Yalnızlık

Sosyal hayatımı da bir yandan sürdürmem gerektiğini ama sürdüremediğimi doktora sonrasında fark ettim. Bir sürü arkadaşım, dostum, ahbabım vardı. Sonra doktora için kapandım, üç-dört sene sürdü. Bittikten sonra arkadaşlarımın yanına gittim. Birlikte takıldığımız yerlerde hiçbiri yoktu. Aradım, sordum, mekânları değiştirmişlerdi. Ben ayrıldığımız yerdeydim, onları özlemiştim bile ama onlar çok değişmişti. Köprünün altından çok sular akmıştı, unutulmuş olduğumu ya da kendimi unutturduğumu anladım. Bu duyguyu daha sonraları da yaşadım. İşe dalınca kötü dalıyorum.

Bugün sınavları da ilan ettim ve dönem fiilen bitti. Serbestim, takılacak yerim, kimsem yok. Neyse, okulların açılmasına az kaldı; iki ay. Okunacak epey kitap birikti...

Şiir tadımız üzerine

Eskiden Türkiye’de herkes şair olarak doğardı. O kadar çok ve kolay şiir yazılabilirdi ki... Elbette hepsi kaliteli değildi, şairler kalıcı olurdu. Mutlaka başka sebepleri de vardır lakin serbest şiirin edebi şiir sanatımıza darbe vurduğunu düşünenlerdenim. Buradan “edebiyatta ihanet” edebiyatı yapmayı doğru bulmuyorum. Serbest şiir arayıştır, yeni yollar aramak ve denemektir, itirazım ona değil, serbest şiirin ana eksen haline getirilmesinedir. Kötü olmuştur. Artık herkes şiir yazamıyor ve şiir kitaplarını okumuyoruz. Konuyu düşünmeye çağırıyorum.

Türkmen

Türkmenler devlet kurar, dönüp işine bakar. Sonra devlet elinden çıkar, başkaları onun kafasını kırmaya başlayınca onu yıkar, yenisini kurar. Bu devleti de Türkmenler kurmuştu. Deniz Gezmiş'i öldürdüğünde devletin Türkmenlerin elinden çıktığı anlaşıldı. Eğer Türkmen devletten umudu kestiyse korkun, yıkacaktır. Çok pis yıkar.

Siyasi Aptallık

Büyükçe ülkelerde yapılabilecek en aptalca şey ırkçılık ve mezhepçiliktir. Bunu devlet yaparsa büyük ülkesini küçültür, ufalar. Toplum kesimlerinden biri yaparsa altta kalır. Bu belirlemeyi "kavmini ve mezhebini unut" diye anlayan aptallara sözüm yoktur.

Kan cola

Çok merak ediyorum, şeytan bize din adamı kılığıyla mı geliyor, diye. Milleti akıldan etti bu adamlar. Uygur bilge Alptekin, “Çinliler Doğu Türkistan’ı işgal ederken biz namaz sonrasında Allah’ın adlarını 33’lük tespihle mi, yoksa 99’luk tespihle mi çekelim diye tartışıyorduk” diyor. Uygurlar böyle de biz çok mu başkaydık, 1918'de don giymek caiz midir değil mi, erkekler başına fes giymeseler dinden çıkarlar mı, daha dün de Hatçe mektepte saçlarını örtsün-örtmesin diye konuşturdular, Arapların kanı kola niyetine içilir, ülkemiz yağmalanırken...

Feodal kafa

Kimse kimseyle kardeş olmak zorunda değil. Vatandaş olmaya çalışıyoruz. Kulluktan vatandaşlığa geçememiş feodal kafalılarla demokrasi olmaz. Ayrıca, kimsenin elindeki oyu alıp çöpe atmış da değilim. Fikrimi beyan ettirmeyecek miyim? Niye terbiyesizleşiyorsun? Niye şaşırıyorsam, çap bu kadar işte. Bu çapla bir de demokrasicilik oynayacakmışız. Hah...

Modernleşmenin bizdeki adı Kemalizm’dir. Demokrasi modernizmin ürünüdür. Modernizme (bizdeki şekliyle Kemalizm’e) saldırarak demokrat olunmaz.! Kemalizm yolu açmıştır, şosedir asfaltlanması gerekir. Asfaltlamayı bırakıp şoseyi yıkarak gelişme sağlanmaz. Demokratlığın ölçüsü budur.

Kemalizm demokrasi

Ramazandır, aziz, mübarek gündür filan dinleyen yok. Ümmet-i Muhammed öldürüşüyor. Birbirini bit kırar gibi kırıyor. Terör, kan, barut, patlama, kaçkın, göç, mülteci, sığınmacı, selefi, vahabi, islamcı, kavim, mezhep. Din böler, dedik. Uygarlık birleştirir, dedik. Kavimcilik ve mezhepçilikten demokrasi çıkmaz, demokrat olamayınca insanca yaşayamazsın, demokrat olmak için modernist olman, Kemalizmden yola çıkman lazım dedik...  Hayatta kalırsan ya da Kemalistleri, hatta sosyalistleri imha etmemişsen sana doğru yolu gösterirler:

Hayatta en hakiki mürşit neydi, niyeydi?

Aklınızı kullanmayı öğreninceye kadar, Öldürüşün...

Ahıska nerededir?

Mezunların çıkış belgelerine imza atıyorum. Tarih çıkışlı biri geldi. Muzipliğine sordum, "Ahıska nerededir," diye.

-Orta Asya’dadır, dedi.

-Emin misin, dedim.

-Ayıpsın hocam, dört yıl Tarih okuduk, dedi...

Delikanlı kısmen doğru söyledi. Ahıska Kafkasya'daki yerinde duruyor ama Ahıskalılar taşınmıştı. Ahıska'nın adını duymuş olması da önemli tabi. Bazıları hala Alaska ile karıştırıyor, "Alaska mı demek istediniz" diye düzeltmeye kalkıyor.

Türkmenistan kızı

Akşam yemeğini bir lokantada yiyorum. Garson kız Türkmenistan'dan. Öğrenci olduğunu anlayınca birkaç soru soruyorum. Kars'ta Kafkas Üniversitesinde (...) bölümünde okuyormuş. Yurtdışında okuyunca, ne okursan oku, kıymetli olunuyormuş. Dönünce iş bulmak kolay oluyormuş. Niye Kars, biraz daha yakın oluyormuş Asya'ya... Bir yandan da çalışıyormuş. Aldığı üç kuruş. Yüzlerce imişler. Yabancı öğrencilere gereken ilgiyi göstermediğim için utandım. Ahıskalı öğrencilerle biraz ilgilendiğimi sanıyordum... Bizim, millet parasıyla 7-8 yıl yurtdışında doktora filan okuttuğumuz öğrenciler geliyor aklıma. Pek bir makbul olurlar, hele ki İslamcı olanları. Binde iki buçuğu iyidir, gerisi kes yapıştırcı anket teknikeridir ve proamerikandır. Bilgin ve entelektüel olamazlar. İngilizceyi tarzanca aksanıyla konuşmaktan öte bir hayır gördüğümüzü düşünmemişimdir. Yök'ün İngilizcesini geçen ve tarzanca bile konuşamayanlar biraz daha iyidir, ayakları bu iklime basar en azından. Neyse.

Yabancı uyruklu gençler günlük hayata dair Türkçeyi konuşuyorlar, sizin benim gibi. Ama derslerdeki hallerini biliyorum. Kavram bilmiyorlar. Anlamıyorlar, öğrenemiyorlar. Azerbaycan’dan gelen öğrencilerle dilce daha yakınız. “Eğitimin Toplumsal Temelleri” deyince anlamıyorlar, “neyi eğip, bükmüş, neleri toplamış, toplulaştırmışsınız” diyorlar. Oysa “Terbiyenin İçtimai Esasları” deyince anlıyorlar. 1930’ların diliyle anlaşılabiliyor. Ama diploma veriyoruz. Türkiye'den. Daha doğu için yeter de artar bile!

Ah ulan...

Saygı hak edilir

Akla ziyan bir sürü batıl itikadı din diye bellemiş, buna saygı bekliyor. Godot'yu bekleyenler de var, çok beklersiniz.

Millet Malı

Birkaç yıl önceydi. Erzurum'un çok sayıda bulunan büyük hastanelerinden birinde, bir yakınım için bulunuyordum. Sağlık Bakanı Erzurumlu olunca zıkkım demokrasi böyle işliyor, hastaneleri millete değil, hemşerilerine yaptırıyor! Onca geniş mekana ve çok sayıdaki hastaneye rağmen ciddi bir sıkışıklık vardı. Başka il ve ilçelerden hastalar oraya taşınıyordu. O kadar çok hastaneye rağmen hasta yakını olarak birkaç gün sandalyelerde yattım. Doktor ve hemşireler de hayli yoğundu. Yakındaki hastanelerden birinde bir doktorun intihar ettiği yerel gazetede yazılıydı, hüzünle konuşuluyordu. İş yükü, anlayışsız hasta yakınları, dangalak yöneticiler... Hepsi sağlık çalışanlarının üstüne yüktü. O koşullar altında sağlık çalışanlarının kendilerinin sağlık sorunları olduğunu veya olacağını düşündüm.

Bir gün koridorda beklerken iki adam feryat figan ağlayıp bağırmaya başladı. Ne oluyor diye o tarafa yöneldik. Dedeleri vefat etmiş. Rahmet, sabır, metanet diledik. Aylardır tedavi gören bir yaşlıymış. Birimiz, "belki de acılarından kurtuldu" dedi. Bu arada adamlardan birisi telefonla cenazeyi haber verdi. Yaklaşık bir saat sonra 20-30 kişilik genç sayılabilecek bir kalabalık koridora doluştu. Bu iki adamı gördüler, nasıl ve ne zaman sorularını bir daha sorduktan sonra anormallikler başladı; kimisi ağlıyor, kimisi bağırıyor, başını duvara vuranlar oluyor... Hemşire ve doktorlar ne olacağını kestirmiş gibi, hızlı biçimde ortamdan uzaklaştılar. Sesler giderek yükseldi, ağlamalar böğürmeye dönüştü. Kafasını duvara vurmak yerine kapı pencereyi yumruklama ve kırmaya başladılar. Öfke taşkınlığa ve kontrolden çıkmış barbarlığa dönüştü. Koridordaki bütün kapı ve pencereler kırıldı, her taraf cam kırığı doldu.

Bir kenardan canı sıkılmış ve giderek bu vahşiliğe öfkelenmeye başlamış biri olarak durumu şaşkınlıkla izliyordum. Birisi gelip yanımdaki pencereyi kırmak isteyince, bileğine yapıştım, öfkeyle bağırdım, "ne yaptığını sanıyorsun, bu benim pencerem" dedim. Beklemiyordu, şaşırdı, bileğini sıkıp silkeleyince sanırım kendine geldi. "Acımız büyük, aşiretin reisini kaybettik, acımızı da mı yaşamiyax, onu da mı saxliyax" dedi. Acısını halkın mallarını tahrip ederek mi yatıştıracağını sordum. Cevap almaya kalmadan güvenlik görevlileri geldi ve bizi ayırdı. Aslında beni kurtarmış. Güvenli görevlisi birkaç kişiydi ve bu taşkın kalabalıkla başa çıkmaları mümkün değildi.

Kamu malları devletin değil, halkın malıdır. Halkın mallarını yağmalayan, tahrip eden kişiler halk düşmanıdır, her toplumda aşağılanır, lanetlenir. Kamu personeli, özellikle sağlık personeli, doktor ve hemşirelere, eğitimci, öğretmen ve bilginlere hiçbir durumda el kalkmaz, silah doğrultulmaz. Bu görevlilere eskiden din görevlilerini de ekliyordum, vazgeçtim. Bu görev ve görevliler sadece insanlar içindir, dil, din, mezhep, cinsiyet ayrımı yapmaksızın bütün insanlığa hizmet ederler.

Lütfen saygı...

Kürt Kadını

Türkiye’yi nüfus yapısını değiştirerek ele geçireceğiz diye Kürt kadınına tam mesai yaptıran Kürt erkeği, kadınlarınızı perişan ettiniz. Duygusuz duyarsız tacizci çocuk yetiştiriyorsunuz. Kadınlarınız bir süre sonra hallerine bakıp sizi affederler mi bilmem. Halbuki devlet ortada sahipsiz duruyor, alın sizin olsun.

Silah-sızlanma

İte bulaşmam, onlar da bana bulaşmaz. Zağar it vardır, çemkirir, saldırırmış gibi yapar ama ısırmaz, “hoşt” deyince kaçar. Cinsiyetine göre de değişir. Kancık olan yanından geçerken renk vermez, hiçbir şey yokken arkadan saldırır, gafil avlar, tehlikelidir. Silahlıysanız hiçbiri olmaz.

Sabah yürüyüşümde bir köpeğin bana doğru koştuğunu gördüm. Anlam veremedim ama değneğimi kaldırınca durdu ve üzerime gelmekten vazgeçti. Elimde değnek niye mi vardı, ilkem gereği. Çocukluğumdan beri hiç silahsız dolaşmadım. Çocukken köyde köpekten, kurttan, çakaldan, ayıdan ya da kötü niyetli yabancılardan çekinir yanımızda sopa, dirgen, tırpan bulundururduk. Dağlardasın ve yalnızsın. Büyüklerimizin telkiniydi. Bıçak herkeste mutlak demirbaştı. Caydırıcı olurdu, saldıracağı varsa da saldırmazdı. O gün bugündür, yanımda her an silah olarak kullanabileceğim ya da silaha dönüştürebileceğim bir nesne daima olmuştur. Bize böyle öğretildi; ite bulaşma ama o sana bulaşırsa dünyayı başına yık; bir dahaki karşılaşmada saldırmayı aklına bile getirmesin. Birkaç aptala bakarak, silahsızlanma kampanyası yürütenleri, saf değillerse, iyi niyetli bulmuyorum. Şehirlerimiz ve ülke bizim köydeki dağlardan daha güvenliksiz durumdadır.

Plaka numarası

Son yıllarda hiç trafik cezası almadığımı yakın zamanda fark ettim. Benim bana ceza vereceğim durumlarda bile polisler, selam verip "geç" dediler. Anlayamıyordum, aracımın plakasında AK harflerinin yazılı olduğunu ve polisçe bunun malum parti militanı olduğumun sanıldığını fark edinceye kadar... Seçimden sonra dikkatli olmalıyım. Ahlakı az gelişmiş ülke olmanın böyle ufak faydaları da oluyor; ahlaksızlıktan siz de istemeden faydalanıyorsunuz.

Entrikacı

İlk duyduğum Bizanslıların iyi entrika çevirdikleriydi. Çok kahpeceydi. Cüneyt abim bile kahpe bizans deyiveriyordu. Biraz büyüdüm, "Yahudi oyunu" diye bir şey duydum. Pek mahir olurlarmış. Dünyaya, insanlığa ve zavallı Müslümanlara neler yaparlarmış neler... Daha da büyüdüm. İlk ikisinin İslamcıların eline su bile dökemeyeceğini anladım.

İhvan

İslam dünyasına hakim olan ideoloji; 16. yüzyıldan berisini bilmeyen, bilmek işine gelmeyen, ağzını her açışta din ve mezhep ayrımcılığını kusan, din, mezhep eşitliğinden, çoğulculuktan bihaber, dini, Müslümanların hayatını cehenneme çevirerek kendi hastalıklı egosunu tatmin etmede kullanan, demokrasiyi en çok oyu alanın Firavun seçilmesi ve küçük bir tanrı olarak her haltı yemesi sanan küçük adam ideolojisidir. Ortaçağda demokrasi yoktu. Ortaçağ ideolojisinden de demokrasi beklemiyoruz. Demokrasiyi istismar edip ilkellik ve seviyesizlik sergilemekten başka ne yaparsınız? Uygarlığı bu kadar geriden takip ettiğiniz için size saygı da duymuyorum. Sanki Mırsı demokrasiyi kuracakmış da engellenmiş... Gidin işinize. Suret-i haktan görünüp kafa şişirmeyin. Maskeniz düşeli çok oldu, çıplaksınız; ayıplarınız ortada.

Rüyalarım

Ender rüya gören biriyim. Piskoloklar bunu pek hayra yormuyor. Neyse, dün gece rüya gördüm. Sabaha kadar Şeremetovlarla uğraştım durdum. Yıllar önce kurcaladığım bir Rus ailesiydi. Ne alakası var, Şeremetovlardan bana ne, nerden icab etti? Sahnede hiç mi Şeremetova olmaz… Rüyamın senaryosunu kim yazdı ulen:)

Laf baskını

Çocukluğumda etraftan duyduğum bir kavramdı. Şahıs haksızdır, bir yanlışlık yapmıştır ve yanlışı yaptığı kişinin karşısında o kadar çok ve hızlı konuşarak bin dereden su getirir ki cevap veremez duruma düşersiniz. Üstelik pişmanlık filan da göstermemektedir. Durumu kendi açısından, kendine hiç dokunmadan açıklamakta, arada bir kurbanı da suçlamaktadır. Adeta "sen yaşıyor olmasaydın bununla karşılaşmayacaktın" der gibidir. Ağzınızı açmaya fırsat bırakmayan bu şahsın ağzının üstüne bir tokat patlamaya gerek duymazsınız, o an sadece ondan kurtulmak istersiniz. O şahsın yaptığına laf baskını denirdi. Seçim konuşmalarında birileri sadece laf baskını yöntemini kullanıyor da, aklıma geldi.

Yönetimin sosyal psikolojisi

Bir kuruma ülkücü ya da alevi kökenli birisi yönetici yapıldığında tuhaf biçimde İslamcılar kayrılıyor. Ülkücüler, daha hızlı İslamcı olduklarını göstermek için onlara öncelik veriyor ve kazara varsa solcuların iflahını kesiyor. "Biz daha İslamcıyız" iddialarını cidden kanıtlıyorlar. Aleviler ise "bakın biz mezhep ayrımı yapmıyoruz, görüyorsunuz" dedirtmek için önce alevinin ve varsa solcunun kafasını kırıyor. Gerçi son yıllarda Alevi yönetici görülmüyor.

Politik A

Türkiye’de herkesin sağcı olarak imal edilmesi esastır. Kazara solcu olanlar imalat hatasıdır, aslında ıskarta olarak imha edilmeleri gerekir fakat Amerika’ya karşı ayıp olmasın diye görmezden gelinir, döverek, ezerek ıslah edilirler. Hâlbuki solcu olmazsa aslında sağcı da olmaz, demokrasi de ortaya çıkmaz. Başka bir şey olur. İmal edilen insan tipi batıyı tehdit etmeyecek zihniyette olmalılar. Son yıllarda buna ek olarak antitürk ve proarap nitelikler de eklenmiştir. Kısacası ülkemizde okullarda demokrasi terbiyesi vermeyiz. Amerikalı dostlarımız da zaten müfredatımıza epey duhul halindedir, bilirler.

Sağ, sol, demokrasi gibi kelimeleri, günde beş vakit kullananlar bile bilmez. Açıklayayım: Çağdaş değilseniz demokrat olamazsınız. Demokrat olamayınca sağcı ya da solcu da olamazsınız. Çağdışı, gerici, ırkçı, mezhepçi olabilirsiniz elbette. Çağdaş olmanın ölçütü nedir? İnsanlığın geçmişindeki badireleri bilip bugün geldiği fikri zeminde olmak, bugünün değerlerine ulaşmış ve savunuyor olmak.

Mesela hümanist olmalısınız. Hümanizm, ırkçılık, mezhepçilik ve din ayrımcılığının karşısına dikilip, bu konularda nötr insanı savunmaktır. Önce Türkiyeci olmalısınız. Bunu yapmadan yani hem ırkçı veya dinci veya mezhepçi olup, sizden olmayanları dışlayıp hem de sağcı, solcu ya da demokrat olamazsınız.

Etnikçi-bölgeci bir partinin veya mezhepçi başka bir partinin ve bunları destekleyenlerin ağızlarına demokrasi kelimesini alması hem onlar hem de bizim için küfürdür. Bu hümanizma öncesinde takılmış fikir gurebasının sağcı ya da solcu veya milliyetçi olmaları imkânsızdır. Demokrat ülke olsaydık her ikisi de yasaklanırdı. Yasaklanmamışlığı rejimin yavşaklığındandır. Uzatmayalım; demek ki demokrasilerde gericilik yasaktır.

Din ve kavim üzerinden siyaset yapılmaz, yapılıyorsa demokrasi yoktur. Etnik sorunların çözümü ya da muhafazakârlık taleplerinin yeri ve yolu öncelikle hümanist olmayı gerektirir.

Solu-can

Akşamdan yağmış oluyor, ıslaklık iyi geliyor olmalı, sabahleyin solucanlar kaldırıma çıkıp yol boyu yayılıyorlar. Sabah yürüyüşümde basıp ezmemek için güzümü yerden ayıramıyorum, rahatsız edici bir durum. Pek bir hareketsizler, ölü gibiler. Bugün inceledim, dokununca hafifçe kımıldıyorlar. Bazıları ise sanki plajda şezlonga uzanmış gibi. Orhan Veli'nin şiirinde “olmaz ki, böyle de yatılmaz ki” diyerek tarif ettiği sere serpe bir yatış... Solucanlarımız çok bakımsız, çok sefil, çok zayıf. Solucanların toprak imalatı ve kalitesi konusundaki katkılarını düşününce içim ürperdi. Vatan toprakları kimlere emanet! Derakap il hıfffzısszszssıha komisyonu haberdar edilmeli, solucanlarımıza millî seferberlikle yardım etmeliyiz.

Satut

Gırtlağımda bir yangı var. Başkaca bir sıkıntı yok. Ama öyle bir hasta şımarıklığı içindeyim ki... Satutlaştım, aman da aman... Satut mu, yöresel bir kelime. Kadınlara isim olarak da takılırdı. “Dokunsan ağlayacak” durumda olmak. Kız çocuklarında görmüşsünüzdür, belki bir azarlanma sırasında önce gözleri dolar, sonra dudaklarını şişirerek ağlama pozisyonu alır. Bir yandan size melül mahsun bakarken bir elini gözüne götürür ve yaşını silermiş gibi ama oğuşturur... Dokunaklı bir sahnedir. Ağlamamasını istersiniz. Tam “ağlama” der demez ağlamaya başlar ya hani… Ağlamadan önceki an, satutlaştığı andır… Ne tatsız şeyleri gözlemlemek zorunda kalmışım, neler yaşamışım ben…

 

You have no rights to post comments