Ben Bir Çay Kaşığıyım

Öğrencilerime “günlük yazın” dedim. Onlar da “ne yazalım” diye sordular. Anlattım dilimin döndüğünce. “Çay kaşığını bile yazabilirsiniz” dedim. "O alsın sizi götürsün bir yerlere. Çağrışımlarınızı sorgulayın, edebiyat parçalayın” filan dedim. Sonra kendi kendime kalınca “hadi sen yaz da görelim” dedim, bu yazı çıktı.

Kaşığı bilirsiniz. Yemek yerken kullandığımız yeme aracı. Ağzımıza en çok davet ettiğimiz araçtır. Diğeri de diş fırçası. Çay kaşığı, tatlı kaşığı, dondurma kaşığı gibi türleri var.

Çocukluğum geldi aklıma. İki unutulmaz hatıra. İlki babamın kaşığı illa sağ elime tutturma mücadelesiydi. Hem o hem de ben ifrit olmuştuk. Onun dediği oldu sonunda. Solak olmama rağmen kaşığı sağ elimle kullanıyorum.

Kaşıkla ilgili ikinci hatıram köyümüzün geleneksel imamıyla ilgilidir. İmamımız Sıddık Dede atalarından aldığı imamlık görevini çocuklarıyla birlikte sürdürüyordu. Ama ramazan aylarında bazen imamı olmayan başka köylere göreve gider, bize oğlunu bırakırdı. “Hem Allah rızası hem de geçim dünyası, oğul” derdi. Sanırım az miktarda bahşiş para ve köylülerin verdiği un, yağ ve tahılla dönerdi.

İnsanların sağlık bilgisinden bihaber oldukları, her türlü bulaşıcı ve salgın hastalıkların kol gezdiği zaman ve yerlerden söz ediyorum. Sıddık Dede köylerde geçmişte bir şeyler yaşayıp görmüş ya da bir ileti vermek istemiş olmalı ki, o yıl gittiği köye cebinde kaşığıyla gitmiş. Akşam namazı eda edildikten sonra iftar için bir eve davet edilmiş. Ne olmuşsa orada olmuş işte. Sıddık Dede’nin fark ettirmeden cebinden çıkarmaya çalıştığı kaşığı ev sahibi fark etmiş ve bizim dedeye önce sitem etmiş sonra da durumu köylülerine anlatmış. Ertesi gün Sıddık Dede köyümüze döndü. Köyde epey bir zaman bu konu konuşuldu. Herkes “keşke” ile başlayan ve “ben olsaydım” ile devam eden cümleler kurup duruyordu. Ben de fikir beyan etmiştim hatta ilgi ile de karşılandı ama ne söyledim hatırlamıyorum. Neyse.

Kaşık uygarlıktır. Onun olmaması durumunu düşünebiliyor musunuz? Yaşam kalitemizden ne çok şey kaybederdik. Gerçi kaşığın tarihine baktığımızda yakın zamanlarda kullandığımız anlaşılıyor. Uzak doğuda onu kullanmayanlar da var.

Kaşıklar bazen bize sitem eder mi? Kaşığı konuşturdum, bakın ne dedi:

Ben bir kaşığım. İnsanlar beni sadece kullanıyorlar, tanımaya çalışmıyorlar. Mesela benim bölümlerimin adlarını kaç kişi tam olarak biliyor? Elinizle tuttuğunuz kısma “sap” diyorsunuz. Elbette bunun bölümleri var; ucu, ortası, dibi gibi. Peki, ağzınıza aldığınız kısma ne denir? Çorbanızı, yemeğinizi, tatlınızı, dondurmanızı yükleyip ağzınıza soktuğunuz kısma ne dersiniz? Ahh, siz insanlar, ne kadar vefasızsınız!

Ben bir çay kaşığıyım. Kim anlar bir çay kaşığının işgörüsünü? Ya derdini?

Ben sıradan basit bir aracım. Varlığıyla yokluğu belli bile olmayan... Öyle ki benim yokluğumda, tembel anlarınızda, çayınızı yemek kaşığının sapıyla bile karıştırırsınız. Olmasam da olur!

Ben alçak gönüllüyüm. Bendenizim.

Ama işin zevkindeyseniz, çay içmek (yaşamak) sizin için bir zevkse, bir tören ise, siz farkında bile olmadan mutluluğunuza mut, yaşamınıza kalite katabilirim. Emek ve sevgi ile demlenmiş ve içine tatlandırılmak için atılmış ama dibe çökmüş şekerinizi karıştırabilir ve tadına doyulmuş bir çay, bir lezzet, bir tat, bir hûşû katabilir, anlarınızı doyumsuz kılabilirim.

Ben bir çay kaşığıyım...

Aletiniz ve bendeniz... Kullanın beni, şekerinizi çayınıza karıştırayım. Ağzınıza tat gelsin.

Ben bir çay kaşığıyım...

Siz hiç benim çayı karıştırırken çıkardığım seslere dikkat ettiniz mi? Ne söylerim size?

Ya biçimime? Üzerimdeki desenlere? Neler anlatırım size? İncelik, zarafet, gelenek, değerler sistemi, sadakat...

Ben hep sizinim. Ailenizin bir parçası...

Bazen benimle bal ya da reçel yediğiniz olur. Beni ağzınıza alıp yalamanız yok mu? İtiraf ediyorum; beni daha tutkuyla, ihtirasla yalayasınız diye balı kendime yapıştırıyorum!

Ben bir çay kaşığıyım. Aşktan da anlarım. N’olur, beni ince belli çay bardaklarına daldırın, İngiliz fincanına değil!

 

Barıştan ne anlıyorduk?

Yıllar önceydi. Pkk'nın henüz aktivist sayılmayıp, terörist olduğu zamanlarda ayniyle vaki üstelik mükerrer şu olay cereyan ederdi:

 Pkk şehirlerarası yolu keser ve otobüs yolcularını indirir.

-Türkler şu tarafa, Kürtler bu tarafa geçsin, buyrulur.

Beraber oturan aynı yolun yolcuları bölünür. Taraf olurlar, geçerler karşılıklı. Ama biri ortada kalır. Hiçbir tarafa geçmez. Pkk'lı emreder.

-Geçsene lan sen de bir tarafa... Meşhur cevap gelir:

-Ben Zazayım, burada Zaza tarafı yok! Pkk'lının tepesi atar, bir dipçik vurur.

-Geç lan karşı tarafa, senden hayır gelmez. Daha Kürdistan'ı kurmadan bölücülüğe başladın!


* * *
Facebook paylaşkılarından okudum, açılım zamanında, Batı Türkiye'den birileri yazmış:


-30 yıldır Kürtlerin kullandıkları kaçak elektrik faturalarını biz ödüyorduk. Barış geldi, hiç değilse 30 yıl da onlar bizim faturaları öderler artık!


* * *
Kars'ta trafik polisi yol kontrolleri yaparken bu olay yaşanmış. Polis köyden gelen minibüsü durdurmuş,

-Ver bakalım ehliyetini, ruhsatını. Şoför:

- Ne ehliyeti, ruhsatı komserim, barıştık ya! Nasıl barış böyle! Barışı zedelemeyelim, analarınız ağlamasın.

 

Askerdeyken

Günlüğümden: 1987’de Diyarbakır ilimizde askerlik görevimi yapıyordum. Askerlikte ilk günlerimdi. Alınan istihbarata göre akşam saatlerinde saldırı bekliyorduk ve alarmdaydık. Birlikteki herkes tepeden tırnağa silahlıydık. 8-10 şarjör dolusu mermi verildi bana da. Saat 19-21 dış devriye nöbeti tutacaktım. Işıklar altında, elim ve kulağım tetikte geziniyorum. Aslında sakindim ama acemi candarma olduğum için nöbet yerine gitmeden önce o kadar çok tembih ve emir aldım ki gergin durumdaydım. Etrafımda pusuya yatmış manga arkadaşlarım vardı ama bir saldırı olursa ilk ateşte hedef olacaklardan biriydim.

Derken, birliğin bir başka tarafında ateş başladı. Bir şarjör boşaldı. Arkasında birçok tüfek birden ateşlendi. Saldırının o taraftan yapıldığı düşünüldü. İhtiyatlar o tarafa kaydırılırken ateş kesildi. Meğer çok gergin nöbetçilerden biri gördüğü bir karartıya ateş etmiş, pusudakiler de o yöne rastgele ateş etmişler.

İki saatlik nöbetim bitince başka arkadaşım nöbeti devraldı ve ben gazinoya (yemekhane) geldim. Kimse yoktu ama televizyon açıktı. TRT 1 kanalıydı sanırım. O gergin anlardan sonra tüfeğimi dizime koyup bir sandalyeye yığılırcasına oturdum. Gayri ihtiyari televizyon seyrediyorum. Korhan Abay diye birinin sunuculuk yaptığı güya bir yarışma programı!

Korhan Abay nedense tanıtımı çokça yapılanlardan biriydi. Dahi Türk çocuğuymuş. Ne hayrını gördük, dehasını nasıl sergilemiş, bilmiyorum, bilen vardır belki. Gelelim bu dahinin yaptığı yarışmaya:

Turistik bir otelin havuzu. Mayolu insanlar var. Korhan Abay yarışmacıları belirledikten sonra “van, tu, tiri, gooooouu” diye bağırıyor ve yarışma başlıyor. İki mayolu yarışmacı birer sala binerek havuzda birbirlerine doğru yüzüyorlar. Ellerindeki küreklerle itişiyorlar. Biri düşüyor ve yarışmayı öteki kazanıyor. Etraftakiler çılgınca alkışlıyorlar ve kazanana ödül olarak bir bardak limonata veriyorlar. Böylece devam eden bir saçmalık.

O ana kadar vatanımı, ailemi beklediğimi düşünüyordum. O an Korhan Abayları da beklediğimi fark ettim. Midem bulandı.

Yıllardır bu ülkede bitirilmeyen bir terör zulmü yaşanıyor. Gençlerimiz karda, sıcakta, dağda bayırda namluların ucundan bakıyorlar manzaraya. Onları bekleyen aileler diken üstünde. Her an telefondan kötü bir haberin geleceği endişesiyle yaşıyorlar.

Medya sanki başka bir ülkenin medyası ve başka bir ülkeden haber veriyor gibi. Mehmet Ali Bıranda adlı mankurt ve onun yetiştirmeleri eşkıya ile devlet arasında tarafsız kalmayı tercih ediyor hatta “sen devletsin, onlar bir avuç hak arayan garipcik” muamelesi yapıyor. Sorumsuz ve saygısız yayınlarına devam ediyorlar. Bu ortam ve koşullarda yayınlarımız nasıl algılanır gibi bir kaygıları yok. Toplumda bazılarının homurtusu yükselince “aman ha, tehlikeli gerginlik” manşetleri atıp eşkıyalığa karşı yükselen demokratik tepkiyi bastırıyorlardı. Ne gam. Askere gidenler yine davul zurnayla gönderiliyor, analar yine oğullarının eline kına yakıyor, babalar yine “vatan sağ olsun” diyor.

Vatan için ölmek de var ama aslolan vatan ve millet için yaşamaktır. Ciddiyetsizlikleri, hataları ya da seçim kazanmak uğruna keyfi davranışarı yüzünden çocuklarımızı ölüme sürenlerin yanına bırakılmasına vicdanı el verenler, bizden olmadıkları gibi insan da olamazlar. Milletin çocuklarının kanına emek doğrayıp yemek iğrenç bir kaniçicliktir. Allah'ın hesabı ayrıdır, milletler hesabı öteki dünyaya bırakmaz. 

Komutanlar mı, onları Silivri’ye “Ergenekoncu” diye yani “ulusçu / milletçi diye” doldurdular, İmralı'yı kıskanarak ve ibretle izlettiler. Arkasından bu operasyonları Abd adına birilerinin yaptığı anlatıldı. Bunu da unutursak bize de mankurt desinler.

 

You have no rights to post comments