Temmuz 2016’da Kazakistan’ın Merke şehrindeydik. 1 Temmuz 2016 günü Atatürk Havalimanından Bişkek Havalimanına uçtuk. Atatürk Havalimanı birkaç gün önce yaşanan ve 43 kişinin hayatını kaybetmesine yol açan İşid adlı terör örgütünün izlerini hala taşıyordu. Hava alanı personelinden kaybedilenlerin fotoğrafları sergileniyordu. Ülkemizden üzgün biçimde ayrıldık. Dönüşümüz da tatsızdı; ülkemizde bir grup subay cuntası, ülke yönetimini ele geçirmeye kalkışmıştı, haberleri üzüntüyle izledik, yurtdışı izindekiler çağrılınca, çağrıya uyup geldik. Bu bahsi geçelim.

Nasıl olduğunu bilmiyorum ama kişi başı 250 dolara gidiş dönüş bileti aldık, çok ucuz. Yaklaşık 3500 km uzaklık ve 5 - 5,5 saat uçuştan sonra Bişkek’e inilebiliyor. Uçakta Kırgızlar, Kazaklar, Türkler ve Avrupalı olduğunu düşündüğüm yolcular var. Yanımda oturan Nurbek adında bir Kırgız. 17 yıldır İstanbul’da yaşıyor, bir bilgisayar şirketinde çalışıyormuş. Eşi de başka bir şirkette. Üç çocuğu Türkiye’de doğmuş. Gönülleri birkaç yıl sonra Kırgızistan’a gitmekten yana ama “çocuklar burada okuyor ve artık buraya aitler, ne yapacağımızı bilmiyoruz” diyor. Kazak ya da Kırgız birbirine daha çok benziyor ama bir Moğol kadar bizden uzak sima değiller. Anadolu’nun çarşı pazarında gördüğümüz tiplere çok benziyorlar.

Coğrafi adı Orta Asya veya Asya’nın ortası olan ülkenin siyasi adı Türkistan’dır. Sosyalist Rusya, Çarlık Rusya’sından hiç de farklı olmayacak biçimde emperyalist politikalarla bölgede bulunmuş, sömürmüş, alacağını alıp, insanların gözü açılıp alacaklarını istemeden, borçlarını ödemeden çekip gitmiş. Yine de gözü bölge üzerinde, çıkarlarını korumaya çalışıyor; arada bir parmak sallıyor… Türkistan adını da silmeye çalışmış, bölgeyi birkaç devlete bölüp yapay uluslar inşa etmeye çalışmış. Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan gibi ülkeler aslında tek ülke; Türkistan.

Kazakistan’ın Merke şehrine gitmek için Kırgızistan’ın Bişkek’ine indik, oradan daha yakın. Türkiye ile Kırgızistan arasında üç saat zaman dilimi farkı var. Sabah şafak sökerken uçağımız indi ve güneş bizi yerde karşıladı. Nedense bizim kökü-batıda medya Türkistan ülkelerinin geri kalmışlıklarını dile dolamış ve taş devrinde yaşayan bir ülke algısı oluşturmuş. Kırgızistan da Türkistan’ın en yoksul ülkesi / bölgesi olarak biliniyor. Uçaktan aşağıya bakınca muhteşem ovaların, dev sulama sistemleriyle sulandığını gördüm ve adeta büyülendim. Kırgızistan adına yanıldığıma sevindim. Böylesi sulama sistemlerinin bulunması, kullanılıyor olması sevindirici, gurur verici. Benzer duyguyu yere inince de yaşadım. Küçük sayılabilecek havaalanının kendince bir ihtişamı vardı, yol boyu dizili kocaman ağaçlar da hem güzellik katıyor hem de ülke hakkında olumlu izlenimler bırakıyor.

Bişkek’teyiz. Şehre fazlaca sokulmadan kıyısından geçerek Kazakistan sınırına ilerledik. Bir yanda adının Tanrı Dağları (Tiyanşan) olduğunu öğrendiğim sıradağlar diğer yanda ise kelimenin gerçek anlamıyla uçsuz bucaksız bir ova var. İlk kez denizi gördüğümde de sınırsızlık beni şaşırtmıştı, aynı duyguyu yaşadım. Sınırları görünmeyen ova ve daha güzeli sulak bir ova, yani bozkır değil.

Kazakistan sınırından geçerken Kazakistan’ın ülkede nerede kalacağımıza dair bilgi istemesi dikkatimizi çekiyor. Nerede konakladığımızın adresini sınır kapısındayken bildirmemiz gerekiyormuş. Bildirdik. Ne amaçla geldiğimi soruyorlar, "turistik" deyip geçiyorum. Yeşil pasaport taşımam dikkatlerini çekiyor, hangi görevde olduğumu soruyorlar… Burada lingua franca Rusça... Herkes birbiriyle Rusça konuşuyor. Kazaklarla Türkçe konuşmayı deniyorum, anlaşabileceğimizi hissediyorum.

Bu yazıda yiyip içtiklerimizden de görüp geçirdiklerimizden de söz edeceğim. Henüz ramazan ayındayız. Ahıska Türklerinde oruç tutma oranı diğer Müslümanlara oranla daha yüksek. Dini gelenekler yaşatılıyor. İftarlarda kalabalıklara yemek veriliyor. Oruç tutan, tutmayan herkes geliyor ama dini bir ortam, Kur’an okunuyor. Lokanta filan değil, Ahıskalı kadınlar evlerinde 50-60 kişilik yemekler yapabiliyorlar. Bunun için ortam ve koşullar oldukça uygun. Bu vesileyle söylemek gerekirse, Kazakistan’da ramazan bayramı resmi tatil değil. Sadece Kurban Bayramında resmi tatil yapılıyormuş.

Kazakistan

Kazakistan, (Azerbaycan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Kırgızistan, Özbekistan, Türkiye ve Türkmenistan ile birlikte) günümüzdeki yedi bağımsız Türk devletinden biri olup Türk Keneşi ve TÜRKSOY'un üyesi. 2.729.900 km2 yüzölçümü ile (Batı Avrupa'nın yüzölçümü kadar) dünyanın en büyük dokuzuncu ülkesiymiş. Kazakistan, Müslüman ülkelerin ve Türk devletlerinin yüzölçümü bakımından en büyüğü, doğal kaynaklar bakımından da en zengini. Kazakistan Türk tarihinin önemli devletlerinden olan Saka-İskit, Hun, Göktürk, Kıpçak, Karahanlı, Altın Ordu gibi devletlerin merkez üssü, Kıpçak, Oğuz, Karluk gibi Türk boylarının beşiği olmuştur. Türkiye’nin üç katı coğrafi büyüklüğüne rağmen 16.5 milyon nüfusu vardır. Katliamlar olmasaymış 60 milyon olacağı hesaplanıyor.

Hayatın her alanında Ruslaştırarak mankurtlaştırma sürdürülmüş. Ruslaştırma yer adlarıyla da sürdürülmüş. Binlerce yıllık Bişkek şehri bile Frunza yapılmış. Gerisini düşünün artık. Yaklaşık iki yüz yıl önce Kuzmin adlında bir Rus keşif yapmak üzere civarı dolaşırken Merke'de bir yere çadır kurup birkaç gün kalmış ve bunu hatıratına yazmış. 20. yüzyılda Ruslar gelip o yeri bulmuş (ki mahalle) adını Kuzminka olarak değiştirmişler.

Kazaklar Rus emperyalizminden çok zulüm görmüş bir halk. Bir Ahıskalı “Ruslar Kazaklara o kadar çok baskı yapmışlardı ki, Kazaklar yakın zamana kadar Kazakçayı korkularından konuşamıyordu, Kazakça bilmeyen çok sayıda Kazak vardır ama şimdi okullarda ve devlet kurumlarında Kazak Türkçesine çok önem veriyorlar”, dedi.

Eski Sovyetler Birliğinde de öyleymiş, insanların etnik kökeni kimlik belgelerine, pasaportlarına yazılıyormuş. Ahıska Türkleri orada “Türk” olarak kayıtlıymış ve Rusların hışmına maruz kalıyorlarmış. Ruslarda "tarihi düşman Türk" çok  canlı bir duygu! “Burası Türkiye değil, ne işiniz var burada” diye… Dayanmışlar, direnmişler. Onlardan biri anlatıyor: “Yakında öğrendim, Rusya, 1900'lerde 18-45 yaş arasındaki Kazakları askere almak istemiş. Rusların birçok lüzumsuz ve keyfi davranışından bıkan Kazaklar sonunda buna itiraz etmiş, Moskova bir general göndermiş Kazakların üstüne. Çaldavar’dan Merke’ye kadar 90 km boyunca binlerce Kazak’ı yolda idam edip, asarak devam etmiş. Bunu yakında öğrendim. Bu tür bilgiler bizden saklandı. Bunu Kazakların bir kısmı hala bilmez. Kazakları kınayamıyorum. Stalin bize de büyük kötülük yapmıştı ama devletin kurumları ve okullarda öyle bir Stalin sevgisi anlatılmıştı ki, Stalin öldüğünde bizden bile üzülenler çıkmıştı.” Sonradan müzede öğreniyorum, Rusya, 1800’lerin sonu ve 1920 ve 30’larda Kazakistan’da korkunç katliamlar yapıyor. Öyle ki Kazakistan’da Kazakların oranı % 30’lara kadar düşüyor.

Kavim-kardaş

Kazakistan’da da her ülkede olduğu gibi çok sayıda etnik grup / kavim yaşıyor. Türkler de var. Türk dedikleri Ahıska Türkleri. Kazaklar kendilerini Kazak olarak biliyor. İnsanların yüzüne bakınca Türk olanlar hemen anlaşılıyor, Ahıskalılar, bizim Anadolu insanı, her hallerinden belli oluyor. Yanlarına yaklaşıp hal hatır soruyorum. İstanbul ağzı konuşunca hemen Türkiye’den olduğum anlaşılıyor. Aynı kültürün Türkiye’de kalanındanım, Ahıska ağzıyla konuşuyorum, daha samimi oluyoruz. Kırgızistan gümrüğünü geçip kenarda beklerken Ahıska Türkü olduğunu tahmin ettiğin bir kadın da beklemeye başladı. “Merhaba, neyi bekliyorsunuz” dedim. “Benim herifi bekliyerim, pasportuna baxiyerler” dedi. Nereden gelip nereye gittiğimi sordu. “Merke’ye” dedim. “Ben de Merkeliyim. Abamgile gediyerim"... Konuşmayı sürdürmek için, "Merke’de beni kimse almadı, Kürd’e köçtüm” dedi. Esprileştik. Biraz sonra eşi de geldi, bizi tanıştırdı. Türkiye’den olduğumu öğrenince “Kürt müsen” dedi. “Hayır” dedim. Türklerle Kürtler birbirinden ayrılmıyorlar, Ahıska Türklerinin içide Kürtler de var, birlikte sürülmüşler, emanet görüyorlar. Ahıska'dan sürülen 220 köyden 20'si Kürd köyü imiş. İnsanların kavmini sormak normal bir şey buralarda. İnsanlar simalarında anlaşılıyor epeyce. Birkaç hafta kalınca ben bile Kumuk, Karaçay, Çeçen, Adıge’yi birbirinden ayırabilir hale geldim.

Merke, Cambul (Taraz) eyaletine bağlı bir ilçe. Nüfusu yaklaşık 50-60 bin kişi. Merke’de çeşitli etnik gruplar bir arada yaşıyor. Kazaklar, Türkler (Ahıska Türkleri), Karakalpaklar, Ruslar, Almanlar, Kırım Tatarları, Kumuklar, Karaçaylar, Özbekler, Çeçenler, Koreliler, Uygurlar, Dunganlar (Müslüman Çinli), Azeriler, Adıgeler, Kabardinler, Kürtler, Yahudiler yaşıyor. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra nüfus yapısı ve oranları değişmiş. Almanların büyük çoğunluğu ve Rusların yarısından fazlasının terk ettiği söyleniyor. Çeçen ve Kırım Tatarlarının büyük kısmı da vatanlarına dönmüşler. Dönemeyenler genellikle taşınma ve gittiği yere yerleşme hususunda, ekonomik sebeplerden ötürü burada kalmış.

Karapapaklar son yıllarda Merke’ye yerleştirilmiş. Bunlar Aral gölü civarında yaşayıp balıkçılıkla geçinen insanlarmış. Aral gölünün kurumasıyla devletçe buraya getirilmişler. Türkiye’de Karapapak adını da kullanan Terekemelerle hiçbir alakaları yok. Onları görünce bizim Terekemeler çakma karapapak olarak görünüyorlar. Terekeme “Türkmen” demektir, niye karapapak gibi başka adlara sahipleniyorlar bilmiyorum.

Kazaklar sarışın mı yoksa karaşın mıdır? Esmer ve Moğolumsu görünümleri sonradan edinmişler. Normal olarak Kazak ve Kırgızlar Kıpçaktırlar. Kıpçaklar genel olarak açık tenli, sarışın, renkli gözlü insanlar olarak tarif edilir. Deşt-i Kıpçak (Ukrayna) insanları örnek verilir. Kazakların simalarını değiştirmeleriyle ilgili iki görüş var. Birisi Cengiz Han zamanında ve sonrasında Moğol yayılması sırasında Moğollarla evlenerek karışmaları… Diğer teori ise Kazakların Kitay (Çin) ülkesine saldırarak Çinli kızları kaçırıp evlenmeleri yoluyla esmer ve Çinli bir görünüm aldıklarıyla ilgili. İkinci tezi savunanlar Çin seddini Çinlilerin kadınlarını korumak için yaptıklarını ileri sürüyorlar.

Mimari

Merke, Tanrı Dağlarının (veya Tiyanşan) eteğinde, uçsuz bucaksız sulak bir ova... Merke’de Ahıskalı ailelerle konaklıyoruz bir süre. Davetler ile çevreyi genişletiyor ve insanlarla çok değişik konuları konuşup, merak gideriyoruz. Ahıskalıların sürgünü, sürgün hatıraları, kültürel haller… İnsanların yaşadıkları ortamlar özellikle evleri dikkatimi çekiyor.

Burası dev bir köy. Bütün evler tek katlı. Emekli olduğumda edinmeyi hayal ettiğim evlerde oturuyorlar; tek katlı, genişçe bahçeli-bostanlı, ahırlı-kümesli, etrafı zarif biçimde çevrilmiş geniş avlulu evler. Mimarileri farklı olmakla birlikte bütün evler benzer biçimde yapılmış. Sovyet sisteminin köy evi planı böyleymiş. Geniş bir avlu etrafında ferah evler yapılmış. Apartman hiç yok yani kimse kimsenin tepesinde ya da altında yaşamıyor! Evlerde herkesin kendi sebze meyve ihtiyacını karşılayacak büyüklükte bahçesi-bostanı var. Ayrıca tarlalar da var. Birer ikişer koyun-inek ve tavuk saklayan çok kişi var. Her şey doğal ve organik.. Şeker fabrikası ve süte dayalı küçük imalathaneler var. İçki fabrikası ve birkaç işletme çalışmıyor. Turistik sayılabilecek bir sanatoryumu var. Yine de iş alanı geniş değil. Ahıskalıların bir kısmı Antalya'da turistik işletmelerde gurbetçi tercümanlık gibi işlerle ilgili. İyi derecede Rusça biliyorlar.

Bir Kurgan üzerine kurulu pazaryeri var. Tebriz'in muhteşem Kapalıçarşı'sını hatırlatıyor ama çok yoksul, üstelik açık çarşı. Pazaryeri sokakları çok dar. İki kişi ancak yan yana yürüyebilir. Bütün eski şehirlerde böyledir, bu darlıkla sokaklar gölgelik oluyor ve hava akımı yaratarak serinliği sağlıyor. Bu arada; kurgan açılmamış, Türkiye'deki arkeologlara ihbar ediyorum.

Burada çok kültürlü bir ortam var. Kazaklar ve Ruslar dışındakiler buraya Stalin döneminde Rus ırkçılığının kurbanı olarak sürgün edilenler, genellikle Kafkasya'dan sürülenler... Sevdim burayı.

Tabelalar Türkçe olmasına rağmen kril harflerini okuyamıyorum ve okuma yazma bilmeyen birisi durumundayım, korkunç bir durum.

Sıcak ve kuru bir karasal iklime sahip. İnsanlar gündüzleri genellikle avluda yaşıyorlar. Ķarapan diyebileceğimiz örtme altında gölgelik geniş bir yerde, çocukların koşa oynaya eğlendikleri yaşam alanı oluşturmuşlar. Komşular çat kapı oturmaya gelebiliyor. Evlerde her an konuk gelebileceği düşüncesiyle ikramlıklar el altında bulunduruluyor. Günün hangi saatinde olursa olsun, bir eve gidince hemen sofra donatılıyor. Önce içecekler, çay ya da meyve suyu, şerbet gibi masaya konuyor, arkasından pasta, kek, kraker, bisküvi gibi atıştırmalıklar… Misafirin biraz daha oturacağı anlaşılınca yemek hazırlıkları başlıyor. Yemek davetlerinde ise eve gidince tıklım tıklım dolu bir yemek masası ile karşılaşıyorsunuz. Öyle ki kaşık konulacak yer bulamayabilirsiniz. Meyveler, tatlılar, kuruyemişler bile sofraya konulmuş oluyor. Sanırım genç kızlar ya da gelinler sofranın zenginliği ile önce gözleri doyuruyorlar.

Sofrada yabancı varsa kadınlar ayrı bir sofraya oturuyor. Gelinler bizim en az elli yıl önce terk ettiğimiz gelenekleri sürdürüyor, sessizce temenna ile selamlaşıyor, hizmette kusur etmiyorlar.

Çox zulum gördux

Ahıskalıların onca haklılığına ve masumiyetine rağmen bunu Türkiye’de bile duyuramamış olmaları ilginçtir. Her şeye rağmen sessizler ve hala travmayı atlatıp kendilerine gelememiş durumdalar. Normalleştirerek akıl selametini koruyor olmalılar! Etraflarındaki herkes dram yaşamış ve dram yaşamışlık kendi aralarında normalleşmiş. Hikâyelerini dinleyince onların kanıksadığı şeyler için “nasıl olur” diye isyan edesiniz geliyor.

Ahıska ahalisinin sessizliği, yaşadıklarını belgeleyememesinden de kaynaklanıyor. Belgeleyememe sıkıntısının birçok sebebi var. Birisi elbette Rus devletinin (Çarlık ve Sovyetik) Ahıskalı aydınlara baskısı ve aydın katliamı, sürgünü, Osmanlı’ya göçertme, kurşunlama… Türkü mani gibi folklorik malzeme derlemek için Münevver Hala’ya uğruyoruz. Ahıska’da doğmuş, sürgünü yaşayanlardan birisi. Çocukluğu ve gençliği ile ilgili hep acı hep sıkıntı hatırlıyor. “Hem babam hem ağabegim esgerdeydi” diyor. “Abam dört çocuğinan sürgüne geldi, en böyügi ben. Babam da ağabegim de davadan (savaştan) gelmedi. Xeber de vermediler, ‘öldi’ dediler de, nerde öldi, nerde kaldiler, mezerleri var mi, ögrenemedux.”

Aynı anda hem baba hem de oğul nasıl askere alınabilir diye soruyorum. “Eli silah tutan herkeşi götürdiler. 18 yaşından 55 yaşınaçax. Soradan ögrendux, Axısqa’dan daha çox götürmişler. Kazaxistan’a geldux, burasi da perişannux… Abam bize baxiyer, hem de çalişiyerdi. En böyük ben idim. Ben işlemeye başliyanda abam birez rahatlandi. Bacilarımi oxuttum. Sora köçürdiler beni. Allah’ın böyükluğuna çox şükür çel-çocuği böyütdux, yaşiyerux işte”. “Sırf biz mi ki, hapımız elaydux. Kışın ortasında ahbu tağın dibininen geturup her istasyonda bir vagon şennigi töktiler. Bizi Çimkentte biraxtlar. Stalin ölenden sora buraya geldux, tayimgil burdaydi, bizi yanına getürdi”. “Ağrıma geden ele çox şey var ki… Axısqa’da çocuğidim, kariler çorap morap toxuyup esgere yolliyerdiler. Kime gettuğuni bilmadan toxuyup yolliyerdiler. Adamlar veten için Nemislerle vuruşiyer diye… Kıtlux varidi ama gene de... Çocuğidim, bir gün evde bişi yiyerdux. Ben bişinin birini saxladım ki esgerlere yolliyax… Bizi sürenden sora haxlıma hep bu geliyer. Biz veten için ne düşüniyerux, Stalin meğer ne haxılda… Derin getsin”. “Gürciler mi, eyidux, ey geçiniyerdux. Ey komşiydilar, onnarinan heç bir sıxıntımız yoğidi… Har bişemiz onnara kaldi. Çintalımız, çuçulumuz bile onnarın oldi, yox dememişler”

Taştan Emi anlatıyor: “Herkesin sahabı var, Alman’ın, Yahudi’nin, Rus zaten… Her devlet gendi kavmine sahap çıxti. Türkiye'den heç ses çıkmadi, bize sahap olmadi o vaxıt. 1989. yılda sıxıntilarımızi Türkiye tuysun, tuymasa da Rusya bilsin ki bunların da sahabi var diye Moskova’ya gettux; polis Türkiye elçiluğuna. yüz metreden fazla yaxlaşturmiyer. Biz de tuttux, Türk konsolosluğuni taşlamaya başladux. Nayın taşlamasi, mektüfleri taşa sarıp konsolosluxtan içari atiyerdux. Rus da zaniyer ki, Türk Türki taşliyer!... Gülüyor… “Na günner gördux ola” diye teaccüpleniyor…

Ayrımcılık

Ahıskalılar kendilerini içinde bulundukları ülkelerin sahibi olarak, evlerinde hissedemiyorlar. Kazakistan’dan Türkiye’ye gelip yerleşmiş ve Bursa'da kirada oturan bir Ahıskalı şunu söyledi: “Kazakistan’da kiracıydım Türkiye’de ise evimdeyim. Aslında orada evim vardı, burada kiracıyım ama hissettiğim budur, bu ülke benimdir”.

Ülkenin sahibi Kazaklardır, Kırgızlardır. Eskiden Rusların imiş. Sovyet sistemi dağılıp Rusların çoğu gidince Ruslardan öğrendiklerini yapıyorlar. Ne yapıyorlar? Her durumda öncelik onlarındır. İşe alınma, işte yükselme, ödüllendirme… Ceza almama, rüşvet vermeme ya da daha az verme… Şımarık vatandaş olabilme…

Ruslar: Ruslar azalmış olsa da hala dokunulamaz durumdadır. Putin “Bir Rus’un saçının bir teli yere düşerse ülkenizi başınıza yıkarım” dedi, televizyonda. Bunu Ruslar da herkes de duydu. Ruslar daha da şımarık davranıyorlar. Kazakistan’da bir Rus ile Kazak karakolluk olursa hemen Rus konsolosluğu en üst düzeyde devreye giriyor. Kazak yetkililere azarlar başlıyor. Bunun olmaması için Rus haksız bile olsa haklı çıkarılıp mesele kapatılıyor. Bizde de oluyordu Osmanlı’nın son döneminde. Cinayet işlemiş birkaç İngiliz ile Mahmut Celalettin Paşa’nın olayı aklıma geliyor. Mahkum oldukları halde Osmanlı İngilizlere ceza veremiyordu.

İstisnaları olmakla beraber Ruslar diğerlerine nazaran entelektüel ilgileri daha yüksek olan bir toplum. Bilim, sanat ve felsefeyle ilgililer. Onlardan söz edildiğinde işini ciddi yapan, yolsuzluklara daha az bulaşan, okuyan-yazan, yardımsever ve biraz da yüksekte duran, saygıdeğer bir kitleden söz ediliyor. Televizyon programlarını izlemeye çalıştım, oldukça ciddi konular işleniyor, kaliteli tartışma-bilgilendirme programları ve belgeseller yayınlıyorlardı. Türk-Rus ilişkileriyle ilgili bizim televizyonlarda magazin bile sayılamayacak haberler verilirken Rus televizyonları onlarca Türk-Rus savaşı, Kırım meselesi ve daha yakın tarihe ilişkin ciddi belgeseller yayınladı, Türk akademisyenleri de konuşturdular. Bizim televizyonların kalitesiz dizileri, aptalca yarışma programları ve proarap dini televizyonların konuştuğu konular aklıma geldi... Rus aydını ileride gidiyor.

Türkler: Buralarda Türkler denilince akla Ahıskalılar geliyor. Etnik Türk onlar. Kazaklar, Kırgızlar kendilerini Türk’ten saymıyorlar. Kazaklara Kırgızlara yıllardır “aynı atanın balalarıyız” demiş durmuşlar ama söz anlatamamışlar. Bu sene TRT televizyonunda yayınlanan Ertuğrul-Diriliş dizisini Kazaklar ilgiyle izlemiş ve onlar da kardeş olduğumuza inanmaya başlamış. Bu dizi oralarda çok etkili olmuş, araştırmalar yapılmalı ve benzer dizilere yer verilmeli. Hatta Kazaklar da bu sürece katılmalı.

Ahıska Türkleri Özbekistan’ın Fergana şehrinde yaşanan tatsız olaylarından sonra başka ülkelerde de benzer katliamlara maruz kalmaktan endişeliler. Azınlık olarak görülüyor ve kendilerini azınlık olarak hissediyorlar. Kazakistan’da şimdilik güvende olduklarını düşünüyorlar. Nazarbayev’e güveniyorlar. Nazarbayev çocukken Ahıskalıların yaşadığı bir köyde, Ahıskalılarla büyümüş ve Ahıskalıları seviyormuş. Ahıskalılardan Kazakların öğrenmesi gereken çok şey olduğunu düşünüyormuş, “Bir Türk’e zarar veren karşısında beni bulur” demiş. Nazarbayev sonrasını bilmiyorlar. Ahıskalılar, Kazakların mertliği ve cömertliğini anlata anlata bitiremiyorlar ama “her şeye rağmen bizden çok şey öğrendiler ve hala öğrenmeye devam ediyorlar” düşüncesindeler. En başta çalışkanlık ve servet biriktirme. Ahıskalılar bu konuda açık ara önde. Bir Kazak veya başkası kazandıklarını o günlerde harcayıp bitiriyor. Yeteri kadar çalışıyor, fazladan kendini zorlamıyor. Ahıskalı ise çalışıyor, kazandıklarıyla yetinmiyor ve biriktiriyor. Harcamalarını kısıyor, içki içmiyor, eğlenceyi geçiştiriyor. Bir süre sonra evini alıyor, otomobil alıyor, evini daha güzel yapıyor. Hatta patron olup Kazak’a iş veriyor. Hayata aynı koşullarda başlayan ve birlikte yaşayan Kazak yıllar sonra aradaki farkı açıklayamıyor ama gözüne batıyor! “Burası benim ülkem, sen sonradan geldin, benden daha iyi yaşıyorsun, bırak ve git” demeye başlıyor. Fergana’da olan yaklaşık olarak buydu.

Almatı, Astana gibi yerlerde devlet memuru olabilen Ahıska Türkleri varmış ama küçük birimlerde bu olmuyormuş. Sadece Ahıska Türkleri değil, Kumuklar, Balkarlar da devlette işe girmek için başvurmuyorlarmış bile, nasılsa alınmayacaklardır. Tıp Fakültesini bitirmiş bir Kumuk ile karşılaştım, büro sekreterliği yapıyordu. Hekim olarak atanması için büyük bir miktar rüşvet istiyorlarmış. Üstelik ömür boyu iş garantisi de alamayacağını düşünüyor. Parayı verdikten bir süre sonra beni işten atabilirler, diyor. Üzücü ve can sıkıcı bir durum elbette. Azınlıktan olmasına bağlıyordu bu sonucu.

Bu koşullarda Türklüğü ikinci sınıfta ezilerek yaşayan ve bunun bedelini ödeyen Ahıska Türkleri Türkiye’ye gelince ülkenin sahibi gibi hissediyor. Devletin kozmopolitleşmişliğini görüyor ve kendisinin Mozambiklilerle veya Ermenistan Ermenileriyle aynı muameleye tabi tutması ağrına gidiyor. Şaşırıyorlar. Şakayla karışık, “devleti kaptırdık” diyorum. Anlamıyorlar.

Özür diledik mi?

Uçak düşürme olayından sonra Rusya bir karar aldı ve Rusların tümü o karara uydu. "Türkiye'ye gidilmeyecek" denildi, "ticaret yapılmayacak" denildi, % 98 oranında uyulmuş! Bizim de boykotlarımız oluyordu, tuhaftır boykot edilen ülke daha çok kazanıyordu! Millet dediğin millî meselelerde ordu gibi hareket edebilmelidir. Ruslar yaptı, imrendik.

Millet olmak konusunda sıkıntılarımız ortaya çıkmıştır. Ulusal bütünlük-birlik sorunumuz vardır. Devletimizi yönetenlerin gizli-açık rejim değiştirdiğini, vatandaşı enayi yerine koyduğunu, hile-yalan-dolan ile insanları kandırmaya çalıştıklarını devleti ve milleti değil gelecek seçimi düşündüklerini görmek güven ve saygıyı sarsıyor. Millî mutabakatlarımızı bozuyorlar. Ülkede olup bitenlere bakıldığında can sıkıcı gelişmeler görülüyor… Siyasi, dinsel görüşlerimizden ötürü adaletsizliğe uğrayacağımızı bal gibi biliyor, örneklerini görüyoruz. Bunlar milletin bütün bireylerinin devletlerinin arkasında durmasını engeller. Diyoruz ki, insanlar uğrunda mücadele edecek büyük amaçlar ister, bütünü bölmeyin, güçlerini görsünler. Bu durumda ordu-millet olunmaz.

Tam da o günlerde Rusya-Türkiye yakınlaşması oluyordu. Ahıskalılar Rus televizyonlarına kilitlenmiş, gelişmeleri izliyorlardı. Televizyonlarda Erdoğan’ın Putin’den özür dilediği söylenmiş. Konu komşu Ruslar da Erdoğan’ın Putin’den özür dilediğini söylemişler. Bizimkilerin başı eğik. İftarda, "hatim gecesinde" birisi soruyor: “Erdoğan Rasiya'dan değil, ölen Rus pilotun aylesinden özür diledi, ele mi”, diye... Hayal kırıklığına uğratmıyorum. "Tabii ki" diyorum, seviniyor...

Turar Rıskulov

Deli-yiğit evlatlarına sahip çıkamayıp arkasından destanlar yazan bir milletin çocuklarıyız. Turar Rıskulov onlardan biriydi. Merkeli yoksul bir köylü çocuğu olarak dünyaya geldi. Ceditçilerin açtığı bilimsel eğitim yapan okulda okudu, zenginler çocuklarını medreseye gönderiyor, yoksullar mecburen yeni-bilimsel eğitim yapan okula gidiyordu. Şansı bu oldu. Okuyup Kazakistan devlet başkanı oldu. Yaman bir politikacıydı, Kazaklar hatta bütün Türkistan onu seviyordu. Ona “Kızıl Cebe” diyorlarmış. Türkistan'ın parçalanmasına karşı çıkıyordu. Lenin, Stalin'den onu Moskova'ya çağırıp kontrol etmesini istemiş. Stalin de çağırmış ve en iyi bildiği işi yapmış; öldürmüş. O hala bir kahraman. Onun hakkında kitap yazanlardan biri olan Şirin Mamaserikova ile röportaj yaptım, Eğitişim'in 51. Sayısında yayınlandı... Bu satırları onun büyüdüğü ve şimdi adını taşıyan köyde yazıyorum.

Şair toyu

Bugün bir şairin, Şirin Mamaserikova'nın 70. Yaş günü toyuna katıldım. Konferans ve arkasından yemek... “Yemeğin malzemesini Kırgız'a hazırlatıp Özbek'e pişirtip Kazak ile yemek gerekiyor”muş, öyle dediler. Hazırlayanı ve pişireni bilmiyorum ama Kazaklarla toy yemeği yedik. Sofrada nerdeyse kuş sütü eksikti ve at etinden yapılan meşhur beşparmak.. Kazakistan’da hayat Rusça akarken törende hep Kazakça konuşuldu. Kazakçayı epeyce anladığımı fark ettim. Şirin hanım Turar Rıskılov'dan etkilenmiş birisi, salonlar dolu, insanlar çok ilgiliydi. Şirin Hanım’a methiyeler de yüksek dozdaydı sanırım. Bir şair nasıl yüceltilir, onurlandırılır, gördüm. Pek bir ihtişamlıydı. Törende onun şiirleri şair dostları, tiyatrocular ve gençler tarafından seslendirildi ve eserlerinden bazı sahneler canlandırıldı. Şehrin en büyük yöneticisi de oradaydı. Konuşma yaptı, övdü, arkasından hediyeler verdi. Verdikleri arasında altın bilezik ve zarf içinde bilmediğim bir miktarda para da vardı. Yine şehrin önde gelenleri onun hakkında övgü dolu konuşmalar yapıp hediyeler verdi, kutlu kumaştan, bileziğe, paradan plakete kadar. Son sahnede ise salondaki izleyiciler Şirin Hanım’ı çiçeklere boğdu. Büyüyünce şair olasım geldi.

Törenden sonra lüks bir düğün salonuna yemeğe gidildi. Yemeği Şirin Hanım vermişti. Birçok kişiye hediyeler verdi, halılar… Arkasından sözünü ettiğim muazzam ziyafet. Pişireni bilmiyorum, masamızı tatlı bir Özbek kız donattı, Kazaklarla yedik.

Açlık…

Yıllar önceydi, Kazakların aç bırakılarak milyonlarcasının öldürüldüğünü, soykırıma uğratıldığını duyunca çok şaşırmıştım. Bunu izini sürmeye çalıştım, Kazaklar bunu nasıl biliyor diye.. Şunu anlattılar: 1932-33 yıllarında SSCB’nin Kazakistan görevlisi, vahşilikte Stalin’den geri kalmayacak birisi olan Filip Goloscekin diye birisi, Kazak çadırlarını ziyaret ediyor. Her girdiği çadırda ve her defasında kendisine et dolu sofralar açılıyor. Bu kadar eti bir arada görmemiş olan bu görevli, Kazakların çok zengin olduğunu düşünüp Kazakların bütün hayvanlarını son kuzularına varıncaya kadar el koyuyor.  Oysa Kazaklar hayvancılık yapmaktadırlar, tek yiyecekleri ettir. Hayvan yoksa Kazak açtır. Ayrıca Kazakların meşhur bir cömertlikleri vardır. Kendisi aç olsa bile bir misafir gelecekse komşudan alır. Misafir karşısında onurlu durmak ve kendini yoksul göstermemek gibi bir görenek vardır. Rus görevli bunu bilmez ve hayvanlarına el konulan Kazakların % 40’ı açlıktan ölür. Ta ki Turar Rıskulov zamanına kadar…

Olay aslında böyle değil, çok daha vahim ama günümüzün bir Kazağı bana böyle anlattı. Bu anlatışa bakılırsa ülkeyi tanımayan beceriksiz bir yöneticinin masum hatasının sonucu ortaya çıkıyor, hiç değildir.

Kazakistan'da Kazaklar imha edildikten birkaç sene sonra Ahıskalıların Kazakistan’a sürülüyor!Bu bilgiyle bakınca başka şeyler daha görülüyor. Kazakistan arazilerini boş bırakmamak, biten tarımsal üretimi canlandırmak için Ahıskalıları kullanmak hem de Kafkaslarda Türk jeokültürüne ait halkları ortadan kaldırmak!

Dilek ağacı

Kazakistan'da... Bir pikniğe gidecek olduk. Epeyce çok sayıda ağaca bez bağlanıp dilek ağacı haline getirildiğini gördüm. İnsanların ne çok dileği varmış diye mi sormalı, dilek-çelerini ağaca vermeleri üzerine mi düşünmeli, daha düne kadar nasıl bir materyalist tonda bilimsel eğitim aldıklarına mı kafa yormalı bilemedim. Türkiye ve Balkanlarda da benzer inanç davranışlarının olduğunu hatırladım. Türk kültürünün ortak ögelerinden biri. Hiç de batıl bulmadım. Arap gelenekçiliğini savunmayı ilahiyatçılık sananlara danışmadan bir dilekçe de ben verdim tabiat anaya... Bu tenhada bezi nereden bulmuşlar diye de düşündüm çünkü ben bulamadım. İnsanlar eteklerinden, fanilalarından yırtmış ya da yanlarında getirmiş olmalılar. Ben naylon poşetten yırtıp bağladım. Tabiat Aba üzülmüş müdür, dilekçemi işleme koyar mı acep?

Batum Ahıskalısı

Kazakistan'da bizim Ahıska şennigi sıfatından tanınır. Ahıskalı olduğunu tahmin ettiklerimin yanlarına yaklaşıp konuştum. Hayat Rusça akarken yanlarına yaklaşıp Türkçe konuşmam onlar için sürpriz oldu. Taraz'da Aşxanada (lokanta) bir hanıma yaklaşıp doğrudan, "Ahıska'nın neresindensiniz" diye sordum... "Batum sürgüniyux" dedi... Tahmini tutturamadım. Biz hep Ahıska dedik ve Batum'u unuttuk. Üstelik Batum, Acaristan Özerk Bölgesinde, Türkiye-Rusya-Gürcistan arasındaki anlaşmalarla özerk bir yer ve dahası onlar Türkiye'nin garantörlüğü altındaydı!.. Buna rağmen... Konunun bu tarafı fazlaca yazılıp çizilmedi sanırım... Garantörlük de yapmamışız!

Ahıska’nın alması

Ahıska'nın Xırtız nahiyesinden Merke'ye 12 yaşındayken sürgüne gönderilen Yaşa Azizov Ahıska’da yetiştirdikleri elma türlerini şöyle saydı:

“1-Söbe almasi. Soba gibi. 2- Mamola alması. Bu ikisi ince uzun olur, 3-Süd (süt) almasi, çilli olur, 4-Paşa almasi, gök renkli, dayanıklı, kışlık, 5-Şah almasi, çok iri olur, birini bir defada yiyemezsin, 6-Şeker almasi, tatlıdır, 7-Yağ alması, içi kıpkırmızı olan elma, 8-Karafil almasi, karanfil... Tatlı, kırmızı sarı...” Eski Ahıskalılar Ahıska’yı özlediklerinde hasretlerinin bir kısmı da elma içinmiş. “Ahıska’nın ne de güzel elması vardı…” Vatana bağlılık boşuna değil, bu kadar çeşit elması olan bir vatana bağlanılır…

Tıbırga

Merke müzesinde ağaç türlerinden örnekler de vardı. İkisine dikkat kesildim. Birisi bizim köyde, muhtemelen civarda da, kamçı sapı olarak kullanılan Tıbırğa ağacıydı. Buradaki adı Tıbılgı... Diğeri de Ak Kayın ağacı. Türkiye'de birileri ona Huş ağacı dedi ve öyle kaldı ya da ben anlayamadım. Kayın'ın hâlâ Kayın olduğunu gördüğüme sevindim.

Erken evliliğin faydası

Cengiz Aytmatov’un anıt mezarını ziyaret sırasında gözledim. Akşam saati idi, Ata-Beyit uzakta tenha bir yerdeydi buna rağmen epeyce ziyaretçi vardı. Kabrin başına ya da anıta gitmiyorlar, biraz daha gerideki oturma yerine oturup dua edip etrafı geziyorlardı. Benden daha genç olduğunu sandığım birisi eşi ve birkaç çocuk ile birlikte dua ettik. Konuştuk biraz. Bir Kırgız ile Kırgızca olarak pekâlâ anlaşabildim. O Kırgızca, ben Türkçe konuştuk. Bir iki kelimeyi belki kaçırmış olabiliriz ama meramlarımızı anlattık. Mesela Aytmatov’un Kırgızistan’ın en değerli çocuğu olduğunu, Kırgız adını dünyaya Aytmatov’un tanıttığını, kitaplarının yetmiş iki dile çevrildiğini anlattı. Türkiye’den onu ziyaret etmeye gelişimizden onur duyduğunu söyledi ve ekledi: Aynı atanın balalarıyız. Aynı babanın çocuğu olmak, kardeşliğin en güzel ifadesi.

Asıl anlatmak istediğim başka. Ona çocuklarıyla birlikte gelmiş olmasının güzelliğini anlatmak istedim. O ise çocukların kendi çocuğu değil, torunları olduğunu söyledi. Hiç de dede ve nine olacak yaşta görünmüyorlardı. Benzer durumu Ahıskalılar arasında da fark ettim. Türkiye’de kazık yaşta evlenen adamların (ve kadınların) Kazakistan’daki emsallerinin torunları var. Bir Ahıskalının evine gidince birkaç kuşağı bir ara görebilmek çok normal. Torununun torunuyla birlikte yaşayan bir dede çok da bir ayağı çukurda pir-i fani gibi görünmüyor. Ata-dede-torun muhabbetini bitirdik, bu hiç de insanî değil! Türkiye'de evliliği fazlaca geciktirdiğimizi, evlenmenin önüne rejimin bir sürü engel yığdığını fark ediyorum.

Yine fark ettiğim bir şey de doğum izni konusu. Kazakistan’da bir kadın hamile olduğu kesinleşince, yaklaşık olarak üçüncü ayda izne ayrılıyor. Altı ay hamilelik izni var. Doğumdan sonra da bir yıl ücretli, bir yıl da isterse ücretsiz izin alabiliyormuş. Bizim kadınlar bunu rüyalarında bile göremez. “Ne zamandan beri bu böyle” diye soruyorum. “Komünist zamandan beri böyleydi” diyorlar. Yahu bizim çalışan kadınlar komünizmi böyle bilmiyordu, bilselerdi hepsi komünist olurdu, diye düşünüyorum. “Amerikan ajanı cemaatleri marifetiyle bize öyle bir komünizm anlattı ki, ana-bacı filan”… Suratıma tuhaf tuhaf bakıp, midesi bulanmış bir görüntü veriyorlar. Uzatmadan “çirkinlik ve ahlak fukaralığı kapitalist ülkelerde olur” diyorlar.

Din ve demokrasi

Hayatın dinselleştirilmesi yani her konuda aklı, bilimi veya demokrasinin ölçülerini değil, dini referans ve tavsiyelerin ölçü olarak alınması giderek orada da karşılığını buluyor. Biz ihraç etmişiz. Gülen okulları ve kuruluşları özellikle Kırgızistan'da çok yaygın. Türkiye, diplomatik ve siyasi yollardan Gülen kurumlarına destek olması için o ülkelerin yöneticilerinden rica etmiş, onlar da yol vermiş. Bugünlerde televizyonlarda açıkça konuşuluyor, itiraflar yapılıyor. Özbekistan hariç. Özbekler de ricaya uyup okulları açmış ancak on yıl önce Gülen hareketinin “Amerikan ajanlığı” yaptığını ileri sürerek kapatmış.

Kazakistan, İşid ve El kayda gibi örgütlerden çok rahatsız, tedirgin ve teyakkuzda. Onların bölgeye gelmesini Amerika ve Rusya'nın Kazakistan'ın iç işlerine karışmasına yol açacağını düşünüyorlar ve son derece haklılar. Bu örgütlerin girdiği yere emperyalizm, kan, gözyaşı ve vahşet giriyor. Kazaklar kendilerine yeni yeni gelirken bunu kaldıracak güçte değiller. Biraz tüylü sakallı birilerini görünce muhtemelen peşine polis takıyorlardır. Ortalıkta sakallı kimse de göze çarpmıyor zaten. Ancak okuyan kitle oranı giderek azalıyormuş. Bu en büyük tehdit.

Kırgızistan biraz farklı. Oldukça liberal-demokratik bir kültür varmış gibi görünüyor. Her rengi bir arada bulmak mümkün. Ülkede eski hatıralar da duruyor, örneğin Lenin adına ya da sosyalist dönemden kalan heykellere ve sokaklarda farklı giysili kadınlara da rastlanıyor. Oş pazarına gidince biraz farklı, orada ölçü ve ayarını bildiği kadarıyla dine uydurmaya çalışanlar nispeten daha fazla. Gülen okullarında okuyan epeyce kişiyle karşılaştım. İki gün kalmama rağmen, görebildiğim kadarıyla Bişkek’te Gülen çok sempatizan yetiştirmiş veya yerleştirmiş. Gülen hareketi için orası bir cennet.

Türkistan’da Ruslar Türk’ü ezmiş. Türk’e dair ne varsa da ezmiş. Dillerini bile ellerinden almış. Rusça lingua franca olmuş; Türkler birbirleriyle Rusça konuşuyorlar. Ruslar bir de başına kakmış; "sizi biz medenileştirdik, sayemize insan gibi yaşamayı öğrendiniz"! Bu küstah tavır oldukça rahatsız edici. Türk olan kendisini dine sarılarak diğerlerinden ayırıyor. Din orada antiemperyalist bir araç. Sömürgeciliğe din kalkanıyla karşı koyuyorlar gibi görünüyor. Arap kültür ve davranışları “İslamın aslı budur” diye öğretiliyor. İnsanlar da “meğer İslam bizden saklanmış, neler neler öğretilmemiş” diye hayıflanıyor. Arap görenekleri ve töreleri, görgü kuralları “İslam budur” diye öğretiliyor. Dine dönüş Araplaşma biçiminde ilerliyor. Bu aslında dine dönüş değil, başka bir biçimde mankurtlaşma! Bu koşullar altındayken siyasallaştırılmış dini keşfedenler eziklikten kurtuluyor. Dine dayalı terör hareketi böylece zemin buluyor. Bu Araplaşarak teröre bulaşmaya karşı bir tepki de insanların Hiristiyanlaşması biçiminde görülüyormuş. İlerleyen zamanda nereye varacağını tahmin etmek güç değil. Yükselen akım demokratik bir milliyetçilik değil, Ortadoğu ve Amerikan İslamcılığı; hard ve light!

Türkistan, dünya enerji kaynaklarının % 60’ından fazlasının bulunduğu bir yer. Büyük güçlerin bu bölgedeki gelişmeleri kendi haline bırakacağı düşünülemez. Bu gidişle Türkistan ülkeleri Afganistan ve Pakistan’ın durumuna düşebilir veya böyle olmamak için Rusya ve Çin’e daha fazla yaklaşabilir, yarı sömürgeleşebilirler.

Yine, yeniden

Kazakistan ve Kırgızistan’a uğradım sayıyorum. Kırgızistan’da sadece muhteşem Bişkek’e göz atabildim. Derinliğine yaşamak isterim. Yemek kültürlerine bayıldım. Kazakistan’da Almatı ve Astana’ya gidemedim. Yeni bir sefer düzenlemeyi, daha planlı ve donanımlı gitmeyi şimdiden planlıyor, tatil için Avrupa yerine Türkistan’a gitmeyi herkese öneriyorum. Kesinlikle pişman olmayacaksınız.

15 Temmuz 2016

Merke - Turar Rıskulov Köyü

Kazakistan

Bişkek...

 

 

Yorumlar   

+1 #1 Osman 14-09-2016 15:10
Keyifle okudum.çok teşekkürler ikram hocam.

You have no rights to post comments