Kısa hikayecikler (veya küçürek öykü) yazmak muhtemelen sosyal medyanın etkisiyle son zamanlarda giderek popüler bir yazı türü haline geliyor. Hızlı ve kısa mesajları tercih ettiği düşünülen bilişim kuşağının böylesi bir okuma eğiliminin olduğunu söylemek de mümkün. Bu bir tür portre çizmek. Portre çizmek hiç de kolay değildir. Denediğim söylenemez ama iyi bir çizimci değilim, yazarak çizdim. 

Hayatı içinde yaşayanların, onu kitaplardan öğrenen veya balkondan seyredenlere göre daha renkli oldukları düşünülebilir. Öyle de olsa hayatı hayata fazlaca karışmadan gözleyenlerin iyi bir gözlem gücüne sahip olduğuna inananlardanım. Öykücük türünün giderek gelişeceğini umuyorum. Birkaç eskiz sunuyorum.

 

Sosyal akrabalık

Tatil vesilesiyle eski akraba ve dostlarla yıllar sonra bile olsa karşılaştık, dostluk ve hatıra tazeledik.

Bir hanımefendiyle tanıştırdılar. "Hatırladın mı beni?" diye sordu. Hatırlayamadım. İlkokuldan sınıf arkadaşı olduğumuzu söyledi. Hatırladım. Hemen de ilkokul çocukluğu havasına girdim. Arkadaşlardan, öğretmenlerden söz ettik, ayaküstü. Çoluk çocuğumuzu sorduk... Ayaküstü her şey yolundaydı. Ne iyi...

Mutlaka öyledir; benden duymak istemiştir, duyamayınca, ayrılırken, kendisi daha kısık bir sesle söyledi. Sitemkârdı sanki. "Biz sütkardeşiz" dedi. Başım önüme eğilirken onu da hatırladım, büyük bir mahcubiyetle. Yıllardır hiç aklıma gelmediğini de düşünerek.

Bebekken onun annesi beni emzirmiş, benim annem de onu. Annemi erken kaybetmiştim ama bunu biliyordum, söylenmişti. Onun annesinin de vefat ettiğini duymuştum. İkisi yakın dost imişler, bizi de kardeş ilan ederek bizi birbirimize emanet etmişler adeta, kendilerinden sonra... Unutmuştum. Oysa tam da böyle bir kız kardeşe ne kadar da ihtiyaç duymuştum. O da duymuş olmalı.

Annelerimizin vasiyetini gerçekleştiremedik. Özellikle de ben.

Keşke bu tür törelerimizi unutmasak, közü biraz eşeleyip üflesek ateş canlanacak, yeniden...

Modernleşme, şehirlileşme, göç filan derken allak bullak olduk. Birçok sosyal akrabalığı unuttuk, muhafaza edemedik: Asker arkadaşlığı, tertiplik, baba dostu, refiklik (hac arkadaşlığı), kan kardeşliği, kirvelik, ahretlik... Benden önceki kuşak bunu sürdürdü. Bizim kuşakta bunlar kalktı. Kalkmamalıydı, iyi bir sosyal dayanışma olduğunu anlıyorum.

Ülkede lüzumsuz bir muhafazakârlık var. Niye varlar bu adamlar, niye savunup muhafaza ettirmiyorlar?

Kemalist devrim mi kaldırdı bunları?

 

Çocuk

- Kaç çocuğun var, İlimdar?

+ İki dene, Allah bağışlarsa...

- Allah bağışlasın. Niye iki? Başbakan en az üç diyordu. Üstelik doğru söylüyordu bana kalırsa.

+ Doğru söylediydi amma... Variyetimiz anca iki çocuğu kaldırır. Helalinden kazandığımız anca iki çocuğu şerefiyle yaşatmaya yeter.

- Yahu, devlet ne güne duruyor, iş verirdi ya da çocuklar kendi işlerini kurardı.

+ Olmazdı, okutamazdık.

-Okumayıversin. Herkes her çocuğunu okutuyor mu sanki. Allah kulunu aç mı bırakır, verirdi rızkını.

-Tabi ki Allah kulunu aç bırakmaz ama onun verdiğiyle de şerefli yaşanmaz. Bırakacağımız mülk ile çocuğumuz haysiyetini bozmasın, kimseden çalıp çırpmak mecburiyeti olmasın isteriz. Şerefimizle yaşadık, öldükten sonra başkalarından ya da çocuklarımızdan lanet duymayalım.

Dedi.

 

Kocalıkta yapılabilse!

Yaşlılarla sohbetlerimde, değişik vesilelerle duydum.

- Gençlikte bilinebilseydi, kocalıkta yapılabilseydi.. dediler.

Genç iken bilmediklerinden yapamadıklarını, yaşlandıklarında ise bildiklerini ama yapacak mecalleri kalmadığını söylüyorlardı.

Tatsız bir durum.

İnsanlara yaşlılıklarında bunu söyletmemek eğitimin elinde midir?

 

Üniversite eğitimi

-Üniversitede niye okuyorsun kardeş?

+ Bir baltaya sap olmak için abi!

-Demek derdin sap olmak!

+ Geçim derdi. Namerde muhtaç olmamak, kendi karnını doyurmak diyelim.

- Yani karın tokluğu için mi bunca okul, kitap, zahmet, masraf...

+ Napalım abi, dünya böyle istiyor...

- Lan oğlum, dünyanın senin üniversiteyi bitirip bir sap olarak karnını doldurman gibi bir derdi yok.

- Babam da böyle dedi ama annem dedi ki, oku.

+ Oğlum git marangozluk öğren, miden daha iyi dolar. Üniversiteye bir alanda, bir şeyde devrim yapmak için bilgi öğrenmek, donanım kazanmak için gidilir. Var mı senin bir idealin?

- Yok abi, geldik okyoz işte.

- ...

 

Turist kız

Turist kız Türkiye izlenimlerini anlatıyorken birden durdu, yeniden ve heyecanla başladı:

- Önceki yıllarda tatili ailemle İtalya, İspanya gibi ülkelerde geçirirdim. Bu yıl arkadaşlarımla hakkında çok şey duyduğum Türkiye'ye geldim. İlk gelişim. Heyecanım büyüktü. Yoğun bir yıl geçirmiştim ve yorgunluğumu atacaktım. Akşama kadar denizin içinde ve güneşin altında olacak, gece barlarda eğlenecek, belly dans öğrenecek, dans edecektim.... Ama ne oldu biliyor musunuz? Uçaktan inip otele gelip yatıp uyuduk. Gecenin bir yerinde bir bağırma sesi ile yatakta hopladım: İmam ezan söylüyordu, hem de mikrofonla, hoparlörle! Bitmek bilmedi, uzattıkça uzattı. Tam bitti derken öteki imamlar başladı. Onlar da bitti ama bende de sinirden uyuyacak hal kalmadı. Sabah olmuştu. Olağanüstü bir dini gün olmalı diyerek önemsememeye çalıştım. Ertesi gece yine. Bu defa hem ağladım hem kızdım. Sonraki gece susturması için otel yöneticisini aradım. Susturamayacaklarmış, her gece böyle olacakmış. Söyler misiniz, o saatte ibadet mi olur? İbadetinize karışmak istemem ama bunu daha makul bir saate alamaz mısınız? Ayrıca her gün ibadet mi olur? Üstelik gün içinde de duydum ezanları... Ezanı bir Arap filminde duymuştum ama siz Türksünüz değil mi? Gece ezan okunmasa olmaz mı? Siz sabaha doğru uyuyabiliyor musunuz?... Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?

.....
Sonunda içlerinden biri

- Kızım sok kafanı yastığın altına, birkaç gün sonra sen de duymazsın...

 

Amipleştirdiklerimizden

- Amca burdakilerle anket yapıyom, akepelilerden misin, ondan değillerden mi?

+ Değillerden

- Milliyeççi misin, ulusalcı mı?

+ Fark eder mi, ikisi de.

- Neyse. Kemalist misin, Atatürkçü mü?

+ Fark eder mi?

- Evet

+ Kemaliste yaz.

- Peki Kuvayi Milliyeci misin, Müdafayi Hukukçu mu?

+ Haydaaa... Çocuum emperyalizm gibisin valla, ufalama manyağı mısın, nesin. Git başımdan. Baban eski solcu mu senin bakiim?

 

Teker

"Önce okul biticek, askerlik yapacaksın. Sonra baban seni everecek ve hayatını yaşayacaksın."

Ben hala okuyorum. Sırada daha çok iş var.

Şu okul bitse... Arada askerliği de yaptım galiba. Hayatı merak ediyorum, yaşamak nasıl bir şey acaba?

...
Kim yerleştirdi bu tekerleği kafama?

 

Hoca

Şaban Hoca, liseden din dersi öğretmenimdi. Aynı zamanda ilk patronum. Diğer öğretmenlerimiz okul dışında kahvehanede ya da derneklerde olurken Şaban hoca ilçenin kıyısında ateş tuğlası imalatı yapar, satardı. Kendi alın terimle para kazanmak gibi bir merakla bir gün yanına gittim, iş istedim. Elime kazma kürek verdi. Toprak kazıp eledim, çamur yapıp kalıba döktüm. Bana 7,5 lira verdi. Az ya da çokluğuyla ilgilenmemiştim, para kazanabildiğimi görmek bana yetmişti.

En ılımlı ve en çok sevdiğimiz hocaydı. Hoşgörülüydü. Badem bıyıklarını bile okşayabilirdiniz. "Öğrenci milleti" böyle öğretmenlerin tepesine de çıkar ve sanırım laubalileşen çocuklar oluyordu.

Ortaokulun son sınıfındaydık. Sınıfta erken gelişmiş bir kızı sözlüye kaldırmıştı. Gusül abdestinin nasıl alındığını sordu. Kız cevap veremedi. Cevabı kendisi verdi ve kıza tekrar sordu. Kız şaşkın mıydı, utandı mı bilmiyorum yine cevap veremedi. Hiç beklemiyorduk, kıza müthiş bir tokat aşketti.

Sonra bir gazetede yazmaya başladığını gördüm; arada bir okurdum. Fikir mücahidiydi.

Yıllar öncesiydi yıllar sonra karşılaşmamız. Bir konferansını izledim. Hala özel kitaplarım arasında olan kitabını imzalayıp verdi. Sonrasında konuştuk.

- Sarıkamış, dedim. Yüzü aydınlandı. Eski hatıra parçaları, kaybedilmiş değerli bir oyuncağını bulan çocuk sevinci yaşatır. Öyle olduk. Okuldan, öğretmenlerden konuştuk. Tuğlacılık maceramı söyledim, hoşuna gitti, gülüştük.

Ayrılırken ayaküstü, bir dindar nezaketiyle, Nurculuğu sormadan Nurculuğu sordu.

- Kürt-İslam Sentezidir, dedim.

- Olabilir, ne sakıncası var, dedi.

- Bence de olabilir, hiç sakıncası yok… Ama dinde sentezler bana göre değil. Mezhepleri bile ayrıştırıcı, daraltıcı, dışlayıcı ve dinin güzelliklerini gölgeleyici buluyorum, dedim. Yüzü sanki biraz gölgelendi.

- İlginç, dedi.

Vedalaştık.

Hocamdır. Allah’tan rahmet dilerim.

 

Ali kıran baş kesen

- Bütün bunların sorumlusu biz Akp'ye oy verenleriz. Onu bu defa seçmemeliydik, milletin başına âli kıran baş kesen oldu, dedi.

- Gelecek seçimde oyunu kime vereceksin, dedim.

Yere baktı, başını kaldırıp uzaklara da baktı.

- Ak Partiye dedi.

- Neden, dedim. Sinirlendi.

- Ne yani, Kılıçdaroğlu'na ya da Bahçeli'ye mi vereyim.

Dedi.

 

Vilma Çakmaktaş

Tatildeyim. Sabah er kalktım; güneşi denizde karşılamak için. Kitabım, havlum ve ben bir aradayız. Etrafta in cin yok. Deniz durgun, o kadar ki, perdahlanmış bir tuval gibi. Ayağımı suya dokundurdum. Uyanamamış olmalıyım ki, denizsememişliğimi hissettim.

Şezlonga uzandım, psikolojimi denize girmeye ayarlıyordum ki, üç zarif hanımefendinin geldiğini gördüm. Biraz şaşırdım, şaşkınlığım hanımların kuaförden yeni çıkmış gibi bakımlı hallerineydi. Bu saatte kuaförü nerden buldun anam bacım yahu? Akşamdan yaptırdıysan gece hiç mi sağına soluna dönmedin, diye söylendim, kendi kendime. Hele Vilma Çakmaktaş tipi saç yaptıran hanımın elbisesini nasıl giyinip çıkardığı ayrı bir inceleme mevzuu…

Saçının telini bile kıpırdatmadan soyundular. Hanımlar benim gibi suyun sıcaklığına bakmadılar bile; sessizce, bir ayindeymişçesine süzülüp girdiler denizin koynuna; başları dışarıda. Ne ses çıkardılar ne de suyu dalgalandırdılar, fısıltıyla konuşa konuşa ilerlediler.

Neyse, bana ne. Kitaba daldım.

Çok geçmedi, Fred Çakmaktaş ile İvedik Recep arası kılıkta, dikkati çekecek kadar bol tüylü, evrimini henüz tamamlayamamış bir adam geldi. Beni selamladı. Kitap okuyuşuma özellikle bakarak nasıl bir tür olduğumu anlamaya çalıştı, kalın kaşlarının altından görebildiğim bakışlarındaki ima buydu.

Adam denizi yara yara ilerledi, su beline kadar çıkınca denize şlaap diye yapıştırdı kendini. Kulaçlamaya başladı. Yüzüyor mu, suyu mu dövüyor belli değil.

Kadınlar da dönmeye başladılar ve adamla yolları kesişti. Kadınlardan biri çığlık attı ve "koca denize sığamadın mı" diye bağırdı. Adamın dediğini duyamadam ama yanlarından uzaklaştı.

Kadınlar çıktıklarında birinin saçının bozulmuş olduğunu fark ettim; adam su sıçratmış.

Vilma Çakmaktaş'ın saçları olduğu gibi duruyordu. Yürüdü gittiler.

Kadınların yapılı saçlarını koruma güdüsü... Sanki ilk kez yapılmış, sanki bir daha hiç yaptırılamayacakmış gibi, onları özel tutan nedir? Aynada daha çok yapılı saçlı yüzünü görmek, başta kadınlar olmak üzere, arkadaşlarına, daha başka insanlara da cicisini göstermek isteyen çocuk gibi davranmak nasıl bir dürtüdür? Saçı bozulan kadın, bütün büyüsü bozulmuş gibi kendini salarken, Vilma Çakmaktaş ve bülbülyuvası modeli saçlı kadın asalet ve zarafeti bozmadan yürüyüp gittiler. Bir Rus romanından çıkmış gibiydiler ve Tolstoy'un pek bir methettiği asil hanımefendilerdi sanki. Bunu sağlayan saçlar değil, saçların yapılı olmasıydı bana kalırsa. Bu saç meselesi çok su götürür.

Hayatı locadan seyretmek böyle bir şey.

 

Eyi diktator

El kaldırdı.

- Beni (...) köyüne kadar götürebilir misin evladım?

75-80 yaşlarında görünüyordu. Başında kalpağı, elindeki poşette de bir paket çay ve bir kilo kadar şeker vardı. Yol boyu konuştuk. Hükümetten razıymış. Ona "Tayyip üç ayda bir yaşlılık maaşı" veriyormuş. "Devlet değil, Tayyip veriyor"muş, o öyle diyor. Üç ayda bir 350 lira alıyormuş. "Allah bereket versin, buna da şükür oğul" diyor. Başbakan mı, "diktatordur, eyi adamdır" diyor. Diktatör kelimesini olumlu manada, sert, babayiğit, sözünün eri karşılığında kullanıyor.

"Sert olacak tabi. Ben evdeki oğlanları bile birbiriyle geçindiremiyorum, 72,5 millet yaşıyor burada, birbiriyle geçindirmek kolay mı, yerinde durmazsa tabi ki bazılarının kafasını kıracak. Bazılarının kelesini koparacak. Hizaya gelsinler, devlete asi olunur mu? Devlet babadır, evlat baba sözü dinlemez mi?"

Dedi.