Babam köy enstitülü bir öğretmendi. Zor zamanlarda zor bir çocukluk ve zor bir eğitimden geçmişti. Kars-Susuz'daki Cilavuz Köy Enstitüsünü bitirmişti. Tam mezun olacakken, köy enstitüleri kapatılmış, okulu bitirmişken bitirmemiş sayılmış. Enstitüler “İlköğretmen Okulu” adını almış ve eğitim süresi bir yıl daha uzamış. Böylece o yıl mezun verilmemiş, babam onlardan. Köy Enstitülerinin mezun olamayan son, İlköğretmen Okullarının ise ilk mezunu. Türkiye aşığı, Atatürk sevdalısıydı. Beni ve benim kuşağımı hep eleştirmiştir; “Türkiye’yi siz mahvettiniz”, diye sitem eder, bazen de kızardı. Hak verdiğim çok olmuştur.
Babamı ve tabii ki ilkokul öğretmenimi bir hatırayla anmak istedim. Bu hatıra aynı zamanda öğretmenlerin nelerle uğraşmak zorunda kaldığını, Türkiye’yi nereden alıp nereye getirdiklerini, bir takım çevrelerin onlara neden düşman kesildiklerini anlamaya yardım eder ve günümüzde nerede olduğumuz açısından da bir uyarı olur belki.
Çocuktum, ilkokulun ikinci sınıfında olmalıydım. Bir tatil günü olmalı, çok kar yağmıştı, babam okulda değil evdeydi. Çocuklarla kızak kaydık, yoruldum, acıktım eve geldim.
Evde babamla komşu köyün eğitmeni olan, babamdan hayli yaşlı bir adam vardı. Sofradan yeni kalkmışlardı ve ciddi bir konu konuşuyorlardı. Anladığım kadarıyla eğitmenin olduğu köyde öğretmen yoktu ve bütün öğrenciler eğitmene kalmıştı. Eğitmenler sadece ilkokul birinci sınıf öğrencilerine okuma yazma öğretmek için görevlendirilmiş, bazıları ilkokul mezunu bile olmayan kimselerdi. Öğretmensizlik yüzünden askerliğini çavuş olarak yapanlar askerde okuma yazma öğrendiklerinden, onlardan istifade ediliyordu. Dolayısıyla çoğu ve çoğunlukla öğretmenlik yapacak bilgiye sahip değildi.
Komşu köyün eğitmeni öyleydi, ilkokul mezunu bile değildi ve kitapta yazılı olanları öğrencilere öğretmesi gerekiyordu. Anladığım kadarıyla eğitmen, kitabı okumuş ancak aklı karışmıştı. Babama danışıyordu. Aslında danışılacak kişi başöğretmendi. Gezici başöğretmenler vardı ve onlar köyleri gezerek öğretmen ve özellikle eğitmenlere rehberlik ederlerdi. Civardaki tek başöğretmen olan Ahmet Uğurlu ilçedeydi köyümüzün ilk öğretmeniydi. Okulu köylülerle birlikte yapmış ve babamın da ilkokul öğretmeni olmuştu. (Ortaokula giderken babam beni onunla tanıştırdı, babam da ben de elini öptük. Babam ona çok sevgili ve saygılı davranıyordu.) Kısacası babam onun yerine eğitmene başöğretmenlik yapıyordu, Ahmet hoca babamdan rica etmiş olmalı.
Abam (anneme aba diye seslenirdik), bir kenarda bana da kahvaltılıklardan bir sofra hazırladı. Yerken babamın eğitmen amcaya hangi konuları nasıl işlemesi gerektiğini anlatışını dinliyordum. Hiç müdahale etmedim, kenardan, görünmemeye çalışarak izledim. Bizim evde büyükler konuşurken çocuklar susardı. Eğitmen derslerle ilgili anlamadığı yerleri soruyor, babam da örnekler vererek açıklıyor bazen ona tekrarlattırıyordu.
Bilginin bilimselleştirilmesi
Eğitmen, hiç itiraz etmeden söylenenleri anlamak ve bellemekle meşgulken birden tavrı değişti. Eğitmen babama itiraz etti. Sadece itiraz değildi, babama çıkıştı. Konu Fen ve Tabiat Bilgisi dersiyle ilgiliydi. Galiba ilkokul beşinci sınıfın konusuydu. Okulunda yağmurun nasıl yağdığını işlemesi gerekiyordu. Eğitmen kitapta yazılı olanları okumuştu ama orada yazılanlar bildikleriyle çelişiyordu. Kendi bildiklerinden kesinlikle emin görünüyordu ve babama da onaylatmak istiyordu. Babam ise kitapta yazılanın doğru olduğunu, eğitmenin yanlış bildiğini söyledi. Babam kısaca açıkladı ama eğitmen anlamamakta ısrar etti hatta sinirlendi. Konu din-bilim tartışmasına dönüştü ve eğitmen babama “senin Müslüman bir adam olduğunu sanıyordum” dedi. Bunun üzerine babam çok sinirlendi, ona bağırdı. “Elin insanı aklını işletip bilimsel bilgi üreterek Ay’a giderken, senin gibi akıldışı gelenekleri din sananların ve bunu sanmayanları bir de tahakküm altına aldığınız için bu hallerdeyiz”, gibi cümlelerle tersledi. O sıralarda Apollo roketi ile Ay’a inilmiş ve yıllarca Türkiye’de hayret ve hayranlıklı konuşmalara konu olmuştu. Eğitmen yağmurun yağmasının bilimsel açıklamasını anlamak istemiyor, dinsel bir açıklama istiyor, sık sık “Allah bu işin neresinde” diye soruyordu. Bilimsel açıklama onun için yeniydi ve önceden bildiği dinsel açıklamaya ilişkin ezberini bozamıyordu.
Abam dışarıdaydı, sanırım yüksek sesler üzerine içeri girdi ve erkekler sakinleşti. Babam abamdan da yardım alarak yağmurun nasıl yağdığını deney yaparak eğitmene kanıtlamak istedi. Abam sobayı yeniden kaladı, üzerine içi biraz su dolu tencere koydu ve kaynamaya bıraktılar. Babam bu arada neler olacağını anlatmaya çalışıyordu. Babamın anlatmaya çalıştığı atmosferdeki su buharının yoğunlaşarak suya dönüşmesi ve yağmur olması olgusu idi.
Bir süre sonra tenceredeki su kaynamaya başladı. Babam suyun tencerenin dibinde mi yoksa kapağında mı olduğunu sordu. “Su tencerenin dibinde olur, kapağında olmaz” dedi. Babam tencerenin kapağını hızla açıp kenara doğru çekti. Kapaktaki su buharı o sırada yoğunlaşıp suya dönüştü. Babam göstere göstere kapaktaki suyu yere döktü ve tencerenin yeryüzü, kapağın da gökyüzü gibi olduğunu anlatmaya çalışıp, suyun buharlaşıp bulut olduğunu, bulutların aslında su buharı yığınları olduğunu, bunların bir anda havanın soğumasıyla tencere kapağındaki gibi suya dönüştüğünü, gökyüzünde su olarak kalamadığını, bir yerlere döküldüğünü, bunun da yağmur olduğunu, yağışın böyle meydana gelen bir doğa olayı olduğunu ve talebelerine de böyle öğretmesi gerektiğini söyledi.
Eğitmen itiraz etti:
- O ders kitabı yanlış yazıyor ve sizin öğretmenleriniz size yalan yanlış işler öğretmiş. Bak bilmeyen değilsin ama sana bir daha anlatayım: Allahü Teâlâ bir sürü canlı yaratmış ve onlara rızık vermiş. Birçok şey için su lazım. Ota su lazım ki büyüsün, ineğe ot ve su lazım. Ekinler için su lazım ve bizim için de su lazım. Allah bu işlerle bir meleği görevlendirmiş; Mikail aleyhisselam'ı. Allah rızık vermek istediği kullarının halini görür ya da dualarını işitir, duayı kabul ederse bir bulut yapar. Mikail aleyhiselama işaret eder, o da üfleyerek Allah kime rızık vermeyi murat etmişse bulutu onun tarlasının üstüne getirir ve yağmur yağdırır. Eğer yalvarıp yakarmalarımız ve kurbanlarımızı samimi bulur, hoşuna giderse duamızı kabul eder ve rızkımızı verir. Yoksa daha çok kurban kesmeli ve dua okumalı, yanlış hallerimizi düzeltmeliyiz ki Allah kızıp gazaplanmasın. Sana öğretenler yanlış öğretmiş hoca. Aslı budur, talebeye bunu ben böyle öğreteceğim!
Deneyi yapıp anlatırken sakinleşmiş olan babam giderek sinirleniyordu. Az önce yaptığı deneyi bir kez daha sözlü olarak anlattı. Eğitmen, “Senin anlattığında her şey kendi kendine oluyor” dedi. “Bir şey öbür şeyi tetikliyor. Biri sebep oluyor, başka bir şeyi ortaya çıkarıyor". Babam, “Evet” dedi, "Sebep-sonuç ilişkisi var". Eğitmen oralı olmadı, yaylım ateşi yapar gibi konuşmaya başladı:
- Peki, Allah nerde? Soruyorum, o bu işin neresinde? Onun haberi olmadan yağmur nasıl yağar? Ben rızkımı niye ondan istiyorum çünkü o veriyor. Biz köyce niye yağmur duasına çıkıyoruz? İlmi Kur’an’dan çıkarıp yüzlerce yıldır millete anlatan imama mı inanacağım sana ve senin Allah'ı anmayan küfür fen kitabına mı? Niye Allah’a yalvarıp yakarıyoruz? Bütün güç, bütün hikmet onda da o yüzden. Sen Allahsız, kitapsız bir ders anlatıyorsun. Senin dersi anlatışında, Allah yoktur, lazım da değil, olmasa da olur, demeye getiriyorsun. Ayıptır, günahtır!
Babam, “Yeteeer!” diye bağırdı. Bilimsel bilginin bu olduğunu, gerçeğin de böyle olduğunu akıl ve gözlemle olayın nasıl vuku bulduğunu kendisine gösterdiğini, yağmurun, “aman yağayım da yeryüzündeki hıyarlar, patatesler, lobiyalar, buğdaylar büyüsün” diye bir derdinin olmadığını, milletin aklının çalışması ve hakikati bilmeleri için okullarda bilimsel bilgi öğretmek zorunda olduklarını, dini bu işe karıştırmaması gerektiğini, Allah’ın bu işin neresinde olduğunu bilmediğini, hiç kimsenin de bilemeyeceğini, kişisel inanç ve kanaatlerini kendisine saklayıp, çocuklara geleneksel kanaatleri değil, kanıtlanmış bilimsel bilgileri vermek zorunda olduğunu hızlıca söyledi. Kendi dini ve inancı konusunda eğitmenin söylediklerine çok kızdığını, inancını ona kanıtlamak zorunda olmadığını, eğitmenin dinen hesap sormak gibi bir terbiyesizlik ettiğini de ekleyerek söyledi. Sözlerinin sonuna doğru ayağa kalktı, çok sinirlenmişti. Eğitmene kapıyı gösterdi, “defol git” der gibi elini salladı. Eğitmen kovuldu.
Saatler süren konuşma bitti, sessizlik çöktü...
Eğitmen paltosunu aldı ve çıktı. Abam ahırdan eğitmenin atını çekti. O sıralarda Posof'ta tek ulaşım aracı at idi. Bizim de atımız vardı ve babam komşu köydeki okuluna atla gidip gelirdi. Eğitmen atına binerken babamın iyi adam olduğunu ama Allah’ın iradesi olmadan yaprağın bile kımıldayamayamazken su buharının nasıl yağmur haline geldiğini ve kimin tarlasına yağmur olarak düşeceğini nasıl bildiğini anlayamadığını söylüyordu. Abama, “Anşa bacı, benim din bilgim ile kitaplarda yazılı olan bilimsel bilgi ters düşüyor. Hangisini kabul edeceğime şaştım kaldım. Biri gözümün önünde kanıtlanan bilimsel bilgi, öteki bizim cami hocasının anlattıkları…” Abam da “Onlar mektep işleri, beni karştırmayın." dedi ama yine de ekledi: "Belki Allah yağmurun Fen kitabında yazıldığı gibi yağmasını emretmiştir. Allah'a ayan bize karanlık... Bizimkinin kusuruna bakma, gene buyur gel, hanımına, Zülbiye Bacı'ya selam söyle” diyerek yolcu etti.
Akıl ve bilim kültürü kolay yerleşmedi... Etraftan gelen kesif metafizik kokulara bakılırsa yerleşmiş gibi görünmüyor! Demokrasi sorunumuz varsa, birtakım insanlar yurttaşları süslü sözlerle etkiliyorsa, birçoğumuz inanç ile bilgi arasındaki farkın farkında değilse, akıl ve bilim kültürünün yerleşemediğindendir. Üniversitelerimizde bile… Ya Köy Enstitülü öğretmenler ve sonraki, ne yazık ki az sayıdaki bilimsel eğitimden yana olan öğretmen de olmasaydı…
Nato'ya girdikten sonra, öğretmenlerin başlarının rejimle, hükümetle ve yerel otorite ve geleneksel kanaat önderleriyle (eşraf, ağa, şeyh gibi) çekişmesinin sebebi bilimi öne çıkarmaları ve aklı savunmalarıdır. Köy Enstitülü öğretmenler bilgiyi bilimselleştirdi. Akıl ve bilim toplumu olmanın tek yolu buydu. Bunu yaparken cehaletin ve o cehaletten beslenenlerin tepkilerini çekti. "Bir kısım çevrelerin" haksızlık ve iftiralarına uğradılar. Bilimi teşvik ettiği söylenen resmi ve sivil din görevlileri (istisnaları olmakla beraber) bilimin yanında ve öğretmenlerin arkasında olmamış, tam tersine öğretmeni, dolayısıyla onun temsil ettiği bilimi kendisine rakip olarak görmüş, bilimin kanıtladığı gerçekleri bile eskiden öyle öğrendiği için değiştirme gereği duymadan öğretmene, bilime ve aydınlanmaya karşı cephe almıştır. Bunu aşmak için "aydın din adamı" yetiştirmek gayesiyle İHL yaygınlaştırılmış, bu kez de ülke Tevhid-i Tedrisat Kanunu öncesi duruma geriletilmiştir. Toplum henüz farkında değil, olduğunda da haşlanmış kurbağa misali tepkisiz kalacağı kaygısıyla uyarmış olalım: Şu sıralar neredeyse bütün okullarda tersi yapılıyor; bilgiyi bilimsel olmaktan çıkarmak! Aydınlanma mücadelesi Osmanlı'nın son zamanlarından beri sürüyor. Osmanlı "fenni terbiye" diyordu, "bilimsel eğitim" demekti ve bilimsel deyince laik eğitim demeye gerek yoktu.
Laikliği, öğretmenler, bilimsel bilgiyi ve aklı kullanmayı çekinmeden öğretmeleri için "yasal güvence" diye savundu, öğrettiler. Seviyeyi düşürüp kadınların saç-baş örtüsü lafazanlığına düşürüldü, sulandırıldı, akıllara kilit vuruldu. Öğretmenler ve bilim sırtından hançerlendi.
Babamı, Binali Çınar’ı, bilime ve ülkemize yaptığı hizmetler ile yetiştirdiği yüzlerce öğrenci için saygıyla, gururla ve rahmetle yad ediyorum.
Yorumlar
RSS beslemesi, bu iletideki yorumlar için