22 Ekim 2015

O'nu, en önce Milliyet'teki, sonra Akşam'daki "Taş" Köşesi'den okumaya adım attık, İlk Lise Yıllarımız'da...

Her yazısı ayrı bir lezzet, ayrı bir derinlik, ayrı bir ve bıçkın mı bıçkın, efelenmeydi...

Sevgili İlhan Selçuk'un Cumhuriyet Gazetesi'ndeki, Pencere Köşesi'ndeki yazıları gibi...

Her sabah heyecan içinde, “Acaba ne demişler?” diye, bakar, yazdıklarını, siler süpürür, hatmederdik, Köşeleri'ndeki yazılarını...

**

Lyon'daki Üniversite Yıllarım'da, Sonra Boston'daki doktora yıllarımda, Rahmetli Valide'nin hiç üşenmeden kesip, haftada bir mektup zarfına yerleştirdiği o yazılar buldu bizi, gurbet diyarda...

Eksiksiz hepsini okurduk... Okuduğumuz yazıları, arkadaşlarımızla, hasretlik içinde, tartışa tartışa bitiremezdik, günlerce...

**

Boston'dan bir geldiğimde, Basınköy'deki Evi'nde ziyaret ettim O'nu ve Ailesi'ni... Ahmet ve Mehmet o zaman yerlerde yuvarlanıyorlardı... Zeynep daha da küçüktü...

Beni coşkuyla karşıladı... Saatlerce bırakmadı...

O konuştuğu zaman, arada bir “evet” ya da “hayır” ancak diyebilirdiniz... Gecelerce konuşurdu... Dop dolu...

Daha az şanslıysanız, “evet” de “hayır” de diyemez, olsa olsa başınızla, söylediğine, katıldığınızı, şaşırdığınızı, meftun olduğunuzu, ya da katılmadığınızı, ancak, işaret edebilirdiniz...

“Katılmamak” demek, bir araba lafa daha kömür atmak :)), demek olurdu...

**

Boston'dan buraya döndükten sonra, Milliyet'te Şeytan'ın Gör dediği Köşesi'nde, inanılmaz edebî derinlikte, dokuda, şaşırtıcı derece bilgi yoğun, yazılar yazmaya başlamıştı; her birini, soluksuz okurdum...

Bir akşam, bir  arkadaşın evinde sürpriz bir buluşmada kucaklaşma şansım oldu, O'nunla, yeniden... Arkadaşım O'na hayranlığımı biliyor, olarak, O'nu, Evi'ne davet etmiş, beni ise davet edeceğini, O'na söylemiş, ama bana O'nun geleceğini söylememişti...

Sevinçle kucaklaştım O'nunla...

Gecenin nasıl geçtiğini, anlayamadık, bile... Gün ağarıyordu, ev sahipleriyle vedalaştığımızda...

Zaman geldi, bir akşam O, Evi'ne, davet etti beni...

Hemen hepsini okuduğum Kitapları'nı gösterdi... Hemen hepsi de, pek çok yabancı dile çevrilmişti...

Bir de “Oyuncak Trenleri”ni gösterdi...

Onlar'la bir eyyam oynadık... O, yazılarında sık sık gündeme getirdiği, trenleriyle...

Sabah'ı nasıl ettik, yine kolaydan anlaşılabilir gibi değildi...

Dolu dolu, başka bir gece...

Hemen her gece dostlarıyla böylesi yoğun vakit geçiren Sevgili Çetin Altan, pekiyi, o inci gibi yazılarını ne zaman yazabiliyordu? Hayret etmemek, hayran olmamak, mümkün değildi...

Aramızda 20 yaş, var, yuvarlak 20 sınıf, Lise'den...

Orhan Boran Sınıf Arkadaşı... Can Kıraç da...

Orhan Boran, hayatta iken, O’nun için yazdığı yazı, dün gibi aklımda...

Aslında hemen tüm yazıları, tüm kitapları, dün gibi aklımda...

**

Bir akşam ben O'nu davet ettim... Hem de kiminle biliyor musunuz:

Hepimizin Efsane Felsefe Hocası, o arada, O'nun da benim de Efsane Hocamız, Rahmetli Monsieur Dubois ile...

O akşam, başka bir unutulmaz bir akşamdı...

Akşam'ın inanılmaz özelliği, bütün süre boyunca Monsieur Dubois'nın konuşması, bu kez ise inanılmaz biçimde Sevgili Çetin Altan'ın arada bir  ancak, “Oui Monsieur” (Evet Hocam), “C'est ça Monsieur” (İşte bu Hocam), “Tout à fait Monsieur” (Tamamen öyle Hocam), demesiydi...

Süt dökmüş kuzu gibiydi, Monsieur Dubois'nin huzurunda... İnanamazsınız, ama işte aynen, öyle...

Hocamız’a saygının abide bir örneğiydi, davranış biçimi, afallatıcı biçimde...

**

Zaman içinde, arada olsun, bir yarenlik ettik...

Son bir defa Beylerbeyi'nde karşılaştık, kucaklaştık...

Ondan önce Kadıköy'de Arnavut Yemekleri yapan Lokanta'da...

**

O'na ağzım dolu dolu "Hocam", derdim...

İlhan Selçuk'a da...

**

Nur içinde yatsınlar... Resmen Hocamız olmamış, ama ne önemi var değil mi, en büyük hocalarımızdandılar, her ikisi de...

Ailesi'ne, Mehmet Altan'a, Ahmet Altan'a, Sevgili Zeynep'e, Hepiniz'e, baş sağlığı ve esenlikler diliyorum...

You have no rights to post comments