Bölük pörçük uykularından birini daha yaşamanın verdiği yorgunlukla uyandı. Sırt ağrıları dayanılmazdı. Elleri uyuşuyor, boynu kopacakmışçasına ağırlık yapıyordu bedeninde. Gecenin köründe aniden uyanıyor, elinde bitki çayı, aklınca uyguladığı terapilerle derdine derman olmaya çabalıyor ama tüm bu uğraşları sonuçsuz kalmakta ısrar ediyordu. “Eskiden” diye düşündü…”Ne kadar da rahatmışım! Rahatmışız!”

            

“Aklımı başıma toplamalıyım tez zamanda” diyerek gülümsedi. Kahvaltı yapmayı oldum olası sevmezdi. Mutfağa göz attı. “Her yer her yerde” deyimini tanımlamak için burayı göstermek yeter de artardı. Temiz bulaşıklarla dolu bulaşık makinesini boşaltmak onun için çok büyük bir iş hatta angaryaydı. Makineyi boşaltmaktansa, içinden temizleri alıp alıp kullanır, böylece makine boşalır, sonra da gerisin geriye kirlileri koyardı. Bu düşünceyle gülümsedi. “Elbette pratik olmak lazım” diye iç geçirdi… 

             

Alelacele bir iki lokma atıştırdı, acı kahvesinden bir yudum alarak hazırlanmaya koyuldu. Dolabı açtı. Koyu renk bir kazak ve pantolon çıkardı. Kirlilerle temizlerin iç içe geçtiği dolapta göz gözü görmüyordu. Ne giydiyse fırlatıp atılmıştı. Buruşuk, eski, ter kokusu sinmiş kıyafetlerle dolu raflara şöyle bir göz gezdirdi. Haksızlık ediyordu! Atılmışların yanında bir o kadar da giyilmeyi bekleyen kıyafetleri vardı. Ama canı ne süslenmek ne de herhangi bir şey yapmak istiyordu. Tableti ve telefonu olsun yeterdi! Bıraksalar hiç kalkmadan günleri haftalara, haftaları aylara bilgisayar başında bağlayacaktı. Kimseyi görmek, konuşmak istemiyordu. Herkes yabancıydı! Hatta kendi kendine bile yabancılaşmıştı. İki farklı insan bedeninde buluşmakta, olduğu ve olmayı düşlediği kadın tüm çatışmaları, birliktelikleri ve gel gitleriyle ruhunda yaşamaktaydı. Biri gerçek Leyla, diğeri olmayı düşlediği Leyla… Evinde barkında, işinde gücünde yalnız Leyla, diğeri peşinden sürüyle insanın koştuğu, kalabalık içinde bir başınalığı yaşayan Leyla…

               

Varmış gibi görünen ama hiç olmayan dostlukların paylaşım noktaları ruhunu o denli besliyordu ki, bütün zamanını burada geçirmek hayatının en anlamlı ve güzel olayı haline gelmişti.

              

Son dönemlerde, az da olsa bıkkınlık benzeri bir duygu yaşıyordu. “Ekle, takip et, beğen, dürt” sözcükleri iki ileri bir geri beyninde gezinip duruyordu.

               

“Eskiden” diye düşündü yeniden… “Ne kadar rahatmışım! Rahatmışız!” “Hatta mutluymuşum!” “ Mutluymuşuz!”  En azından konuşurduk! Hal hatır sorar birbirimizi arardık. Şimdilerdeyse dürtüp beğeniyoruz, beğenildikçe şişen egomuzu seviyoruz, aslan kesilip esip gürlüyoruz. Ama hiç konuşmuyoruz! Yalnızlaşıyoruz! Sevgi arsızı olup sevgi bulamıyoruz! Her konuda ahkâm kesiyoruz! Her şeyi biliyor, bildiğimizden asla ödün vermiyor, yanlışlık olasılığını ise ihtimalden dahi saymıyoruz. Çok güzeliz! Çok bilgiliyiz! Sosyaliz! Seviliyoruz! Popüleriz! Biz her şeyiz!”

             

Bana gelince, yemeğe gittiğimizde ya da arkadaşımızla buluştuğumuzda, akıllı telefonun elimizden düşmemesi ya da yenileni içileni resimleyip Facebook, İnstagram ya da Twitterda sergilemek isteyişimiz bağımlılık sınıfına girer mi bilemiyorum. Bildiğim tek şey günümüzde iletişim ve hızın ne kadar önemli olduğu. Elbette ki hepimiz sanal dünyanın yeniliklerini kullanmak durumundayız. Üstelik kendimizi ifade edip anlatmak, beğenilmek, insanlarla iletişim kurmak, öğrenmek, öğretmek yapımızda var. Önemli olansa zararlı boyutlardan kaçınmak. İşimize engel olduğunda kapatabiliyorsak, sağlığımızı veya ailemizi sıkıntıya sokmuyorsa, ilişkilerimize dokunmuyorsa sorun yok bence! Beğenin beğenebildiğiniz kadar!

You have no rights to post comments