japonlardan zarar görenlere bir yer ayırsınlar, onlar gelsinler, Sibirya’nın kuzeydoğusunda bir yerde iskan edilsinler.” 50 santralden 3’ü, 2 bin megavat yok oluyor. Aslında 50 santralden 3’ü demek, 100 santralden 6’sı yok oluyor demek.  Yüzde 6, nükleer mühendislerin, Japonların okyanus bilimi mühendislerine, deprem mühendislerine 100 üzerinden 94 veririm. Ama olan ne, biliyor musunuz? Tüm Japonya’nın kuzey tarafı mahvoldu, yaşanmaz hale geldi.

Esas şunu söyleyeceğim: Her 3 kazayı topladığınız zaman, Three Miles Island 1000 megavat, Çernobil 1000 megavat. Fukuşima 4000 megavata da çıkabilirdi; 2000 megavatta kaldı… Demek ki, toplamda yuvarlak 4000 megavat diyorum. Bunlar tabii epey yaşamış reaktörler. Bu reaktörler kaza geçiren reaktörler. 400 bin megavat kurulu güç tahtında, 4 bin megavat kaza var. Buraya dikkatinizi çekmek istiyorum. Hiç akla gelmemiş sebeplerden dolayı -burası çok önemli- hiçbirimizin, hiçbir dâhi nükleer kaza analistinin aklına gelmemiş sebeplerden dolayı kaza geçiriyor.

Buradan çıkan sonuç ne, biliyor musunuz? 400 bin megavatta 4 bin megavat kaza geçiriyor, yüzde 1; Tolga Hoca’nın vardığı sonuçtur. Dünyaya ilk defa ben söyledim. Adımın söylenmeden de olsa telaffuz edilmesinden onur duyuyorum, gurur duyuyorum. İstediğiniz gibi kullanabilirsiniz, hiç kuşku yok. Ben bunu söyledikten sonra bana birisi dedi ki “Hocam; bu analiz bu kadar basit mi yapılır yani?” Elinin körü!.. Yazı-tura hesabı yap. Yüzde kaç yazı geliyor, yüzde kaç tura geliyor attığın zaman? Bu kaza hesabında, yani bu risk analizi hesabında hiçbir arıza yoktur. Önemlisi, andığım kazaların hiç akla gelmemiş sebeplerden dolayı bu kazaların vuku bulmuş olmalarıdır. Akla gelmiş olabilecek sebeplerden dolayı vukua gelen kazalar burada yoktur. Buna rağmen kaza olasılığı yüzde 1’dir.

Herkese sesleniyorum. Ne zirvesiyse, oradaki bütün herkes saygıdeğerdir; ama aklı tutulmuş olan insanlara sesleniyorum, aklı zavallı olan bilim insanlarına da sesleniyorum: Bunu öğrenin, gelin. Bilmiyorsanız öğrenin, gelin. Kim söylüyor; ben söylüyorum. Söylemeye yetkin miyim?.. Herkesten daha fazla yetkinim. En bıçkın bilim tornalarında geçmiş bir bilim adamı olarak olarak söylüyorum. Bugüne kadar aklınıza gelmemiş, gelmesi mümkün olmayan sebeplerden dolayı yüzde 1’lik bir ihtimalle elden kaçabiliyor, bugünkü nükleer reaktörler. Bu, şu demek: Her 100 sirkten birinde muhakkak bir aslan, bakıcısını yiyor. Demir kafesi kırıyor, dışarı çıkıyor, seyircileri yiyor, dışarı çıkıyor, etraftakileri yemeye başlıyor.

Bir doktorla konuşuyoruz; çok nükleerci… “Yüzde 1 çok küçük bir ihtimal hocam” dedi. Ben başbakan olsam, enerji bakanı olsam… Enerji Bakanına çok ağır bir mektubum var. Şimdi Enerji Bakanı değil artık, bundan önceki. “Bakın, bunu oraya kuramazsınız!” demiştim. Ama kurma siyasi iradesine saygım var; yeter ki aynı irade, kurulmaması gerektiğini düşünenlerin, kendilerine ve çocuklarına başka bir gelecek düşleyenlerin beklentilerine, özlemlerine aynı saygıyı göstersin. Yüzde 1 feci bir ihtimal. 10 binde 1, 100 binde 1 olarak hesap ederken nükleer kaza riskini, bugün, yüzde 1’e yükseldi, nükleer kaza riski; yani 100 defa, 1000 defa daha fazla bir yüksek riskle karşı karşıya kaldık. Ben başbakan, cumhurbaşkanı olsam, asla, katiyen oraya müsaade etmem. Nükleeri kurmak mı istiyorsunuz; gidin Beypazarı’na, gidin Yozgat’a, oralarda da deprem yok gibi… Havayla soğutacaksınızdır vesaire, biraz daha pahalıya gelecektir; ama sonuç itibarıyla Akkuyu’ya asla! Bizim yer lisansı verdiğimizde gündemde bulunmayan ölçütler şimdi gündeme gelmiş.

Buradan çıkan sonuç şu ki: Kaza olasılığı yüzde 1’dir. Prof. Tolga Yarman, bunu dünyaya o zaman söyledi. Aklınıza gelmeyen olasılıklardan dolayı. Böyle bir puslu bölge var ve istatistikî verilerle orayı değerlendirme şansımız yok. Bu kadar veri, onu değerlendirmemiz açısından, oraya sayısal bir değer oturtmamız açısından yeterli sayılacaktır pekâlâ. Başka örnekler inşallah gelmez, ama devasa bir kaza riskiyle karşı karşıyayız.

Sorunlara geleyim. Bu sorunlar da benim öğrencilik yıllarımda asla aklımızın kenarından geçmemiş olan sorunlar, hocaların akıllarının kenarından geçmemiş olan sorunlar. Bir defa, uzayan inşaat süreleri. Güvenlik sistemlerinin çoğaltılması fiyatı yükseltir. Söküm, astarı yüzünden pahalıya gelmiştir. Kamuoyunun tepkisi, giderek hızlı üretken reaktörlerden vazgeçilmesi… Bunu bir parça anlatmalıyım... Avazım çıktığı kadar söylemeliyim. O sorumluluğu taşıyorum. Ankara'ya söylemeliyim, hepsine söylemeliyim. Hızlı üretken reaktörler dediğimiz bir reaktör türü var; bu reaktörler bizi büyüler. Bu reaktörler şu demek: Normalde, koyarsınız doğal uranyumu… Mesela, CANDU reaktörü yahut basit basınçlı su reaktörlerinde biraz zenginleştirilmiş uranyum, yüzde 2-3 kadar zenginleştirilmiş uranyum suyla kritik olabilir. Orada doğal uranyum, yani yine 92 tane protonu olan 238-92 tane nötronu olan atom çekirdeği bulunacaktır. Uranyum (U) 235 nötron yerse bölünür, U 238 nötron yerse 239 olur, bir nötron fazlasına sahip olur. Elektron atarak bozunur, birkaç günde bozunur. Plütonyum 239 olur; bu kırılabilir bir atom çekirdeğidir; yani fisyon verebilir, yani nükleer enerji üretebilir bir atom çekirdeği. Nagazaki’ye atılan bombalardan birincisi, tam zenginleştirilmiş uranyum 235 bombasıdır, öteki plütonyum 239 bombasıdır. 235’i elde etmek için zenginleştirme yöntemlerine başvurmanız gerekir. Bunlar fiziksel yöntemlerdir. Söz konusu işlemler Oak Ridge’de yapılmıştır. Öteki Chicago’da yapılmıştır, Manhattan’da ayrıştırma operasyonu yapılmıştır. Üretilmiş olan plütonyum Manhattan’a gelmiştir, Manhattan Ulusal Araştırma Merkezinde kimyasal olarak ayrıştırılmıştır. MIT’de doktorama başladığım evrede, Prof. Coriel orada çalmış bir bilim insanıydı. Ben doktora tezime daha başlayamadan kanserden vefat etti. Muhteşem bir adamdı. Nur içinde yatsın!

Uranyum 235 de, plütonyum 239 da Los Alamos’a gitmiştir, orada bombalaştırılmıştır. Ondan sonra birincisi… Çünkü denemek istiyorlar, anlamak istiyorlar ne olacağını. Fevkalade vahşi bir şey. Anlaşılan, arkasında tamamen siyasi saikler var, gayri insani saikler var. Bunları telaffuz etmemiz yine insanlık borcumuzdur diye düşünüyorum. Denenmiştir, atılmıştır… Hiroşima ve Nagazaki’ye...

Nükleer santrallara dönmek istiyorum. Plütonyumun çok ilginç bir özelliği var. Uranyum 235 fisyona uğradığı zaman 3 nötron verir. Nötronlardan biri kaçar, öteki yutulur, diğeri fisyon yapar. Plütonyumun özelliği 4 nötron vermesi; her kırılmaya 4 nötron verir. Birisi kaçar santralden dışarı, birisi yutulur, diğeri fisyon verir, sonuncusu  Plütonyum üretiminde kullanılır. Çünkü plütonyumun çıkardığı nötronlardan asgari bir tanesi reaktörün etrafına koyacağınız doğal uranyum örtüsündeki bir U 238’le çarpışmasıyla beraber Plütonyum üretir. Yani yaktığınız kadar çok plütonyum üretebilirsiniz.

Plütonyum reaktörleri bu açıdan fevkalade önemli. Şu kadarcık (Tolga Hoca burada kollarının açıyor), plütonyum 239’la Keban Barajı’nın bütün yıl boyunca üreteceği kadar çok enerji üretebilirsiniz. Ürettiğiniz enerji yoğun olduğu için ne yapmanız lazım; hızlı bir şekilde ısıyı dışarı alabilmeniz lazım. Nasıl alabilirsiniz? Sıvı metalle alabilirsiniz. Bu nedir; sodyum, sıvılaştırılmış sodyum. Pıtrak gibi kuruldu bu reaktörler. Ama benim öğrencilik yıllarımda, Chicago’daki Enrico Fermi reaktörü kaza geçirmişti. Akılları başlarından çıkmıştı o zaman hocalarımızın... Ama Japonlar, Fransızlar, İngilizler, Sovyetler, bu reaktörlerden kurdular. Fakat Amerika bir karar aldı, “Çıkan yakıtlardan plütonyumu ayrıştırmayacağım”, dedi. Çünkü astarı yüzünden pahalıydı. Yani kimyasal olarak ayrıştırmak için uzaktan çalışmak gerekiyordu. Birtakım kazalar olduydu. 1970’lerin sonlarında Amerikalılar, “Artık plütonyum ayrıştırma işlevinden uzak duracağız”, dediler. Burayı yüksek sesle ifade etmek istiyorum. Akılları başlarına gelsin. Hiç öyle söyledikleri gibi değil. 1977’de, daha Dünya Enerji Konferansı Genel Raportörüyken şunu biliyordum ki: Eğer plütonyum reaktörler olmazsa, “nükleer macera” çok sonlu, “çıkmaz sokak”... Petrol bitecekse uranyum da bitecek. Öteki türlü 100 kat daha fazla nükleer enerji üretme imkânınız var. Plütonyum üretme şansınız yoksa, plütonyumlu reaktörler kurma şansınız yoksa, onu bir tarafa bırakmak zorundaysanız, teknoloji size bugünkü imkânlar dahilinde bunu dayatıyorsa, “Nükleer enerjiyle dünya enerji sorununu çözeceğiz” demeniz yalandan başka bir şey değildir; palavradır..

Çünkü 6 milyon ton kadar doğal uranyum ancak vardır, dünyada; bu reaktörlerden her bir tanesi yılda 150 ton kadar doğal uranyum yakar. Hemen hesap yapabilirsiniz. Mevcut reaktörlerin ancak 2-3 katına kadar yetecek uranyum vardır. Dolayısıyla daha 1977’de, yani tam 40 sene önce konuştuğumuz sözcüklerle söyleyecek olursak, plütonyum yakan reaktörler olmaksızın nükleer enerji bir çıkmaz yol olmaktadır... Petrol bitecek, bu da bitecek, aşağı yukarı belki aynı zamanda bitecek.

Nükleer enerjiye bağlanan umut, plütonyumun kullanılamayacak olması dolayısıyla iyice basılmış oluyor, yüzde 1’e kadar basılıyor, nükleer enerji üretimi yavaşlıyor…

Bu şekli çok seviyorum. Burada 400 bin megavat kurulu güç var. Bakın, bu biraz daha demin anlattıklarımı resmediyor. Türkiye'ye geliyorum 1972’de, 1974’te çalışmalar yapıyorum. 1973’te petrol krizi var; yükseliyor burası. Three Miles Island nükleer kazası olmasına rağmen, 1979’da daha çok yükseliyor.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Burada kilovat-saat yahut TWh dikey eksende… Yatay eksende yıllar…

Toplam elektrikteki üretim yüzde 14’e kadar düşmüş, yüzde 10 civarına kadar düşmüş.

 

 

 

 

 

 

 

ÜLKELERE GÖRE, NÜKLEER SANTRAL SAYISI

      

 

 

 

 

 

 

 

Total Number: 434 Units, Number of Countries: 31,

Total Power 372 GWe

Source: IAEA, 2013

Burası ilginç: Bakın, Fransa, enerjisinin yüzde 75’ini nükleer santrallardan sağlıyor hâlâ. Çeşitli ülkelerin nükleer payları (da burada görülüyor).

Şu da ilginç: Nükleer, Avrupa’da ne kadar, Doğu ülkelerinde ne kadar, Japonya’da ne kadar? Ama hepsi birbirine yakın, birbiriyle aynı sayılabilecek resimler, profiller sergiliyorlar.

YAŞA GÖRE, İŞLETİMDE OLAN NÜKLEER SANTRAL SAYISI Source: IAEA, 2013

Grafikte yaşlara göre nükleer santralların dağılımını görüyoruz. İyice eskimiş olanlar da azalmış. Şurada bir yoğunluk görüyorsunuz. 30 yaşında reaktörler dünyada en çok iş görür vaziyette.

1960’ların sonları, 1970’ler, en başta gösterdiğim denklemler dolayısıyla nükleer enerji üretimi bir “zorunluluk” sayılıyordu. Evet, biz buna inanıyorduk. Ama anlattığım bütün sebeplerden dolayı ilk başta gösterdiğim denklemlerin bütün eklemleri göçmüştür.

Türkiye Elektrik Kurumu Nükleer Santrallar Dairesinin 1970 itibarıyla seçimiydi, Akkuyu... O gün bugün resim tamamıyla değişmiş bulunmaktadır. Burada neler değişti, ona bir bakalım. Öncesi bir tarafa, Başbakan Ecevit’in başkanlığında 1999’da toplanan Enerji Zirvesinde hükümete söylediklerim kısaca şunlar: Ondan önce başka yerlerde söyledim, ama hükümete (ilk kez) söylüyorum. Birincisi, “Akkuyu Nükleer Santralını kurarsanız, turizm, keza sebze-meyve ihracatı ciddi tehdit altında olur.” Çok gergin bir ortamdı, yanımda bir arkadaş vardı; sizlere ömür. Benim yanımda oturduğu için, dizlerinin titrediğini hissedebiliyordum. Bütün devlet ricali oradaydı, Enerji Bakanı da... Anlatacağım.

1970’lerin başları itibarıyla yer lisansını çalışırken, yer lisansı raporları, jeoloji, toprak altı su hareketleri, rüzgâr, tsunami, deprem vesaire, birtakım ölçütler listesi var. Bu ölçütlerin arasında turizme etki yoktu, sebze-meyveye etki yoktu. Bunlar hâlâ çalışılmış değildi. “Daha hâlâ ciddi bir araştırma yok”, dedim. Turizme etkisi hâlâ daha çalışılmış değil. İligli raporları yazanlar, yetkilerini ihlal ediyorlar, konunun katiyen uzmanı değiller. Yani öyle şeyler gördüm ki o mahkemeye verilen sözüm ona bilirkişi namı altında verilen raporlarda, davacıların kaygılarını güya önemsemeyen… İnanılır gibi değil... Yok böyle bir şey. Allah'a şükürler olsun, biz daha ölmedik.

1999’da dahi bu konuda araştırma yoktu, hâlâ yok. “Her şey çok yolunda gitse dahi, turizm rakiplerimiz konuyu aleyhimize kullanacaklardır”, dedim, Başbakan Ecevit’e. Ben konuşuyorum, tam o sırada Ecevit de, rahmetli -çok yakındık birbirimize- geldi, herkesin elini sıktı, benimle kucaklaştı. Ben de yanaklarından öptüm, “Beni onurlandırdınız efendim” dedim. Biliyor ki bir sıkıntı altında. Çeşitli kurumlar, holdingler kendi aralarında kapışmış vaziyetteler. Enerji Bakanı Başbakanın solunda oturuyor, sağında Mesut Yılmaz, Başbakan’ın öbür yanında Devlet Bahçeli oturuyor. Koalisyon ortağının genel başkanları, hükümet mensupları, devletin bütün enerji ricali orada. Enerji bakanı, “Profesör Yarman” dedi... Daha önce de, onu fena halde benzetmiştim. Allah selamet versin, gıyabında konuşmak istemiyorum; ama mahkum oldu. Rahmetli Mehmet Ali Birand’ın bir televizyon oturumunda, Enerji Bakanlığının bir daire başkanı -benim öğrencim- onun yanında da Bakan oturuyor. Yanında tuhaf bir paket var, ama çok sürmedi onun ne olduğunu anlamam. 1999, Hükümet Enerji Zirvesinden önce oluyor bu olay. Ben turizmden bahsedince işaret etti Bakan. Hemen anladım ne olduğunu. Yani göster diyor. Yanında bir paket var. “Göster” diyor. Beyaz bir kağıda sarılmış bir paket. Ben çektim. Fakat öğrencim vaziyeti kavradı, ne yapacağımı anladı, bastırıyor. Bakan göster dediği halde o bastırıyor, göstermemesi gerektiğini anladı. Ben çekiyorum, o bastırıyor. Benim elimde kaldı. Yırttım kağıdı canlı yayında. Tam tahmin ettiğim gibi, içinden bir tane nükleer santral resmi çıktı, deniz kenarında. “Bak, deniz kenarlarında nükleer santrallar var. Dolayısıyla senin turizmi olumsuz etkileyeceğine dair savın havada kalıyor” dedirtecek benim öğrencime; onun daire başkanı o zaman. Çıkarttım ben, gösterdim kameraya. Rahmetli Mehmet Ali Birand’a dedim ki, “Bak, Enerji Bakanlığının turizm araştırması buymuş meğer.” Resim elimde kaldı, alamadılar resmi. “Cumhuriyet hükümetinin Enerji Bakanına yakışıyor mu?” dedim, bıraktım. O gerilmişlikle geliyor 1999 Hükümet Enerji Zirvesine... Bana bir şey yapması lazım. Beni mahcup edecek ya!

Demin anlattığım toplantıdayız Hükümette, atıldı ortaya. Normalde, Başbakandan izin alması lazım, “Sayın Başbakan; müsaade ederseniz” demesi lazımken “Sayın Yarman, Siz değil misiniz 1975’te Akkuyu’ya lisans verenlerden biri”, dedi. Ben böyle bir şey soracağını tahmin ediyorum, çünkü bir şey yapması lazım. Yapa yapa da bunu yaptı! Ben hiç oralı olmadım, döndüm Bülent Ecevit’e. Bir şey patlayacak, o belli. “Sevgili Başbakanım; Kanuni Sultan Süleyman zamanında, Taksim Meydanı’na bir hamam kurma ruhsatı, üstelik hiçbir teknik arıza olmadan, hatta çalışanlar itibarıyla övünç bahşedecek şekilde verilmiş olabilir; ama siz şimdi, o hamam kurma ruhsatıyla gider, Cumhuriyet Anıtının bulunduğu mevkiye o hamamı yapmaya kalkarsanız, size gülerler. Biz yaptığımız çalışmadan övünç duyuyoruz. Benim akademik hayatımın en taçlı sayfalarından biridir, o lisans kabul çalışmasında yer almış olmak. Orada hiçbir kusurumuz olmadı. Ama şimdi sizin misafir odanız olmuş, memleketinizin turizm bahçesi olmuş bir bölgeye lazımlık koyar gibi bir nükleer santral kurmaya kalkarsanız, bu, turizminize ciddi olarak zarar verecektir”, dedim…

Allah'a şükürler olsun, çok mutluyum. Gerçekten çok hoştu. Yani memlekete faydalı olduk. O konuşmalardan sonra durduruldu o reaktörün Akkuyu’ya yapımı.

O gün Ecevit’e söylediklerimin arasında şu da var: “Her şey yolunda gitse dahi, turizm rakiplerimiz konuyu aleyhimize kullanabileceklerdir.” Terör şayiası dahi bir tehlikedir. Yani bir terör örgütü, “Ben Akkuyu Santralına bir sabotajda bulunacağım” dese, ağzınızla kuş tutsanız bir şey yapamazsınız. Nereden biliyorum? Ecevit’e 20 sene önce anlattım. Dedim ki, “Bakın, 1999 yılı Ağustos ayında bir deprem oldu Gölcük’te, ama turizm rezervasyonlarımız bıçakla kesilmiş gibi kesildi.” Onu geçelim, Antalya’da, Sheraton Otelinin önünde, taksi durağında, yandaki taksiye zarar vermeyecek bir molotof kokteyli patladı, “Türkiye'de terör var” denilmek suretiyle yine rezervasyonlar bıçakla kesilir gibi kesildi. Hâlâ daha bir araştırma yok. Ben bunu anlamıyorum. Bu kafayı, bu yaklaşımı inanın anlamıyorum ve katiyen onaylamıyorum. Kınıyorum. Siyasi iradeye saygım var, demin söylediğim koşullarda; ama ulemaya da kulağınızı verin kardeşim. Ulemayı dinlemezseniz, gideceğiniz yer başka yerdir; kör kör gidersiniz, duvara toslarsınız.

Sonra diyorum ki, “Sebze-meyvemiz kontamine olmuştur” dense, ağzınızla kuş tutsanız, o meyveleri yedirtemezsiniz. “Eskiden olduğu gibi Yunan gazetecileri bize gelmiyor” dedim Ecevit’e. Yani Türkiye'ye nükleer santral kurulması onların işine yarayacak.

Bakın, bu noktaya kadar olası bir kazadan söz etmiş değilim. Deniz suyunun sıcaklığından bahsettim. Yüzde 10 verim düşecek, yani Karadeniz’e kurulması halinde sağlanacak verim, Akdeniz’de yüzde 10 düşecek. O sıralarda, “Tolga hoca kendisinden beklenmeyecek bir yanlış yaptı” diye bütün basında bir vaveyla koparttılar. Sonra anladım ki, yüzde 30’un yüzde 10’unu diyorum ben. Almanlara hesaplar yaptırmışlar o zaman. Dediğimin özü anlaşılınca, sus pus oldulardı.

Devam edeyim: yüzde 10 verim kaybı, demek oluyor ki, 5 milyar doların 500 milyon doları denize gömülecek, bunun dedim. Onun üzerine o iş orada bitti.

Buna rağmen, Ruslarla filmi ayrıca arada hiçbir şey olmamış gibi başa sardık. Ruslar, ziyaret ettiler... Ecevit’e söylediklerimi onlara naklettim. Çok hoş, çok içerikli, çok keyifli bir konuşma oldu. Kaza olasılığı bilmem ne, verim bilmem ne, diyecek oldular... “Bakın, termodinamiğin ikinci yasasından bahsediyoruz. Yeni bir termodinamik yasası mı var? Yok, sizin dediğiniz gibi bir şey”, dedim. Kaza olasılıklarının fevkalade düşük olduğunu söylediler. “Bir defa, Rus reaktörü denenmemiştir. Bunu geçiyorum. Ama benim bahsettiğim kaza olasılığı, hiç akla gelmemiş olacak senaryolar nedeniyle olacak. Onun için, bundan da katiyen bahsetmeyin”, dedim. Sonra onlar, “Peki, ne yapalım öyleyse?” dediler. “Beypazarı’na gidebilirsiniz, Gaziantep’e gidebilirsiniz, Yozgat’a gidin. Oradan çıkın. Akkuyu’ya, nükleer santral kursanız dahi çalıştıramayacaksınız”, dedim.

Bakın, ilk defa söylemiyorum, 5 sene önce Ruslarla konuşmamız sırasında söyledim, yazdım. Kitapta var. “Oraya reaktör kurarsanız çalıştıramayacaksınız, prestijiniz sıfır olacak; çünkü sonunda bize zarar veriyor. Parasını da ödememiz hususu saklı olmakla beraber, bunu çalıştırmayacağız”, dedim. Türkiye'nin turizm gelirleri de 30-40 milyar dolar arası bir noktaya geldi. 5 milyar reaktörün tanesi. “Yani Türkiye'nin turizmine ciddi olarak zarar vereceğini fark etmesiyle beraber Türkiye bu santralı çalıştırmayacak, çalıştıramayacaktır. Gidin, bu santralı Odesa’ya kurun, Rus Riviera’sına kurun” dedim. şaşırdılar, “Ne alâkası var Profesör Yarman?” diyecek oldular... “Oraya kurun, ben başbakan olursam size iki katı fazla fiyat vereceğim”, dedim. “Mavi Akımın altında, ona paralel nükleer elektrik alırız sizden” dedim, şaşırdılar. “Kuramazsınız. Onun için söylüyorum. Kuramazsınız; çünkü kamuoyunuz ona izin vermez, çünkü sizin Riviera’nızın turizmini tehdit ediyor olacaktır. Onun için bunu yapamazsınız”, dedim. Tercüman aracılığıyla konuşuyoruz. “İyisi mi, siz buradan çıkın. Çıkmazsanız…” dedim, Nasrettin Hoca fıkrasını tercüme ettirdim. Siz biliyorsunuz, onlar bilmiyorlar. Hoca, malum, bindiği dalı kesen adama, “Oğlum, düşeceksin”, demiş. Adam devam etmiş kesmeye, hoca yürümüş. Kesmeye devam etmiş adam, demeye kalmamış, dal kırılmış. Çanağı çömleği kırunca, kalkmış telaşla Hoca’nın peşinden koşmuş adam, “Hocam, öleceğim günü de söyleyin bana” demiş. Bunu tercüme ettirdim, arkasından dedim ki Ruslara, “Öleceğiniz günü gelip bana sormayın”!

Onlar da koca beyinler, elbette, saygım var. Ama hata insanı kapının dibinde bekler her daim...

Nükleer atık sorunu çözülmemiştir. Bu durum, psikolojik olarak da olsa Akdeniz Bölgemize, ilgiyi örseler...

Bundan sonra bizi hangi melanet bekliyor? 2002’de hükümet bozulmuştu, arkasından melanet geldi, arkasından 2010 referandumuyla başka bir melanet geldi. Yargı kafeslendi, arkasından ordu kafeslendi. Arkasından hangi melanetle karşı karşıya geldiğimizi biliyoruz. Anayasa referandumu 2016, 15 Temmuzu getirdi beraberinde. Bundan sonra 16 Nisan 2017 referandumundan es kaza evet çıkarsa hangi melanetin bizleri beklediğini merak ediyorum ve sorgulama konusu yapılmasını çok önemsiyorum...

Bakın, bu fotoğraftaki, Bursa’daki termik santrali.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(Fotoğraf Dr. Umur Gürsoy tarafından çekilmiştir.)

Aramızda hanımefendiler var. Bugün Dünya Kadınlar Günü. Beni bağışlasınlar, ama “çüş be”, kardeşim! Bunun adına biz mühendislikte “mühendislik faciası” deriz. Bakın, bu bir siyasi facia ve siyasi tercih; ama aynı zamanda mühendislik faciasını beraberinde getiriyor. Sizler o zaman deliye dönüyordunuz herhalde Elektrik Mühendisleri Odası olarak. O zamanlar yüzergezer santrallar var vesaire. Buna kimse “Hayır” diyemedi.

Nükleer enerjinin geliştirilmesine hiç karşı olmadım. Bir nükleer mühendis, bir hoca, bir mühendislik hocası, teknoloji geliştirilmesine esasen karşı olamaz; ancak, alaturka nükleercilere, nükleer holiganlara; “Teknoloji getiriyoruz” derken, teknolojinin söz konusu yolla gelmeyeceğinin farkında olmadığı bir yana, memleketi maceraya sürükleyen nükleer çocuksuluklara, hep karşı oldum.

Son söyleyeceğim şu: Aklınızı başınıza toplayın, kaş yapalım derken göz çıkartmayın! Artık ondan sonra, ne haliniz varsa görün!

Teşekkür ediyorum...