Biliyorum, doğru etmiyorum ama son yıllarda bayramlarda gevşemek yerine geriliyorum. "Bayram" uygulaması, kavramın bendeki anlamını karşılamıyor, kendi içeriğinde değil ve sanki bu haliyle bayram yaparak ona ihanet ediyormuşuz ve ben alet olmak istemiyormuşum gibi… Haksızlığa karşı bir şey yapamamak ama rahatsız olmak... Geldiğim nokta, “ben almam, alana da mani olmam” noktası oldu. Durum bu olunca, bayramlarda delilik yapıyor, sıra dışı oluyor, uzaklara gidip saklanıyorum.
Bu kez fazlaca delilik sayılmayacak bir şey yaptım, ne zamandır merak ettiğim İran’daki Tebriz şehrine gitmeye karar verdim. Herhangi bir tanıdık, adres, buluşma noktası ya da seyahat acentesi aramadan İran’a bodoslama girmeye karar verdim. İnternetten yol güzergâhına bakmayı ihmal etmedim. Bayramın birinci günü sabahleyin İran’a doğru yola çıktım. Karayoluyla Iğdır ve Doğubayazıt, derken Gürbulak sınırındayız. Otomobille geçemedim, triptik istediler, otomobil pasaportu ve sigortası gibi bir mevzuatı varmış. Aracı sınır kapısında uygun bir yere bıraktıktan sonra yürüyerek sınırı geçtik. Pasaportlar bilgisayarlı sistemlere kaydedildikten sonra yürüyüp gittik. Çantalara bile bakılmadı.
Sınırda dev posteriyle Humeyni ve onun yerine geçen dinî otorite Ayetullah Ali Hamaney’in birlikte gösterildiği dev bir posterle karşılaştık. Ayetullah ülkenin dini lideri (velayeti fakih) ve aslında gerçek lideri de denilebilir. Dinî lider mollalar tarafından kendi içlerinde seçiliyor. Bir de ülkenin seçimle işbaşına gelen lideri var ama dini lider en üstte. Son sözü dini lider söylüyor.
Biliyorduk ama unutanlar olmuştu, sınırın ötesine geçince İranlı bir görevli kadınlara başlarını örtmelerini nazikçe işaret ediyordu. Örtermiş gibi yapıldı.
Kapıdan çıkınca bir grup dövizci bizi karşıladı. Paramızı İran parasıyla değiştirip değiştirmeyeceğimizi sordular. Bu tür yerlerde genellikle güncel para kurunun çok altında değiş-tokuş yapıldığını biliyordum ve 100 TL bozdurdum. 1.350.000 tümen verdiler. Taksiler bizi kapmaya çalıştılar. Aklıma bizim otogarlar geldi. Bizde bu tür terminallerde hep tatsızlıklar olur, İran’da da oldu. Belki de işin doğasında bu var. Sınırdan birkaç km ileride Bazargân şehrine gidip oradan başka bir araç bulmamız gerekiyordu. Kişi başı 30 bin tümen vererek 90 bin tümene bir taksiye atlıyoruz. Bir daha gidecek olsam otobüsü tercih ederdim. Sınırdan Tebriz’e kadar iyi sayılabilecek bir yol var. Yaklaşık 300 km bir vadi içinden akıp gidiliyor. Etraf çorak, arada bir köyler var, ayçiçeği tarlalarında hasat yapılmış, ürünü kurutuyorlardı.
Tebriz
Çarlık Rusyası'nın 1820'lerde Kafkasları aşıp güneye yayılması, hem Kafkas halkları, hem Osmanlı hem de Azerbaycan için yıkımlara yol açmıştır. Osmanlı Gürcistan, Ahıska-Çıldır eyaletlerini kaybettiği gibi Azerbaycan da Türkmençay Antlaşması ile ikiye bölünmüştür. Bugünkü bağımsız Azerbaycan Rusya'da kalan kısmıdır. Bugünkü İran içinde kalan kısım ise iki idarî bölümdedir. Doğu Azerbaycan ve Batı Azerbaycan Eyaletleri. Batı Azerbaycan Eyaletinin merkezi Urmiye şehridir. Urmiye gölünün kuruması meselesine girmeyeyim. Saddam'ın Irak'tan kovaladığı Kürdler Urmiye civarına yerleştirilmiş. "Gelin beraber yaşayalım" demişler, yer vermişler ama Kürdler kötü komşuluk yaparak insanları huzursuz ediyorlarmış. Huzursuz olanlar da "lanet olsun" diyerek bölgeyi Kürdlere bırakıp gidiyormuş. (Kürdler böyle bir politikayı Türkiye'de de izliyorlar.) Tebriz ise İran’ın Doğu Azerbaycan Eyaletinin merkezidir. Yazının konusu olan Tebriz, İran’ın sanayisi en gelişmiş ikinci şehridir. Nüfusu bir buçuk milyon civarında. İslam öncesi dönem de dahil olmak üzere hep bir Türk şehri olarak kalmış, son bin yılda İran’ın yönetimde yer alan bütün hanedanlar Türk hanedanları olmuş. İlhanlılar, Timurlular, Karakoyunlular, Akkoyunlular, Osmanlı, Safevi (Tebriz, Osmanlı ve Safeviler arasında defalarca el değiştirmiş), Afşarlar, Kaçar hanedanı… Pehlevi ile İran’da hanedanlık Farslara geçmiş. 1828 yılında bir yıl, 1904-1918 arasında dört yıl Rusya’nın işgaline de uğramış ve 1918'de Kâzım Karabekir tarafından Ruslardan kurtarılmış, 1919'da Tebriz'i Tebrizlilere bırakıp çıkmışız.
Tebriz, İran’da ilklerin de şehri. İlk matbaa, ilk belediye, ilk sinema salonu, polis teşkilatı, darphane, kütüphane, kadın derneği, öğrenci yurdu önce Tebriz’de kurulmuş. 1979 yılında İslam Devrimi hareketi de burada başlamış. Türkiye’den Erzurum ve İstanbul ile kardeş şehir.
* * *
Bindiğimiz taksiden rica ediyoruz, bizi uygun bir otele indiriyor. Geceliği 10 liralık oteller olduğu gibi daha pahalı ve kaliteli olanlar da var. (Son birkaç yıldır hayat biraz pahalılaşmış ama yine de birçok şey Türkiye'dekinden daha ucuz.) Otel odası bizdekine benziyor. Tavanda kıblenin yönünü gösteren bir ok işareti, Farsça ve İngilizce yazılmış, Kur’an hakkında soru ve cevaplar başlıklı bir broşür ve seccade göze çarpacak biçimde yerleştirilmiş. Tuvalet alafranga ama suyu kesik, taharetmatik yerleştirilmiş. Alışkın olmayanlar kullanmakta zorluk çekebilir.
Geçtiğimiz yerlerde herkes Azerbaycan Türkçesi ile konuşuyordu. Tebriz de öyle; günlük hayat Türkçe ile akıyor. Konuşma sırasında anlamını bilmediğimiz birkaç Farsça kelime geçse de sözün gelişinden anlamı buluyoruz. Türkçe sandığım birçok kelimenin de aslında Farsça olduğu dikkatimi çekiyor. Ayrıca öğreniyoruz ki, İran’da Türkiye televizyonlarını izliyorlarmış. “Televizyon sayesinde neredeyse bütün çocuklarımız Ankara Türkçesi biliyor” diyorlar. Uydu cihazı yasakmış ama çatıda ise. Evin balkonundakilerle ilgilenmiyorlarmış, görmezden geliyor olmalılar.
Karşılaştığım herkes bir şekilde ve bir ara Türkiye’ye gelmiş. Türkiye’yi çok beğeniyor, imreniyorlar. Türkiye’den İran’a gidenlerin az olduğunu tahmin ediyorum. Bizim tatil yönümüz genellikle Avrupa’ya yönelik. Türkiye’de en çok İstanbul ve Antalya’ya geliyorlarmış. Ayrıca Van, Iğdır ve Erzurum da en çok gidilip gelinen yerler. Sanırım buralara daha çok ticaret ve genellikle bavul ticareti için geliyorlar. Bizimle birlikte sınırı geçenlerden bazılarının ellerinde içi elbise dolu bavul ve bohçalar vardı.
İnsanlarla konuşmak için sürekli atak yapıyorum. Konuşmamdan Türkiye’den olduğum anlaşılınca sempati ile karşılanıyorum. Bir yardım gerektiğinde candan karşılanıyor ve elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorlar. Kafamda cevap aradığım sorular var ve bulduğum ilk fırsatta sözü oraya getiriyorum. Bazen de onlar durduk yerde bazı şikâyetlerini, dileklerini sıralıyorlar. Hiçbir rejim onu az ya da çok destekleyenler olmazsa sürdürülemez. Molla rejimini destekleyenler de mutlaka vardır ama tesadüfen bile olsa bana onlar rastlamadı. Oysa onlarla konuşmak isterdim. Rejimlerimi özellikle konuşmak istemedim ama söz Türkiye’den konuşmaya gelince kendi rejimlerinden rahatsızlıklarını hemen dile getiriyorlar. Bir istisnası oldu, birisiyle otomobilde İran’ın sorunlarını konuşurken, sanırım beni yanlış anladı, “bir sıkıntım olsa buraya giderim, size niye diyeyim ki” dedi. O sırada resmi bir binanın önünden geçiyorduk ve orayı işaret etmişti. Yanlış anlamıştı ama hoşuma gitti, ülkesine bağlıydı. Bunu kaydederken, benimle dertleşenlerin kendi ülkelerinden şikâyet ettikleri anlaşılmamalı. Herkes ülkesini seviyordu ama yönetimle ilgili ciddi sıkıntıları vardı.
Mollakrasi
İran, resmi adıyla İran İslam Cumhuriyeti, teokratik (din içinci, din merkezli) bir yönetim ile yönetiliyor. Her şey din için ve dine göre ilkesine dayalı bir yönetim. İslam dininin Şii yorumu hakim. İkili bir yönetim kurulmuş. Bir yandan Şii din adamlarından (molla) oluşan bir dini otorite, diğer yandan da seçimle işbaşına gelen yöneticiler var. Şii inancında olanlar Kur'an'da geçen Nisa suresinin 59. ayetindeki "ulül emre itaat" ifadesindeki itaat edilecek olanın din adamları, İran'daki söyleyişiyle mollallar olduğu yorumunu yapmışlar. Buradan çıkan anlam, insanların Allah ve peygamberden sonra mollalara itaat etmesi, onlara uyması, dediklerini yapması diye açıklamışlar. Mollalar otoritelerini bu ayete dayandırıyorlar. Sünni dünyada, özellikle Türkiye'deki Hanefi yorumcular bu ayette itaat edilecek olanın devlet, devlet yöneticileri olduğuna işaret ediyorlar. Şiiler din adamlarına "molla" diyorlar, imam veya müftü gibi.
Mollalar çok etkili, ilk ve son söz onlarınmış gibi görünüyor. Neredeyse bütün kurumların başına medreseden mezun mollalar tayin ediliyormuş. Bizdeki İlahiyat Fakültelerini düşünebiliriz. Örneğin bir lisede öğretmenler eğitim fakültesi mezunu ama müdür bu öğretmenlerden değil, medrese mezunu mollalardan birisi. Buna benzer biçimde her kurumun başında o kurumdaki fakülte mezunu uzmanlar değil, medrese mezunu mollalar yönetici olarak atanıyormuş. Böyle olunca kurumsal icraat önce mollanın onayını alarak yapılıyor. Molla ise kararlarını bildiği ve anlayabildiği kadarıyla dini esaslara göre verdiği anlaşılıyor. Bilime, akla ve ihtiyaçlara uygunluktan önce mollanın dini bilgi ve ölçütlerine uygunluk aranıyor. Bir sorun mu çıktı, hemen dini kaynak ve rivayetlerden misal arıyormuş, aklın ve bilimin gereğini yasalar doğrultusunda yapmak değil! Anlatılanlara bakılırsa, sıkıntı da burada çıkıyor. Kararın kalitesi, mollanın entelektüel çapı kadar. Üstelik kararın yanlışlığı konusunda ya itiraz edemiyor ya da itiraz etseler bile ayet, hadis ve birkaç yüzyıl önce yaşamış âlimlerin söz ve eylemlerinden misal getirilerek ikna ediliyor ya da din karşıtlığı imasıyla susturuluyorlarmış. Böyle olunca mollanın kararları itiraz edilemez hale geliyor. Anlayabildiğim kadarıyla bu durumu istismar edip sevimsiz hatta gayriislami iş yapan molla sayısı çok fazla gibi görünüyor. Mollalardan söz edilirken bir mafya örgütünden söz edilir gibi konuşuluyor. Birisi “mollaların çok zengin olduklarını, çoğunun yurtdışındaki bankalarda hesaplarının olduğunu” dile getirdi. “Eninde sonunda kaçacaklarını biliyorlar” diyor. Bunları konuşurken kısık sesle konuşmaları, yanımızdan geçen birisi olunca susmaları ya da konuyu değiştirmeleri dikkatimi çekiyor. Görüşebildiğim insanlar mollaları sevmiyor ve onlardan korkuyorlar.
Türkiye’den söz edilen konuşmalarda Atatürk’ün adı mutlaka geçiyor ve Atatürksüzlüklerinden şikâyet ediyorlar. Türkiye, Atatürk ve Şah aynı cümlede çok sık bir araya geliyor. Atatürk ile Şah’ı karşılaştırıyorlar. “Bizim Şah sizin Atatürk’ten çok şey öğrendi ama onun yaptığını yapamadı” diyorlar. Birçok kişi aynı cümleyi kurdu: “Atatürk mollaları kesti ama Şah kesmedi ve kendi hallerine bıraktı. Zamanı gelince mollalar şahı ortadan kaldırdı. Tarih Atatürk’ü haklı çıkardı” diyorlar. Atatürk’ün mollaları kesmediğini, hatta bizde mollalığın biraz farklı olduğunu söylemeye çalıştım ama kanaatlerini değiştiremedim. Vaktiyle, Atatürk’ün din ve din adamı düşmanı olduğu propagandası yapılmış olmalı. Sonrasında mollalardan hoşnutsuzluk başlayınca Atatürk’ün doğru bir iş yaptığına kanaat getirmiş gibiler. “Molla kesmek” ifadesi rahatsız edici olsa da bu ifadeyi kullanıyorlar. Mollaları kestiği için Atatürk’e dua etmemiz gerektiğini söyleyenler oldu. Hatta birisi tavsiyelerini dile getirdi, ürkütücüydü: “Mollaları gördüğünüz yerde it gebertir gibi gebertin, yoksa yarın onlar sizi ve çocuklarınızı kesinlikle perişan edeceklerdir” dedi. Adamın molla nefretinden korktum. Bir başkası da: "Canınızı verin, devleti onlara vermeyin!" Bunları dinlerken bizdeki gidişatın da bağıra bağıra o yöne doğru olduğunu düşünüyordum. "Aydın din görevlisi yetiştirme" safsatasıyla başlayan süreç geri dönülemez noktaya doğru ilerliyor. (Yandaki kitap kapağı "Diktatörlük Altında Modernleşme: Atatürk ve Pehlevi" adlı kitaba ait)
“Bunlarda din iman yok, bunların yüzünden bizde de din iman kalmadı” diyor birisi. “Bunlar” dediği mollalar. “Bize dini anlatıyorlar ama kendileri dine uymuyor, işine geldiği gibi dini yorumluyorlar, her türlü kötülüğün içindeler” diyor. “Ne yani, hepsi mi kötü” diyecek oluyorum. “Hayır” diyor, “hepsi değil ama çoğu öyle ve doğru olanları aralarında barındırmıyor, yok ediyorlar” diyor. Humeyni’nin oğullarının ve Ayetullah Şeriat Medari’nin öldürüldüklerini, halkın dürüst bulup sevdiği, alt düzeydeki yiyici-hırsız olmayan mollaların harcandıklarını dile getiriyor. Bir menfaat şebekesi canlanıyor gözümde.
İnsanların nasıl eğleneceğine bile din adına (aslında mollanın anlayış ve insafına göre) müdahale edilmesi, neşesiz, coşkusuz, kuru bir yaşama biçimini dayattığını hissediyorsunuz. Sokaklarda şamata, insan yüzlerinde gülücük yok!
İran hakkında bir genelleme yapılamaz belki ama Tebriz için seküler bir toplum olduğu söylenebilir. Geleneksel Türk kültüründe kadın-erkek arasında kaç-göç yok veya çok sınırlı iken, İran rejimi sosyal hayatta cinsiyetleri birbirinden ayrıştırmış. Düğünler her iki cinsiyet için ayrı yapılmak zorunda kalınıyormuş. Dolayısıyla kadın-erkek birlikte oynanan oyunlar oynanamaz olmuş. Benzer sıkıntıyı Kaşgayların da yaşadığını bir yerlerde okumuştum. Kaşgaylar yasaklardan kurtulmak için düğünlerini kır düğünü şeklinde, devlet veya mollaların gözlerinden ırak yerlerde yapıyorlarmış.
Ayetullah Hamaney’in Azeri asıllı oluşunu dile getiriyorum. Yanıt çok kısa ve ayrıntıya girmek istemiyorlar: “Evet ama o bizi hiç sevmez”. Bu satırları kaleme alırken fark ettim, Humeyni’yi hiç konuşmamışız. Belki konuştuğumuz kişiler, belki de biz tabuya dokunmak istememiş olabiliriz. Milyonlarca İranlı'yı kendi rejimine uygun bulmadığı için şov yaparak öldürttü, milyonlarca İranlıyı vatanları İran'ı terk etmek zorunda bıraktı... Korku bir yana, konuşmaya da gerek yok, kurduğu sistemin sonuçları ortada; daha 35. yılında dejenere olmuş, çürük bir polis devleti haline gelmiş.
Mollalara karşı alternatifleri ise Şah. Şah rejimini istiyor kimisi. “Onun zamanında daha iyiydik” diyorlar. Demokrasiyi, siyasal partiler sistemini neden istemediklerini soruyorum. Verdiği cevap beni düşündürüyor. “Hangisini seçelim, tanımıyoruz ki. Siz seçtiklerinizi iyi tanıyor musunuz? Şah olsa o tanıdığı bildiğine işi verir, gerekirse elinden alır. Ben şahı tanırım.”
Hatırlıyorum. Molla rejimi 1979'dan sonra kendini yerleştirmek için onbinlerce insan katletmişti. Rejimin dayatmalarına karşı çıkan genç kızları idam edişini de hatırlıyorum. Nikahsız ölmemeli diye genç kızları idamlarından önce birine nikahlayıp tecavüz ettirdikten sonra idam ediyorlardı. Milyonlarca insan İran'ı terk etmişti. Hala yılda binlerce insan İran'dan kaçıp Batı ülkelerine sığınmaya çalışıyor. İran hala sokakta, meydanda vinçten sallandırarak idam gösterileriyle halkına ibret dersleri vermeye devam ediyor.
Kılık kıyafet
Kıyafeti giysiler, kılığı ise takı, aksesuar ve görünüş olarak anlayabiliriz. Mollalar tesettür saydıkları sakal, sarık ve uzun cübbeleriyle dolaşıyorlar. Diğer erkekler ise, medrese öğrencisi olduğu anlaşılan tek tük gençler hariç, tesettürü hiç kullanmıyorlar. Anadolu’daki herhangi bir şehirde gördüğümüz erkeklerden farklı değil. Sakal sarık yok ve çoğu erkeğin bıyığı da yok. Pantolon, ceket, gömlek, tişört giyiyorlar ve başları hep açık.
Kadın kıyafetinde farklılıklar var. Kadınlar yasal olarak başlarını örtmek zorunda. Başörtüsü konusunda iki ayrı tip göze çarpıyor. İlki, saçları görünebilecek biçimde başın örtünmesi. Yani başörtüsü var ama saç örtüsü yok! Özellikle genç ve orta yaşlı kadınların baş örtünme biçimi böyle. Görüntüden saçların boyalı ya da kuaför yapılı olduğu anlaşılanlar var. Üzerine belinden aşağı sarkan pardösü veya kaban ve pantolon giyiyorlar. Bunlar genellikle siyah veya koyu renkli ancak renkli olanları da var. Renkli olanlarından mollalar hoşlanmıyorlarmış. Eskiden sadece gözlerine sürme çekebiliyorlarmış ama birkaç yıl önce Tahran’da çıkan protestolardan sonra rejim kuralları bir miktar gevşetmiş. Ruj süren ve oldukça iddialı sayılabilecek makyajla dolaşan, ojeli, hatta takma tırnaklı kadınlar görülebiliyor. Buna rağmen arada bir çocuk yaştaki kişiler, böylesi kadınların yüzlerine sprey boya püskürtüp kaçıyorlarmış. Bunu dile getiren kadın, o çocukları mollaların yönlendirdiği kanaatindeydi.
Kadın örtünmesinin ikinci türü ise çarşaf biçiminde olanıdır. Bunlar siyah çarşaf giyiyorlar, saçları tamamen kapalı, göründüğü kadarıyla makyajsız dolaşıyorlar. Sayıları fazla değildi. Ancak bu gözlemin ana cadde ve sokaklarda olduğunu belirtmem gerekir. Arka sokaklar ve kenar mahallelerde durumun nasıl olduğunu gözleme zaman ve fırsatım olmadı. Geçtiğimiz şehirlerarası yolda köylerden de geçtik ve köy kadınları Anadolu köy kadınlarından farklı değildi.
Konuştuğum erkekler kadınların kılık kıyafet konusunda serbest bırakılması gerektiğini dile getiriyordu. “Sizin kanunlar iyi, isteyen açsın isteyen örtsün, bizde bu serbestlik yok, bu iyi değil. Bizde serbest olsaydı karıma karışmazdım ve muhtemelen o da başını açardı ama açmayanlar da olurdu” diyordu. Samimi olduklarını düşünüyorum. Bizde de bazılarının bütün kadınların örtünmesi gerektiğini savunanlar olduğunu dile getiriyorum. Karışmak istemiyor “bizim halimizi görüyorsunuz, zorla örttürmek istiyorsanız onları başa getirin” diyor.
Tebriz’de asayiş berkemal. Emniyet sorunu olmadığını söylerlerken, Türkiye’den daha iyiyiz der gibiydiler Hırsızlık, kapkaç, soygun, haneye tecavüz ve terör gibi olayların olmadığını söylediler. Kadınlara laf atma, sarkıntılık gibi durumları Türkiye’ye geldiklerinde gördüklerini, İran’da böyle şeylerin olmadığını dile getirdiler. Cezası da çok ağırmış. Alt kültür yüksek kültürün tepesine çıkıncaya kadar bizde de yoktu!
Sokaklarda evli olduğunu sandığım çiftlerin el ele yürüdüklerini gördüğümü ve bunun tuhaf karşılanmadığını da eklemek isterim.
Azeri kızlarının güzelliğini dile getirenler de oldu. Zengin Farslar genellikle Azeri kızlarla evlenirlermiş. Azeri kızlar daha güzel, daha sosyal, becerikli ve edepli oluyormuş. Humeyni’nin anasının, Şah'ın annesi ve eşinin de Azeri olduğunu ekliyorlar.
Türkiye’de yıllardan beri din konusunda tartışmalar yaşanmasına karşın 35 yıldır bu sistemi uygulayan ve artık sonuçların tamamı bu sisteme ait olan bir laboratuara ilgisiz ve bilgisiz kalması ne kadar yanlış! Demokrasiyi savunanların ikide bir İran örneği verip olumsuzlamalarına rağmen bu laboratuarı neredeyse hiç bilmemelerini fark ediyorum ve bunu affedilemez buluyorum. Aynı şekilde Türkiye’ye dini rejim önerenlerin de İran üzerinde yeterince bilgi ve gözlemlerinin olmadığını, bu ülkeye nasıl da bilmedikleri bir rejimi yakıştırdıklarını üzülerek görüyorum.
Muta nikahı
Taksi şoföründen muta nikâhı meselesini soruşturmak istedim. Muta nikâhı bir kadınla bir erkeğin anlaşmaya bağlı olarak saatlik, günlük, haftalık, aylık olarak nikâh kıyıp evli olmak, süre bitince ayrılmak biçiminde olan geçici ve anlaşmalı bir evlilik türü. Türkiye’de bu nikâh gayri meşru ilişkinin (fuhuşun) din kılıfı altında sürdürülmesi olarak anlaşılıyor. Bilebildiğim kadarıyla Türkiye’de uygulanmıyor. Yanımızda başkaları vardı ve orta yaşlı birisiyle üstü kapalı konuşabildik. Bıyık altından gülerek, “muta bizden çok sizinkilerin işi… Burada evi olan çok sayıda Türk var, sık sık buradaki evlerine geliyorlar” dedi.
Evlilik
Akşam otel lobisinde Bakülü bir çift, bir İngiliz çift ve biz sohbet halinde İran’ı konuşuyorduk. Tebrizli otel görevlileri de sohbete katıldı. Azerbaycanlı İran’a tedavi için gelmiş. Daha ucuzmuş ve Azerbaycandakinden daha iyi doktorlar varmış.
Tebrizliler kendilerine Azeri diyor, Azerbaycan Azerileri ise kendilerine "Azerbaycanlı" diyorlar ve "Azeri" denilmesinden hoşlanmıyorlar. Bize ise Türk diyorlar. Bu arada hepimiz değişik aksanlarla Türkçe konuşuyorduk.
Azerbaycanlı Tebrizlilere sataştı; “bunlar kadın sözünden çıkamaz, kâğıtta erkek reistir diye yazsa bile asıl reis karılarıdır" deyip Tebrizlileri kızdırdı. Tebrizli, “adam olan karı sözü dinlemez, müşavere ederiz ama bizde öyle şey yok, söz erkeğin sözüdür” dedi. Bakülü ile Tebrizli iki Azeri tatlı tatlı birbirlerine takıldılar. Bu takılmalar sırasında evlilik ve kadın erkek ilişkileri konusunda fikir edinebildik. İran’da ailenin reisi erkek ve son söz erkeğe ait, mal-mülk de öyle. Ancak kadınlar evlilik öncesi yaptıkları mehr sözleşmesinden kaynaklanan haklarla erkekleri sıkıntılı duruma sokabiliyorlarmış. Kadının çalışmasına sıcak bakılmadığı için kadın, evliliği bir tür sigorta olarak görmüş ve evliliğin sürmesi veya boşanma halinde geçimleri için yüksek bir mehr miktarı belirliyormuş. Boşanma halinde kadına defaten 200-300 altın ödemek gibi. Mezara kadar niyetiyle yapılsa da yürümeyen evlilikler olunca kadın mehrini talep ediyormuş. Mahkeme mehri taksite bağlasa bile bazıları bu miktarları ödeyemiyormuş ve hapse atılıyormuş. Sohbetteki Tebrizliler de böyle bir sorunun varlığını kabul ettiler ve bu sorunun ciddi boyutlara ulaştığını dile getirdiler. “Mapus cavanlarla doluptu” derken boşanan ama mehr ödeyemediği için hapse düşen gençleri dile getiriyorlardı. Kadını erkeğe, erkeği kadına mahkûm ederek aileyi koruma ve güçlendirme politikası böyle bir sonuç vermiş. Anladığım şu: Kadını esir edip, erkeği de mehirle kadına rehine bırakarak zoraki bir evlilik tipi ortaya çıkarmışlar. Buna rağmen son yıllarda boşanmalardaki artış Tebrizlilerin de dikkatini çekecek boyutlara ulaşmış.
Çok eşlilik, kadının izninin alınmasıyla olabiliyormuş. Ancak molla ile “anlaşıp” eşine haber dahi vermeden evlenenlerin olduğunu, başta mollalar olmak üzere bu yola başvuranların olduğunu da dile getirdiler.
Heykel ve anıtlar
Türkiye’de muhafazakârlar olmasa bile, İslamcıların heykel, resim ve anıtlara karşı olumsuz bir bakışı vardır. Tebriz merkezinin işlek sokaklarında birçok heykel görmek mümkündür. Sıradan insan halleri ya da geçmişteki yaşayışın resmedildiği heykeller. Sanatkârane ve sevimli görünüyorlar. Bazı işyerlerinde resim ve fotoğraflar görmek de yaygın. Birçok dükkânda Humeyni ve Hamaney’in fotoğrafları asılmış. Bu ikilinin ana cadde, park ve birçok ortamda irili ufaklı fotoğrafları sergileniyor ve her an size nerede olduğunuzu hatırlatıyor.
Tebriz, parklar ve serbest zamanların geçirileceği yerler bakımından zengin sayılabilir. Tebriz’deki Gülistan parkı bir hayli geniş ve iyi düzenlenmiş. Tebrizli Şems olarak Türkiye’de çok bilinen tasavvuf erbabı için de Gülistan Parkında bir anıt dikilmiş. Henüz tamamlanmamış, yapımı sürüyor.
Şah zamanında yapılan El Gölü (Halkın Gölü) de Tebriz’in önemli dinlenme ve rekreasyon yerlerinden biri. Geniş bir park ve bir göl olduğunu söylediler. Zamanın kısalığı ve daha çok insanların içinde, şehirde kalma tercihimiz yüzünden gidemedik. Birkaç kişi orayı görüp görmediğimizi söylediler, “görmeniz gerekir” der gibiydiler.
Böyük Bazar (Kapalı Çarşı)
Böyük Bazar, Tebriz’deki tarihî kapalı çarşı. Ancak sıradan bir kapalı çarşı değil, dünyanı en eski ve en büyük birkaç alışveriş merkezinden biri. Yüzlerce dükkân yan yana, bir arada. Üstelik İpek yolu diye bildiğimiz ticaret yollarının üstünde ve tarih boyunca bir ticaret merkezi olma özelliğini sürdürmüş. Her bir sokağı ayrı bir ticaret için tahsis edilmiş. Halıcılar çarşısı, perdeciler, ayakkabıcılar çarşısı gibi. Mağazalar küçük olmakla beraber içleri ağzına kadar mal dolu. Çarşının hepsini gezemedim. Çarşıda halıcılar görece daha fazla yer kaplıyor. Türkiye’de İran halısı olarak bilinen Azeri halılarına hayran kalmamak elde değil. Desenleri bizim halılarda olduğu gibi sert geometrik şekillerden oluşmuyor, daha ince zarif çizgiler ve çok daha ayrıntıya sahip. Herhangi bir halıyı tablo olarak duvarınıza asabilirsiniz. Özellikle ipek halılardaki zarafet muhteşemdi.
Gök Mescit
Karakoyunlular hükümdarı Cihan Şah döneminde 1465 yılında yapılmış. Deprem bölgesi olan Tebriz’de ayakta kalması zor olmuş ama onarımlarla bunu başarmış. Gezdiğimizde onarım devam ediyordu. Muazzam bir külliye. Girişte Hakanî’nin gösterişli heykeli ziyaretçileri karşılıyor. Medrese derslikleri onarılmamıştı. Yan tarafında Azerbaycan Müzesi binası var. Tebriz ve civarının tarihi, arkeolojik ve etnografik malzemesi sergileniyor. Caminin içindeki çini ve motiflere hayran kaldım. Çektiğim fotoğraflardan bir kaçını bu yazıda kullandım.
Kısa notlar
Kurban Bayramı Türkiye’den bir gün sonra kutlandı. Bayram namazı saat 10’da kılındı. Bayram tatili sadece bir gündü. Kurban bayramında kurban kesme oranının bizdekinden çok az olduğunu düşündüm. Kurban kesmenin hacda, hacıların yaptığı bir uygulama olduğunu, herkese farz olmadığını, hali vakti yerinde olanların kesebileceğini ama kesenlerin az olduğunu söylediler. Gelir düzeylerinin kurban maliyetini karşılamadığını dile getirenler de oldu.
Kadınların sigara içmesi yasakmış, erkekler de az içiyorlar sanırım, en azından Türkiye’ye göre. Etrafta sigara içen göremedim. Belki de sokak ortasında içilmiyor.
Belediye otobüsleri iki kısma ayrılmış. Erkekler ön tarafta, kadınlar arka tarafta oturuyor. Bazı saatlerde erkek kısmı tıklım tıklım doluyken arka kısımda birkaç kadın ferah biçimde seyrediyorlardı.
Bir öğretmen anlatıyor: Bizde Tarih Hz. Adem ile başlar. İnsanların ondan türediklerini söylüyorlar. Hz. Adem ile Hz Havva’nın iki oğulları olduğunu da söylüyorlar. Ama sonraki insanların bunlardan nasıl çoğaldığını geçiştiriyorlar. Soru sorana "fazla karıştırma, küfre girersin" diyorlar.
İran’da yasal özel televizyon kanalı yok. Devlet kanalları da didaktik amaçlı ve fazlaca molla görüntülü olduğu için izlenmiyormuş. En çok Türkiye ve Azerbaycan televizyonları izleniyormuş.
Erdoğan hayranlığı bir ara yüksekmiş ama şimdi...
Mahsun Kırmızıgül ve İbrahim Tatlıses bizden en çok dinledikleri sanatçılar. Takside Türk olduğumuzu anlayınca hemen İbo kasetinin sesi açılıyor. Yıllardır dinlememiştim, İbo gayet iyi söylüyormuş.
En yaygın otomobil Peugot. İran’da üretim yapıyormuş. Yerli araçları da var. Pahalı olarak nitelendirilecek cip gibi araçlar yok denecek kadar az.
Reza Zarraf da Tebrizli ve seveni çok. Reza’nın parasının Türkiye’de çalındığını, şuna buna para dağıtmak zorunda kaldığını düşünüyorlar.
Lokantalar az ve menüleri oldukça zayıftı. Rastlayamamış olabiliriz. Dört Türk lokantasının bulunduğunu söylediler, göremedik. Pastanelerde güzel tatlıları var. Nohut unundan yaptıkları un helvasını pek beğendim.
Sokakta tezgâh açan Türkiye'den birisiyle karşılaştık. Fındık ezmesi, çokella gibi kahvaltılıklar satıyordu. Birkaç kavanoz da bal vardı. Bir kadın bal için müşteri oldu. 15 bin tümene pazarlık ettiler. Kadın balın bal olduğundan kuşkulandı. Bana sordu, kavanozun üstündeki yazıyı okudum: "Bal aromalı şurup" diye yazıyordu. Kadına söyledim ve bizimki bana kızdı. Ben de ona insanları kandırmaması gerektiğini söyledim. Yanından uzaklaştım. Ama kadını ikna etti. Sonra bana çıkışmak için yanıma geldi, sohbet ettik. Önce Erzurumlu olduğunu söyledi. "Hangi mehlesinden" diye sorunca aslında Doğubayazıtlı olduğunu söyledi, Tebriz'de Kürd olduğunu saklıyor. Bu tür satıcılar sanırım iyi bir izlenim bırakmıyor.
Sonuç
Birkaç günlük bir geziydi. Bana en önemli katkısı, Doğu ülkelerine yeterince ilgili ve bilgili olmadığımızı fark ettirmek oldu. Türkiye'de İran konuşulduğunda Fars ülkesi anlaşılıyor. Bana kalırsa İran hâlâ Selçuklu olarak devam ediyor.
Türkiye'de laiklik ve din üzerinden bunca tartışmanın yapılmasına rağmen, İran laboratuvarından yararlanmadığımızı acı olarak gördüm. Çağrı yapıyorum; hem demokrasi savunucuları hem de teokrasi taraftarları İran laboratuarını iyice incelemelidir. Çok şey ve doğruları öğreneceklerdir. Gördüm ki tartışmanın tarafları doğruyu bilmiyor, afaki ve yanlış konuşuyorlar. Demokrasiyi geliştirmekle, hümanistik değerlere daha fazla vurgu yaparak Türkiye'de herşeyin çok daha iyi olacağını daha bir iyi anlıyorum. Şu sıralarda Türkiye'de her kesim kendi değerleriyle yaşayabiliyor; etnik ve dini kimlik siyasetçileri yüzünden, yarın sadece birinin istediği gibi yaşamak zorunda kalabiliriz!
Humeyni ile aynı yıllarda bizde de Kenan Evren yeşil kuşak darbesi yaptı. Türkiye'de dini tonu giderek daha belirgin olan batıcı bir rejim kuruldu. Dikkatli olunmazsa,giderek aynı akıbete uğramak sürpriz olmayacaktır. Türkiye’de de gidişatın o yöne doğru olduğunu anlamamak için çok saf olmak gerekir. Evren’in açtığı yolda kendine özgü bir İranlaşma yaşamamız şaşırtıcı olmayacak gibi görünüyor. Nerden mi çıkarıyorum; Türkiye'de demokrasinin güvencesi yoktur. Düşünsenize, birisi bir gün kalkıp, bu böyle gitmiyor, kanunlar ve anayasa ayakbağı oluyor, bundan sonra dini geleneklere göre yöneteceğim, derse, hangi mekanizma bunu önleyecek? Kaldı ki, bunu demeden her gün küçük düzenlemelerle o doğrultuda gidiyoruz. Alışa alışa, evrile evrile... Sanırım büyük şehirlerden görünmüyor; refleksi kırılmış, haşlanacak kurbağayız.
Şair Şehriyar
Tebriz'e gidip, son yüzyılların en büyük birkaç şairinden biri olan Mehemmed Hüseyin Şahriyar'ı anmamak olmaz. Bir anekdot ile bitireyim. Şehriyar, Farsça yazdığı şiirleriyle elde ettiği ünü yayılmıştır. Bir gün Tebriz'e annesinin yanına gelir. Annesi, "oğlum, çok meşhur olmuşsun ama söylediklerini anlamıyorum. Senin ağzına koyduğum dilinde niye şiir yazmıyorsun" der. Şehriyar bu sözden çok etkilenir ve Türkçe şiirler de yazar. Onlardan biri, köyünün yakınındaki Haydar Baba adlı dağ için yazdığı şiirdir.
Fotoğraflar, Göy Mescit (Gök Mescit) Blue Mosque olarak bilinen, Karakoyunlular zamanında yapılan külliye içindeki cami içi. (Foto. İ.Ç.)