Ülkemizde, genelde laiklik siyasal bağlamda ele alınır ve din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması olarak tanımlanır. Bu anlamda sadece teokrasinin (din devletinin) almaşığı olarak düşünülür. Bu, laikliğin dar bir konumlandırılışıdır. Felsefi temelde bakıldığında laiklik, aslında, insanın, varlık, bilgi ve değere beşeri olanaklarla baktığını anımsamasından ibarettir. İnsan Tanrı olmadığına göre, tanrısal olarak bakamaz. Bu, doğal olarak, insani düzlemde, theo-ontoloji (tanrısal varlıkbilim), theo-epistemoloji (tanrısal bilgibilim), theo-aksiyolojinin (tanrısal eylembilim) olanaksızlığına işaret eder. Kutsal metinler aracılığıyla insanlara Tanrı’nın seslendiğine inansak bile, kutsal metinlerin beşeri olan dil, kültür ve insanın bilişsel yapısı tarafından sınırlandırıldığını görürüz. Bunu görmek için herhangi bir kutsal kitabı okumak yeterlidir. Bu sınırlılık yüzünden dinsel metinler, pek çok tarihsel ve yöresel anlayışlar içerir. Kaldı ki, kutsal metinler doğrudan bir şey de söylemezler; onu okuyan insanın yetenekleri, bilişsel durumu, algıları, yaşam deneyimleri, varlık, bilgi ve değerlere bakışı metni anlamlandırmasına etki eder. Bu yönüyle, kutsal metinlere yönelik her okuma bir yorumlama etkinliğidir ve yorumlama beşeri bir faaliyettir. Şu halde, hem dinsel metinlerin kendisi beşeri araçları kullanır hem de onu anlamaya yönelen özne onu beşeri olanaklarla anlar ve yorumlar. Yani böylelikle her şey aslında beşerîleşmiş olur. Bu, insani düzlemde tanrısal bir ontoloji, tanrısal bir epistemoloji ve tanrısal bir aksiyolojinin olmadığını gösterir.

İşte laiklik, insanın sınırlı olan antropo-ontoloji (insani varlıkbilim), antropo-epistemoloji (insani bilgibilim) ve antropo aksiyolojiye (insani eylembilim) mahkûm olduğunun bir itirafıdır. Yani insanın haddini bilmesidir. Bunu bilmek, dogmatizmden kurtulmak, eleştirel bakmak, yanılabileceğimizi görmek, hoşgörü ve tolerans kültürünü vb. geliştirmek bakımından kaçınılmazdır. Herkes kendi algısını tanrısallaştırıp biricik sayınca, inanç adına öldürmeler, mezhep kavgaları, ötekileştirmeler, küfürle suçlamalar, yargılamalar vb. bitmemektedir. Aslında, theo-epistemolojiye (tanrısal bilgibilim) inananlar, hadsizlik yaparak, kendi yorumlarını, algılarını Tanrı’ya mal etmiş olmaktadırlar. Bu gerçekten bir hadsizliktir; insanın kendisine yabancılaşması ve deyiş yerindeyse, tanrılığa soyunmasıdır. Laiklik, insanın haddini bilmesi, insani düzlemdeki her şeyin insani algı düzeyiyle, insanın dili, bilişi ve kültürüyle sınırlı olduğunu kavramasıdır. Bu yüzden laiklik, kanımca, her türden ayrımcılığın panzehiridir. Çünkü tüm ayrımcılıklar, birisinin kendisini epistemolojik ya da ontolojik açıdan üstün ya da tanrısal bir yere yerleştirmesinden kaynaklanmaktadır.

Laikliğin bu bakımdan konumlandırılması, siyasi bakımdan sığ bir biçimde konumlandırılmasından daha işlevseldir.  Çünkü laikliğe felsefi düzlemde bakmak, eğitim sisteminin temeline oturan “nasıl insan istiyoruz” sorusu ile “bu insan da bulunması gereken nitelikler nelerdir” sorusuna verilen yanıtta önem taşımaktadır. İnsan odaklı laik eğitim, özü itibarıyla, varlık bilgi ve değere insani olanaklarla baktığını bilen insanlar yetiştirmeyi ilkeleştirirken, almaşığı olan tanrı odaklı dinsel eğitim, her şeye tanrısal gözle bakması ya da bakılması gerektiğine inanan bir insan modeli üretmeyi erekler. Bu bağlamda, Türk eğitim tarihinin, ‘nasıl bir insan istiyoruz’ sorusu ile ‘bu insanda bulunması istenen özellikler ve bu özelliklerin hangi öğretim içerikleri ile kazandırılacağı’ konusunda Tanzimat’tan beri güçlü tartışmalarla dolu olduğunu, laik eğitim-dini eğitim ikileminin her daim güçlü bir tartışma konusu olduğunu anımsatmak gerekir. Laik eğitim-dinsel eğitim ikileminde yürütülen bu tartışmalar yaşamsaldır; çünkü her iki eğitim anlayışının varlık, bilgi ve değere bakışı, inşa etmeyi amaçladığı insan tipi ile amaca ulaştırıcı eğitim içeriği kökten farklılaşmaktadır.  Betül Çotuksöken’in yerinde kavramsallaştırmasıyla, dinsel eğitim, özcü, tümelci ve durağan bir yaklaşımı temel alırken, laik eğitim, değişimi, evrimi temele alan tikelci ve nominalist bir yaklaşıma dayanır.  Ancak tartışmayı, daha sağlıklı bir zemine dayandırmak için, “din öğretimi” ile “dinsel eğitimi” bir birinden ayırmak gerekir; dinsel eğitim, eğitimi dinî temellere dayandırmaya, varlık, bilgi ve değere dinsel/tanrısal paradigmadan, deyiş yerindeyse, theo-epistemolojik ve theo-ontolojik temelde bakan insanlar yetiştirmeye çalışırken, din öğretimi din ve dinler hakkında yansız ve çoğulcu bir biçimde bilgilendirmeyi temel alabilir. Bu haliyle, varlık, bilgi ve değerlere antropo-epistemoloji ve antropo-ontolojik temellerle yaklaşan laik eğitim, dinler ve mezhepler hakkında nesnel ve çoğulcu bilgiler veren din öğretiminin değil, eğitimi dinsel temellere dayandıran dinsel eğitim anlayışının almaşığıdır. Ancak üzülerek söylemek gerekir ki, bizdeki din öğretimi programları, dinler hakkında bilgi vermekten çok, insani olan her şeyi (bilim, sanat, felsefe, etik vb.)  dinsel bir temele dayandırmaya çalışmakta; hatta İslam’ın da sadece belli bir yorumunu, sünni yorumunu esas almaktadır. Bu haliyle din öğretimi değil, fikir aşılamasına, hatta koşullandırmaya yönelten, dinsel bir eğitimi hedeflemektedir. 

Yansız ve çoğulcu din öğretimi yerine, dinsel eğitim yapmak ve laik eğitimden uzaklaşmak, bize ne getirir? Gelin tartışmamızı, felsefi bağlamda, dinî eğitim ve laik eğitimin hedeflediği insan tipinden yola çıkarak derinleştirelim. Genelde dinsel eğitimin amaçladığı ideal insan tipi, -bu ister Hıristiyan, ister Müslüman isterse Yahudi olsun fark etmez- aslında insana, topluma, evrene ve bunlara yönelik varlık, bilgi ve değere tanrı odaklı, bir başka deyişle teosentrik bakan bir insan tipidir. Bu tipin bir diğer önemli unsuru, bu dünyayı gelip geçici sayması, ahrete yönelmesi, değiş yerindeyse bir tür “homo ahireticus” olmasıdır. Bu bakış açısına göre, Tanrı etkin varlıktır; o yaratıcıdır; her şeyin kökenidir. Hakiki varlık O’dur; diğer varlıklar, yaratılmış varlıklardır; deyiş yerindeyse, onların varlığı mecazidir; onlar etkin değil, Tanrı karşısında edilgindirler. Bu varlık anlayışı felsefeden tanıdığımız Platoncu özcü varlık anlayışının basit bir tekrarı gibidir. Bu anlayışa göre, bilgi ve değer de Tanrı tarafından verilmiştir, yani esinlenmiştir, vahyedilmiştir. Dolayısıyla insan düşen, verilmiş olan öz bilgi ve değeri yorumlayarak açımlamak ve yaşamına uygulamaktır. Burada insanın bilgi ve değer konusundaki tek üretken katkısı, verilmiş çerçeve içinde düşünerek, kutsal metinlerde gizil olan hakikati ortaya çıkarmak, onu açımlamaktan ibarettir. Bu, deyiş yerindeyse tam da tipik bir ortaçağ anlayışıdır ve bu anlayışın başarılı bir insan tiplemesi olmadığını, bilgi ve değer üretmede güdük kaldığını tarihsel deneyimler göstermiştir. Batı bu insan tipini terk edince atılıma geçmiş, Osmanlı da anılan tipten Batı karşısında geri kaldığı için vaz geçmek zorunda kalmıştır.  Bu insan tipi skolastik bir tiptir; her türden bilgi ve değerin meşruiyetini kutsal metinlerle ilişkilendirme gereksinimi duyar. Dinsel metinlerle ilişkilendiremediği her türden bilgi ve değere mesafeli durur; laik ve seküler olanı aşağılar ve küçümser. Bu nedenle ona bir bilgi ve değeri sunarken daima dini referanslarla sunmak gerekir; aksi takdirde onu kabullenmez. Onun için dini ambalaj şarttır. Aksi takdirde laik ve seküler olanı dünyeviliği içinde kabullendiğinde dinden çıkacağını düşünür.  Aslında bu insan tiplemesi, modern laik ve seküler toplumda yaşıyorsa, daima travmatik bir bilişsel durum içerisindedir; çünkü karşılaştığı her şey sekülerdir ve bilişini altüst etmektedir. Bu tipin bir diğer önemli niteliği, kendisini hakikate, daha doğru bir deyişle tanrısal hakikate sahip olarak nitelemesi, kendisi gibi bakmayanları, laik ve seküler bakanları dinsiz ve hatta ahlaksız olarak görmesi, bilişinde onları aşağılamasıdır. Bu özünde tolerans ve demokratik kültürün önündeki en güçlü engel olarak karşımıza çıkar. Zihni dogmalarla koşullandırılmış olan insan tipinin, eleştiriye, yeniye, farklı bakışlara, alternatiflere, nedensel açıklamalara karşı mesafeli olduğunu, varlığı ve evreni Tanrı’yı karıştırmaksızın kendi içinde nedensel süreçlerle açıklamayı erekleyen etkinliklere yaklaşmadığını belirtmek gerekir. Bu tip farklı dinsel yorumlara da dinsizlik gözüyle bakar.  Onun için her şeyin yanıtı bir şekilde Tanrı ve tanrısal yaratıyla ilişkilidir. Her söylemine Tanrı sözcüğü mutlaka bulaşır. Bu nedenle, onun evreninde her an harikulade şeyler olabilir; doğanın olağan işleyişi sadece faili muhtar (özgür seçici) olan Tanrı’nın dileğine bağlıdır. Her şey Tanrı’ya bağlı olduğu için, her şeyde bir tanrısal hikmet arar, şans, tesadüf, rastlantı gibi kavramların yerini Tanrı’nın anlık yaratımına dayanan kader alır.  İşte bu insan tipi, evrim kuramına dine uymadığı için karşı çıkar; laik ve seküler yaşamı, dini referans almadığı için eleştirir; bilimi Tanrı’dan söz etmiyor diyerek materyalist sayar, her türden yeniliğe karşı durur. Bu nedenle olsa gerek, kimi modern dinciler –Yahudi, Hıristiyan, Müslüman olsun fark etmez-, dini metinleri bir parça tahrif ederek, çeşitli te’villerle dini metinlerde evrimden söz edildiğini, dinin laikliği önerdiğini, demokrasinin dinde de yer aldığını, çeşitli dinsel ritüellerin tıbben sağlık getirdiğini vb. gündeme getiriler; bu tutumlarıyla modern bilgi ve değerleri dini bir ambalaja sokarak sunarlar; değişimi böyle gerçekleştirmeye çalışırlar. Her şeyi kutsal kitapta arayan bu insan tipi için, hakikat verilmiştir; oradadır ve verilmiş hakikati ezberlemek ve bilişe yerleştirmek yeterlidir. Bu nedenle bu tip insan daha çok hafızasını kullanır, zekâsını işlevsel olarak kullanmada sıkıntılar yaşar. Bu insan ahirete odaklı olduğu ve dünyayı küçümsediği için, uygarlığa katkısı oldukça sınırlıdır. Hemencecik inanıverme niteliği yüzünden sömürüye ve itaate hazırdır.  Sık sık kandırılır. Daha da önemlisi bu insan tipi, varoluşu, yaşamı ve yaşamın tüm zenginliğini bir kitaba, bir metne indirger; hayatı ona sığdırmaya çalışır. Ona sığdıramadığında iç çelişkiler yaşar ve günahkârlık bilinciyle yanıp tutuşur.  

Buna karşın, yansız ve çoğulcu din öğretimine karşı çıkmayan, dini sosyal bilimler içinde konumlandıran  laik eğitim, varlığa, insana ve topluma insani olanaklarla bakan, onları bilimsel yöntemlerle anlamaya çalışan hümanist bir insan tipi var sayar. Bu tip, ontolojik anlamda bir Tanrı’ya inansa da –inanmama özgürlüğünün de bilincindedir-, bunu öznel kabul eder ve inançlarını diğerine empoze etmez. İnancını Tanrı ile kendi arasında bir bağ olarak görür ve bunu çoğu kez konuşmaz.  Nesnel bir dünyada yaşadığının farkındadır ve bu dünyanın nedensel açıklamasının peşine düşer. Onun için bir olguyu, bir olayı, bir durumu açıklamak, bir üst yasaya ve daha üst teorilere gitmekle mümkündür. Doğanın ve insanın bilgisini yine doğada ve insanda arar; onu kutsal metinlerle ilişkilendirme gereği duymaz; ona göre din başka bilim başka bir şeydir; her ikisi insanın farklı taraflarına seslenir. Çünkü ona göre insan çok boyutlu bir varlıktır.  Bu açıdan onun için bilgi ve değer üretmek çok önemlidir; bilgi ve değer verilmiş değil, yaşamsal koşullarla diyalektik içerisinde üretilmiş ve üretilen bir şeydir. Bu anlamda bilgi ve değer alanında mutlak hakikat diye bir şeye inanamaz; hakikatin peşindedir; ama ona kesin anlamda sahip olduğunu ileri sürmez; hiçbir şeyi ezberlemez, anlamaya, kavramaya çalışır. Önüne sürülen her bilgi ve değere eleştirel yaklaşır; farklı alternatiflere bakar, mutlak doğru saplantısı olmadığı için alternatiflere saygı gösterir, diyalog kurar ve demokratik yaklaşımı ilkeleştirir. Ahlakı toplumsal ve insansal yaşamın bir parçası olarak görür; onu insanın dışında aramaz, insana eğilir, içine ve vicdanına yönelir, iç dünyasını korkularla değil sevgilerle zenginleştirir. Köle ahlakı, korku ahlakı, dışsal baskı ahlakını gerçek ahlak olarak görmez; ahlakı insani ve evrensel değerlerde arar. İnanan, inanmayan yarımı yapmaz ve hiç kimseyi ötekileştirmez; herkesin birey olduğunu düşünür ve seçimlerine toplumu ve kendini rahatsız etmediği sürece saygı duyar. Dinsel metinleri anlamaya çalıştığında da sosyal bilimlerin metin anlama ve yorumlama yöntemlerini kullanır; dini metinler dâhil hiçbir şeyin, dili, kültür ve insan bilişini aşamayacağının farkındadır. Bir anlamda onun için her şey ilintili ve koşulludur; belli bir bağlamda var olur. 
Evrensel kavramını kullanırken bile bu ilintililik ve koşulluluğun bilincindedir. O belli bir zaman ve mekânda yaşadığını ve sınırlılığını bilir, nesneler dünyası ile varlık nesne ve olaylarla doyurucu ilişkiler kurmaya yönelir. Hiçbir şeyi kutsallaştırmaz; hiçbir şeyin kendinde anlamı olmadığını bilir ve kendi anlam dünyasını kendisi örer. 

Şimdi, varlık, bilgi ve değerleri değişmez, saltık dinsel temellere dayandırmaya çalışan dinsel eğitim mi; yansız ve çoğulcu din öğretimine, sosyal bilimler, kültür bilimleri bağlamında yer veren, varlık, bilgi ve değerleri insani ve değişim temelinde ele alan laik eğitim mi ikilemine yanıt bulmak için hangi insan tipinin felsefi açıdan daha doyurucu, daha ikna edici ve daha başarılı olduğunu ve olacağını düşünmek sanırım yeterli olsa gerekir.  Ayrıca şunu da düşünmek gerekmektedir:  Acaba hangi tip insan modeli Türkiye’nin bilim, sanat, felsefe, siyaset vb. alanlarda atılıma geçmesine daha çok katkı sağlar?  Eğitimin görevi üretken, düşünen, eleştiren, sorgulayan, bilgi ve değer üreten insan yetiştirmek mi; yoksa itaat eden, düşünmeyi ve kuşku duymayı günah sayan, her şeyi kutsallaştıran, insanları mü’min- kâfir, alevi-sünni, Yahudi-Hıristiyan-Müslüman-Budist vb biçiminde ayıran, kendi dinsel inancını hakikat diyerek herkese dayatan insan yetiştirmek midir?

Unutulmamalı ki, laik eğitim, bilimsel eğitimin temeli olduğu kadar, dinsel, mezhepsel, etnik, cinsel vb. ayrımların da panzehiridir. O, bilimsel ve hümanist eğitimin mihenk taşıdır. Türkiye, din ve mezhep kavgasıyla boğuşan, hem ölenin hem de öldürenin Allahü Ekber dediği Ortadoğu gibi olmak istemiyorsa, her ne olursa olsun laik eğitimden vaz geçmemelidir. Eğitim sisteminin yüzü, bilime ve insanlığa yönelmelidir.  Dediğim gibi, sorun; laik sistem içerisinde, sosyal bilimler mantığıyla nesnel olarak çoğulcu din öğretimine yer vermek değildir; dinî gittikçe tüm eğitim sisteminin temeline oturtup, dinî/dinsel eğitime yönelmektir. Türkiye sanki buraya doğru gidiyor. Bu gidişin bedeli ağırdır. Bunun dine de, Türk insanına yarar getirmeyeceği ortadadır. Henüz vakit varken, her şeyi yeniden düşünmek gerekir.  Yoksa eğitim sistemi aracılığıyla birbirinden nefret eden, Ortadoğu’daki gibi, düşünsel ve inançsal farklılık yüzünden birbirinin başını kesmek için can atan canavarlar da yetiştirebiliriz.