Duydukları sözlerden sonra ne ellerindeki parti flamalarını havaya kaldırıyorlardı ne de az önceki coşkulu tezahüratlarından eser kalmıştı.  Meydanı dolduran binlerce insan sadece dinliyordu. Kimileri kendilerine hakaret edildiğini düşünüyordu. Böyle düşünen insanlar yine de çıt çıkaramıyorlardı, donakalmışlardı. Kimileri ise duyduklarının kendilerinde uyandırdığı heyecanla nefeslerini tutmuş ışıldayan gözlerle liderlerine bakıyorlardı. Bir de sadece susan insanlar vardı. Onlar söylenenlerle pek ilgilenmiyorlar gibiydi onlara göre liderleri önemli bir şeyler söylüyor olmalıydı. Farklı farklı hisler içerisindeki binlerce insandan hiçbiri meydanı terk etme düşüncesinde görünmüyordu. Pek alışık olmadıkları bir üslupla dillendirilen bu konuşmanın nereye varacağını görmek istiyor olabilirlerdi. Sanki iktidara gelmek isteyen bir parti liderinin değil de binlerce yılın ağırlığını omzunda taşıyan bir ozanın konuşmasını dinliyorlardı. Meydandaki kalabalığın içini titreten de bu his olabilir miydi? Bilge bir ozanın yüreğindeki acıyı ne pahasına olursa olsun dile getirme cesaretini mi içten içe seziyorlardı?  Bir ozanın bir ayna gibi karşılarına dikilişi karşısında kaçacak bir yerleri olmadığını da düşünebilirlerdi. Okun yaydan çıktığını hisseden parti lideri ise meydanı dolduran insanlara baktıkça içini kaplayan bir merhamet duygusunun tesirindeydi. Ona göre insanlar bir çıkış yolu arıyorlar ancak bunu kendilerine ifade etmekten çekiniyordu. Konuşmak yerine birbirlerinden kaçıyorlardı. Utanıyorlar mıydı?  Artık iş işten geçti diyerek iç mi çekiyorlardı? Huzursuzlardı. Parti lideri, kalabalığa bakınca bunu açıkça görebiliyordu. Onun düşüncesine göre bu dünyada insanı yıkan ve huzursuz eden şeyler fakirlik, hastalık veya ayrılıklar değildi. Bunlar insanı üzebilirdi ama insanları huzursuz etmeye yetecek kadar güçlü yaşantılar olamazlardı. Huzursuzluk hissi; insanın kaybettiği erdemleriyle baş gösterir. İster iyi ister kötü bir insan olunsun huzursuzluğun kaynağı değişmiyordu. Huzursuzluğun kaynağı vicdandı. Bazıları vicdan azabını apaçık çekerdi, bazıları ise vicdan azabından duyulan sancıların üstünü örtmeye çalışırdı.  Milletinin acı dolu bir sancı çektiğine inanan parti lideri onların sancıyan taraflarını deşercesine konuşmak istiyordu.   Hatta bunca yıldır uğrunda çalışıp didindiği milletinin gözünde bir hiç olma pahasına konuşmasını sürdürmek istiyordu. O gerçekte bir ozan olmayabilirdi ama dik duruşuyla en zalim düşmanları bile kendine hayran bırakan bir ozan gibi haykırıyordu:

“Yılgınlıklardan, yoksulluklardan, dışlanmışlıktan, feryatlardan dem vuran insanlardan tiksiniyorum. Artık hiçbirinin gözyaşlarına inanmıyorum, yakarışlarına inanmıyorum, çırpınışlarına inanmıyorum. Sızlanan ve dövünen insanlar… Evet, hiçbirinize güvenmiyorum! O gözyaşı döken insanlar ki haklarının yendiğini düşünüyorlar ama ilk fırsatta bir başkasının hakkını yemekten geri durmuyorlar. Güçlü olamadıkları için, hükmedemedikleri için, zengin olamadıkları için üzülüyorlar… Başkaları sefa sürerken kendi halleri ağırlarına gidiyor. Onlar sadece zulmedemedikleri için üzülüyorlar. Güçlendikleri zaman başkalarının gözyaşları umurlarında olmuyor. Bir makama ulaşmak isteyip de bunu elde edemediklerinde iltimastan, adam kayırmacılıktan bahseden bu sözde mazlumlar; işlerini görecek insanları buldukları anda belki hiç hak etmeyecekleri makamlara gelmek adına her yolu denemektedirler. Bizler masumiyetten söz edebilir miyiz? Bu soruya gönül rahatlığıyla evet diyebileceğimizi sanmıyorum. Bizler sadece bir başkasından daha az suç işlediğimiz için kendini avutan kaçaklardan başkası değiliz…”

Ülkesinin refaha ermesi için elinden geleni yapacaktı. Yıllarca bu fikirle çalışıp didinmişti ama bazı şeylerin hala düzelmemesi onu bitkin düşürmüyor değildi.  Şiar edindiği samimiyet duygusunu toplumuna aşılamak istiyordu. Dürüst insanların inşa edeceği bir toplum ancak refaha ve huzura erebilirdi. Gençlik çağlarından beri zihnini meşgul eden bürokratik sistemin işleyişini de dürüstlük ekseninde irdeliyordu. Bir devlet ancak iyi bir bürokrasiyle ayakta durabilirdi. İyi bir bürokrasi dürüstlük ve çalışkanlık üzerine kurulu bir sistemle yürütülebilirdi. İnsanlar dürüst olmazlarsa bürokrasinin işleyişi de haliyle zaafa uğrardı. Hâlbuki bürokrasi ne kadar güçlü bir yapıya sahip olursa değişen şartlara ve yönetimlere de o denli bağışıklı olurdu. Tabii hiçbir zaman bürokrasinin katı bir kadrolaşma yapısında olmasını arzu etmemişti ancak sürekli kurcalanıp duran bir bürokratik yapının da bir ülke için nelere mal olabileceğini görüyordu. Ülkeyi yöneten iktidarlar değiştikçe bu değişimden nasbini alan bürokrasinin görevini sağlıklı bir şekilde yürütmesi zorlaşıyordu. Bürokrasideki kadrolar, muhalif yahut iktidar yanlısı olmak gibi bir seçim içerisinde olmamalıydı ama bürokratlar apolitik de olmamalıydı. Bir bürokratın aldığı tavır, görevini en doğru şekilde nasıl yapması gerekiyorsa o yönde olmalıydı. İradesi bu kadar sağlam bir bürokratik yapının oluşturulması mümkün müydü? Yıllar önce bu konuyla ilgili hocasına söylediği sözler aklına gelmişti:

“Oluşturulmalı, hiç değilse bu halinden kurtulmalıdır.”

Hocası ise;

“Sadece temenni de bulunuyorsun.” demişti.

“Korkuyorum. “ diyerek karşılık vermişti hocasına. Hocasının;

“Neden korkuyorsun? “ sorusu karşısında tıpkı hitap ettiği şu kalabalığa baktığı gözlerle ve hissiyatla cevap vermişti:

“Eğitimi ağzıma almaktan korkuyorum…”          

You have no rights to post comments