Soğuktu şehir… Sessiz, sessiz olduğu kadar da telaşlı ve mutsuz. Ölüm kadar sessiz, ayrılık kadar hüzünlü. 4 Ocak günü acı vardı şehirde, zehir zemberek, kor gibi. Telaş vardı, korku vardı. Oysa yürek tekti, düşünce tekti. Dehşet, öfke ve nefretle sarmalanmıştı. Soğuktu şehir, yürek tek, düşünce tek, ölüm kadar sessiz, ayrılık kadar hüzünlü…
Çıktım, çıkmak zorunda olduğum için. Ana caddeye doğru yöneldim. Aklım bir an önce işleri bitirip dönmede. Elimde değil korkuyorum, öfkemse galip korkulara. Annemin sesi kulaklarımda çın çın: “Kalabalığa dikkat et!”, “Aman çöp bidonlarına yaklaşma”, “Ortalıkta dolanma fazla”. Sanki faydası olacak bu söylenmelerin. Buldu mu seni, vakit saat de geldi mi, dinler mi “dikkat et” leri? Korkunun ecele faydası var mı ki? İlla ki bu deveyi güdeceksin, gün gelecek, elbet herkesin geçtiği köprüden sen de geçeceksin! Rahatladım, rahatlamak zorunda olduğumu hissettiğim için.
Bankaya doğru yürürken ani sessizlik dikkatimi çekti. İnsanlar tek bir noktaya odaklanmış, bakıyorlardı. Ağır ağır gelen cenaze arabasını ve ön tarafına konmuş resmi gördüm. Yirmi yaşlarındaydı. Gencecikti, pırıl pırıl gözlerle bakıyordu. Başında kepi, dudaklarında tatlı bir gülümseyiş. Umut dolu, masum, sevecen. Adı, sanı, ırkı, dili, dini önemli değil, o bizden biriydi. İçimizden biri… Eren, Rıdvan, Cengiz, Melek, Ferhat… Fark eder mi? Her kimse, her neyse… İnsan ya! İnsanız ya! Umutları vardı, gelecek vardı, sevenler, sevilenler vardı. Yaşam hakkı vardı en önemlisi. Bahşedilmiş hayatın kahpece, sinsice elden alınması, hangi yüreğe dokunmaz ki? Haince plan yapabilen yürek, yürek midir ki?
Titredim. Soğuktan değil… Soğuk nedir ki? Vız gelir… Titreyen beden ısınır ama titreyen yürek her dem buz keser. Zincirleme düşünceler üşüştü beynime. Aynı sokaktan geçmişim iki gün üst üste, hemen hemen aynı saatte. Üçüncü gün patlama! Göz gözü görmez, cehennem misali karmaşa. Her yer ateş içinde. Haince, sinsice. Dershaneye diye yola çıkıyorsun, can veriyorsun. İşe diye çıkıyorsun, eve dönemiyorsun. Çocuğunu ders çıkışı almak için gidiyorsun, sonsuzluğa ulaşıyorsun. Belki de sağlam çıkıp, eksik dönüyorsun. Çırpınıyorsun, kaçmak istesen de kaçamıyorsun. Var mı tüm bunların bir açıklaması ya da anlamı? Şaşkınız! Mantık nerede? Sağduyu hani? İnsanlık bitti mi? Kim? Nasıl? Neden?
Kimse kim! Neyse ne! Giden gitti, gerisi teselli işte…
Soğuktu şehir… Yürek buz, hüznün sessizliğinde, dehşet, öfke ve nefretle birlikte. Bakakaldım aracın ardından, salına salına kayboluşuna, “Hoşça kal” dercesine. Bugün hepimizi acıttı bu olay biliyorum. Ama yarın unutacağımızı da biliyorum. “Ateş düştüğü yeri yakar” derler. Doğrudur. Canımıza, can ve cananımıza dokununcaya kadar ateş hep düştüğü yeri yakacak belki de. Dilenebileceklerin en güzeli, bu olayların tekrarlanmaması ve de sabır elbette. Geride bırakılanlara sabır… Bizlere de sabır.
Çok çalıştık, çok çabaladık, omuz omuza savaştık. Yokluğa göğüs gerdik, umudu yeşerttik. Umut hiç eksilmesin. Zira umudun bitmesi demek, her şeyin bitmesi demek. Bu vatan bizim, hepimizin. Ben, sen, o, bu, şu, yerini “BİZ” li zamanlara bıraksın. Elele, kardeşçe, dostça… “Hoşça kal” yerine “Merhaba” diyebileceğimiz günlere…
6 Ocak 2008 --- Güneydoğum