Ekteki yazı 1912 yılında yayınlanan Genç Kalemler Dergisinden alındı. Yazıya geçmeden önce bi takdim yazılmalıdır.

Tolstoy, “İtiraflarım” adlı kitabında kendisini bir yazar olmanın ötesinde üyesi olduğu Rus milletinin bir öğretmeni olarak gördüğünü söyler. Rus milletinin diğer milletlerle olan yarışında üstün gelmesi için hangi özelliklerini geliştirmesi ya da zaten üstün olan bazı özelliklerini bilerek sürdürmesi gerektiği üzerinde durduklarını anlattıktan sonra Rusya’nın Rus aydınlarının ürünü olduğunu ifade eder. "Rus milleti bizim çocuğumuzdu", der, Tolstoy. Sadece Tolstoy değil, diğerleri de, Dostoyevski de öyleydi.

Rus aydın ve edebiyatçılarının 19. yüzyıl boyunca öğretmenliği sürmüş ve Rusya’yı elde etmişlerdir. Aydının nasıl olması gerektiğinin örneği ve dersini Rus aydınından ibret alarak tanımlayabiliriz. Milletin anası-babasıymış gibi milletin üzerine titrediğini, onu en iyi biçimde eğitmek, milletine kendisini tanıtmak, yapabileceklerini ve yapamayacaklarını yani artı ve eksi özelliklerini göstermek, ulusal konularda bir bütün halinde hareket etmelerini sağlamak, milletin önünü aydınlatıp kendisinin yürümesini sağlamak Rus aydınının başarıyla gerçekleştirdiği bir görevdir. Rusya, sadece modernist-devrimci Büyük Petro’nun değil, Rus aydınının da eseridir.

Üçüncü Selim, 2. Mahmut ıslahatları ve Atatürk devrimlerini tek başına yapan Rus Çarı Büyük Petro ve Rus devleti çıkarları bozulduğu için mızmızlanan ortaçağ kalıntılarını silip süpürmüştür. Rusya’yı süper devlet yapan, o mıntıkadaki Türk asıllı kitleleri Ruslaştıran onun devrimi ve Rusya’nın başarısına olan imanı idi. Rusya'da devrimlere mızmızlanan mürtecilerle uzlaşmak veya devrimlerden geri adım atmak yerine aşağılayıcı bir bakış yetmiştir.

Dostoyevski (1821-1881) Büyük Petro’nun gerçekleri gördüğünü görenlerden biriydi ve mızmız ortaçağ kalıntılarına dalkavukluk etme gereği duymadı bile. Türkiye'nin devrimleri savunan muhafazakâr aydın sıkıntısı hep olmuştur. Muhafazakârlığı 16. yüzyılın değerlerine körü körüne bağlılık ya da Ortadoğu kültürlerinin bekçiliği sanan fukara okumuşlarını aydın sanma gafleti de sürmüştür. Çalkantıdan kurtulamamaktadır.

Bu yazıda Dostoyevski’nin edebiyatçı kimliği üzerinde değil, Rusluğu üzerinde duruluyor. 1912’de, o vakitten 31 yıl önce (1881’de) ölmüş bir yazar üzerine yazılmış bir yazı. O tarihte bile Dostoyevski’nin ünü dünyayı sarmış olmalı… Her şey neyse ne de, Dostoyevski’nin fetihçi, yayılmacı-yağmacı kişiliği (anakronik düşünmek istemem ama) onun günümüz değerleriyle evrensel bir görüş taşımadığını gösteriyor. “İstanbul er ya da geç Rusya’nın olacak" diyen bir adam için ne denilebilir ki? Şöyle de düşünebiliriz: Edebiyatçı tarafıyla diğer taraflarını ayırdıktan sonra sadece edebiyatçı kısmıyla ilgilenmek… Bu mümkün mü veya tuhaf değil mi?

İşte, 1912 Tarihli “Genç Kalemler” adlı dergide yer alan yazı, olduğu gibi alındı:

Dr. İkram Çınar

 

TÜRK DÜŞMANLARINDAN: DOSTOYEVSKİ [1]

Muharriri: Kaya Alp

On dokuzuncu asrın Rus mütefekkirleri, edipleri arasında mütelevvin şahsiyetiyle Dostoyevski’ye de tesadüf olunur. Rus edebiyatına canlı ve feyizli bir şekil veren Gogoller, Turgenyevler sırasında sayılmak istenen Dostoyevski hayatının ikinci kısmında tutmuş olduğu meslekle bu mümtaz mütefekkirlerden pek çok ayrılmıştır. Dostoyevski’nin mesleğini değiştirmiş olması sebepleri pek de malûm değildir. Edebî hayatıyla siyasî hayatını karıştırdığı günden itibaren Dostoyevski bütün gündelikçi muharrirler gibi siyasiyyatın ihtiraslı cereyanlarına kapılmış ve nezih edebî simasını kaybetmiştir.

Dostoyevski Ruslar için fakat bir kısım Ruslar için sevilebilir; hürmet olunabilir; fakat biz Türkler için nefrete yakın bir hisle düşünülmelidir; çünkü dehşetli bir Slâvcı, bir Türk düşmanıdır. Ve ben burada onu edebî şahsiyetiyle değil siyasî, Türk düşmanlığı sıfatıyla karilerime tanıtacağım.

Dostoyevski 1822’de Moskova’da tevellüt etti. 1837’de on beş yaşında iken Sen Petersburg’da istihkâm mektebine dahil oldu. Beş sene sonra mülâzim-ı sanî rütbesiyle orduya girdi; fakat o zaman başka bir mefkûre yaşattığından orduda, askerlikte duramadı. İstifa etti. Edebiyat âlemine atıldı.

Umumiyetle Rus ediplerinin fârık bir alâmeti olan köylülerin sefil, sert hayatlarını tasvir etmek Dostoyevski için de kabule şayan bir minhac oldu. 1846’da Zavallı İnsanlar romanını neşretti. Bu romanda Rus adî memurlarının ve orta halli kimselerin hayatlarını, maişetlerini bütün hakikat-ı renkleriyle gösterdi. Bu romanıyla hükûmetin kendi üzerine şüphesini davet etmiş ve o da diğer mütefekkirler, edipler gibi tehlikeli adamlar sırasına girmişti. Nihayet 1849’da hükûmet aleyhinde çalışan gizli bir cemiyette bulunduğu ittihamını mucib olarak idam cezasına mahkûm oldu. İdam olunacağı sırada cezasının on sene “hidemât-ı şâkka”ya tahvil olunduğunu öğrendi. Sibirya’yı boyladı. 1854’te adî bir nefer gibi orduya idhal edildi. Bütün bu meşakkatleri, felâketleri on sene çekti.

Tekrar hürriyetini, hayatını kazandıktan sonra 1861’de Vramya isminde bir gazete tesis etti. 1863’de Polonya hadisesi dolayısıyla yazmış olduğu bir makale gazetenin tatiline sebep oldu. 1867’de kendisinin iştiharına bais olan Cinayet ve Mücazat romanını neşretti. Dostoyevski’nin en güzel eseri bu romanıdır. Aynı zamanda yine bu romanı edebî hayatının mezarıdır; çünkü bundan sonra Dostoyevski siyasiyata kapılmış ve müthiş bir İslâvcı olmuştur. Hürriyetçi fırkalar Dostoyevski’yi reddetti. Zaten o da bir mürteci, bir mutaassıp, bir İncilci olmuştur.

Şimdi Dostoyevski’nin Türk düşmanlığını, müthiş İslâvcılığını Bir Muharrinin Jurnali Ruzname namıyla teflik edilen eserinde göreceğiz. Siyasiyyata atıldıktan sonra muhtelif tarihlerde yazmış olduğu meşhur makaleler bu kitapta mündericdir.

“Bir Yaz” unvanlı makalenin hamiş kısmında şöyle diyor: “İslâvcı diye tefrik ettiğimiz İslâv fikri nedir. Siyasî, tarihi tefsir ve tercümesinden evvel kardeşlerimiz için bir fedakârlık ihtiyacı İslâvları en zayıflara yardım etmeye sevk eden vazife hissiyatı bütün İslâv ırkını müstakbelin en büyük devleti, en büyük müttehid kitlesi yapmak için vicdanî bir vazife temayülleridir. İslavcılık, Hristiyanlığın bütün hakikatlerini neşr ve tamimdir…” Muharrir burada kendi taassup fikrini, İslâvcılık ruhunu pek güzel tasvir ediyor.

“Bir Defa Daha, İstanbul Er Geç Bizim Olmalıdır” makalesinde şu satırları okuyoruz: “Geçen sene Haziran’da İstanbul er geç bizim olmalıdır diye yazmıştım. O zaman fedakârlık, kahramanlık ve heyecan devri idi. Bütün Rusya samimî arzusuyla kâfirler (Türkler)’e karşı Hristiyanlığı, Ortodoksluğu müdafaaya, din ve kan kardeşlerimiz İslavlara yardıma giden ordusunun, ahalisini takip ediyordu…

O zaman İstanbul için şöyle demiştim: “Evet Haliç ve İstanbul, bütün bizim olmalıdır. Zaten tabiatıyla olacaktır. Ve şimdi artık zamanı yaklaşmıştır.

Rusya İstanbul’u zaptetmek için ne gibi manevî hak ve rüchanını gösterecek? Nasıl âlî bir prensip namına Avrupa’daki bu şehri işgal edebilecek?

Bu Rusya’nın müdahelesini icbar eden Ortodoks dininin mevcudiyyeti şartlarından başka bir şey değildir…”

Dostoyevski gözlerindeki İslâvlık, Ortodoksluk gözlüğüyle, o siyah adeseleriyle İstanbul’u Rusların elinde görmek için yalnız kendisine mahsus mantıklar serd ediyor. Yine şark meselelerine dair yazdığı bir makalede Türkler hakkında bütün gayızını, bütün kinlerini, isnadlarla, iftiralarla döküyor: “Bu yalancı, rezil millet irtikap ettiği canavarlıkları inkâr edyor. Padişahın vükelâsı askerlerinin esir ve yaralılara işkence etmediklerini iddia ediyor. Çünkü Kur’an bu gibi hareketi men’ edermiş. Ve biz hâlâ bu müfteriz hayvanlara insanca muamele ediyoruz. Artık zavallı çocukların gözlerini oymalarına devam etmelerini bırakmamalı. Denâetlerine tekrar başlayabilmek arzusunu onlardan tamamiyle ref’ etmeli, Türklerle bir an evvel işi bitirmelidir. Mağlûp oldukları, ellerinden kuvvet ve silâhları alındığı zaman Türkler de Kazan Tatarları gibi elbiselerini, sabunları satmaya başlayacaklardır.”

Dostoyevski’yi tanıtmak için makalelerinden başka parçalar almağa lüzum kalmamıştır, sanırım. 1881’de bütün ihtirasları, taassupları, tecavüzleri nihayet bulmuştur; vakıa İslâv âlemi Ortodoksluk muhiti kuvvetli bir uzvunu kaybetmiştir. Fakat insaniyet, aynı zamanda Türklükte muannit bir düşmanından kurtulmuştur.

Dostoyevski’yi romancı sıfatıyla Amerikalı Edgar Poe sınıfında, ayarında görürler. Romanlarının kahramanları ya bir deli, ya bir ahmak veya kendini beğenmiş bir adamdır. Edebî hayatında sabit bir meslek gösteremeyen bu adam gazetecilik âleminde İslâvcılık müdafiliğini takip etmiş ve Ortodoksluğun, Hristiyanlığın bütün dünyaya hâkim olmasını mefkûre edinmiştir.

Dostoyevski dünyada saadet ve refahın husulünü ancak Hristiyanlıkta ve bilhassa Ortodokslukta görüyordu ve bunu için kalemiyle çalışıyor, çalışıyordu. Ne faide ki hakikaten mefkûresinden pek çok uzak idi…

Selânik, 19 Şubat 1327. 

 


[1] Bu başlık altındaki yazı şu kitaptan alındı: Genç Kalemler Dergisi. Tıpkıbasım. (Hazırlayanlar: İsmail Parlatır, Nurullah Çetin) Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları. 2014. S. 426-428. Yazı, Genç Kalemler Dergisi’nin 19. sayısında yayınlanmış. Derginin bu sayısı 11 Nisan 1328 (1912) tarihini taşıyor.

 

You have no rights to post comments