Bu çalışmada bilimlerdeki hızlı gelişme ve değişmelere karşın bilim adamlarının aşırı bir biçimde “otoriteye bağlılık” durumu sergilemeleri ve otoritelerce yapılan tanımların “sürekli” kullanılması üzerinde durulmakta, eğitim kavramı sorgulanmaktadır.

Dönemin birinde kendisini gerçekten kabul ettirmiş ve alanında “otorite” olmuş birinin peşine takılarak kendini ve bilimi farklı düşünce ve görüş açılarına kapamak, bilim adamlarının düşmemesi gereken tuzaklardan biridir. Bu durum yaratıcılığı ve gelişmeyi önlediği gibi, özellikle sosyal bilimlerde, bir olayın nedenlerinin ve sonuçlarının çok boyutluluğunu göz ardı etme gibi büyük bir hataya götürebilir. Bilim tarihi bu tür otoriteleri izleyenlerce çoğu zaman bilimin nasıl dogmatik, tıkanmış hale getirildiğinin örnekleriyle doludur. “Otoriteye bağlılık durumunda olan kimse, elde duran düşüncelerini yeni kanıtlar ışığı altında yeniden eleştire durma yönünde gelişme yerine, dogmatizmini perçinleyebilir ve hatta bir düşünme tembelliğine düşebilir” (Ertürk, 1986: 154).

Günümüzde bilim alanlarında yapılan çalışmalar korkunç bir bilgi patlamasına yol açmıştır. Bazı bilgiler kısa zamanda eskiyor, yeni kavramlar ortaya çıkıyor. Eski kavramlar bile aynı kalmıyor, ya anlamı daralıyor veya genişliyor ya da tamamen farklı anlamlar yüklenebiliyor.

Bunlardan başka yeni akımlar, yeni bilimsel araştırma yöntem ve teknikleri de ortaya konuyor. Örneğin, “yüzyılların ünlüsü Aristoteles gözlem yapmayı bilmiyordu. Onun düşüncesine göre erkekler kadınlara göre daha fazla sayıda dişe sahiptiler. Kendisi iki defa evlenmiş olduğu halde bu iddianın doğru olup olmadığını anlamak için, bir kerecik olsun karılarından birinin dişlerini sayarak bu bilgiyi gözlemle sağlamlaştırmayı aklından geçirmemiştir” (Russell, 1980: 10).

Bu hızlı değişim çağında tanımlar yapmak, hele hele birilerinin yapmış olduğu tanımları sürekli, sorgulamadan yıllar boyu kullanmak bilim adamlarını olsun, uygulayıcıları olsun günceli yakalayamamanın ötesinde, çağdışına bile itebilir.

Bilimsel tıkanıklığa (belki de dogmatizme) düşmeyle ilgili güncel bir örnek de ülkemizde Eğitim Bilimleri alanında yaşanmaktadır. Prof. Dr. Selahattin Ertürk’ün ünlü bir eğitim tanımı vardır: “Eğitim, bireyin davranışlarında kendi yaşantıları yoluyla ve kasıtlı olarak istendik değişme meydana getirme sürecidir” (Ertürk, 1984: 12).

Günümüzde eğitimle ilgili kitapların büyük çoğunluğunda bu tanım yer alır. Oysa eğitim bilimleri alanındaki son bulgulara göre bu tanım aşılmıştır. Ertürk tutuculuğa karşı çıkarken, “geçmiştekinin başarılarından yararlanmak için, bir yanda ona saygı veya hayranlık duymayı bilebilmek, öte yandan ise geçmişi tekrardan kaçınabilmek gerekir” diyor ve ekliyor: “Benim gerçek takipçilerim benim yaptığımı yapanlar, yani hiç kimseyi takip etmeyenlerdir” (Ertürk, 1986: 23).

Ertürk’ün tanımı “davranışçı ekole göre” doğru olabilir. Oysa eğitimde davranışçı akım eleştirilmiş ve aşılmıştır. Çünkü davranışçı öğrenme ilkeleriyle sadece bazı duygusal tepkilerin öğrenilmesi mümkündür. Öte yandan, öğrenmede ilişkilerin ya da farkların farkına varma, durumu kavrama, anlatılanı anlama, içgörü kazanma ve problem çözme gibi nitelikler davranışçılıkla kazandırılamaz.

Yine son bulgular her öğrencinin aynı etkiye aynı tepkiyi (başarıyı) gösteremeyeceğini, çünkü herkesin farklı yetenekleri, farklı ilgi ve ihtiyaçları ve hatta eşit olmayan giriş davranışları (önöğrenmeleri) olduğundan, herkes yeteneğine, ilgi ve ihtiyaçlarına, öğrenme hızına ve derecesine göre farklılaşmaktadır. Eğitim ortamlarının hazırlanması ve sunulmasında bu değişkenlerin göz önünde bulundurulması gereği ortaya çıkmıştır (Açıkgöz, 1992: 10).

Ertürk’ün tanımındaki “kasıtlılık ve istendiklik” insana beyin yıkayarak yeni davranışlar oluşturma düşüncesini hatırlatıyor. Gerçi bu da bir eğitimdir ama okul eğitimcilerinin kullandığı anlamda bir eğitim olmamaktadır. Çünkü eğitim, robotlaştırılmış beyinler değil, eleştiren, sorgulayan, araştıran, yaratıcı yani üst düzey bilişsel stratejileri kullanabilen beyinler yetiştirmek durumundadır. Teknolojinin ilerlemesi, genişleyen girişimlerin işletilmesi, kontrolü ve geliştirilmesi eğitime artan bir görev yüklemiştir.

Tanım yapmak sanıldığı kadar iyi bir açıklama sayılmamalıdır. Çünkü tanımlama, tanımı yapılan kavramı sınırlayıp kısırlaştırabilir. Günümüzde yapılabilecek en doğru şeylerden biri kesin ve kalıp tanımlardan çok, “betimleyici” açıklamalara ağırlık vermektir. Böylece insanlar hem daha özgür düşünebilecekler, hem de yapılan tanım kaleleri hafif rüzgârlarla yıkılmayacaktır.

Eğitimin Ayırt Edici Bazı Özellikleri

1. Gizilgüç: İnsanlar dünyaya bir takım gizilgüçlerle gelir. Gizilgüç; “insan yavrusunun doğduğu anda gözlenemeyen fakat varolan ve ileride deneyim ve eğitim yoluyla geliştirilmesi olanağı bulunan yetenek, güç ve özelliklerin toplamıdır (Enç, 1980).

2. Bireylerin birbirinden farklılığı: Bu yetenek, güç ve özellikler, bilişsel, duyuşsal, devinişsel ve toplumsal alanlarda kendini göstermekle beraber, her bireyde farklı alanda baskındır. Aynı alanda olsa bile her bireyde eşit değildir. Bu yüzdendir ki, bazı bireyler sporda, bazıları bilimde, sanatta veya başka alanlarda diğerlerinden daha başarılıdır. Sporla uğraşanların bile bazıları rekorlar kırarken, bazıları dereceye bile giremezler.

Eğitim insanın bu özelliğini bildiği için “bireysellik” ilkesini dikkate alır. Bu ilkeye göre, her birey ilgi ve yeteneklerinin en yoğun olduğu alanda, var olan yeteneklerini daha da geliştirmeye çalışırken, yeni beceriler de kazandırmaya uğraşır.

3. İçerik: İnsanlık bir yandan gittikçe daha sık değişen bir çevrede, gelişen bilim ve teknolojiye ayak uydurmaya çalışarak ve kitle iletişim araçlarının tek yönlü yönlendirmeleriyle değişerek yaşarken, bir yandan da kültürel devamlılığı sağlayarak bilim ve teknolojinin dayattığı değişiklikleri içselleştirmek ve yeni kültürel değerler yaratmak, çağa ayak uydurmak hatta hergün çağını yeniden aşmak zorundadır. Eğitimin içeriği belirlenirken bunların dikkate alınması gerekir.

a) Düşünsel kalıpların aşılması: Bunları yorumlayıp yeni değerler yaratmasını beklediğimiz öğrencilerin, geleneksel düşünsel kalıplar içinde yetiştirilmesi beklenemez. “Gelenek ve geleneksel ilişkilerin, bireysel ve toplumsal düşüncenin oluşumunu büyük ölçüde etkilediği ve biçimlendirdiği tartışmasız kabul edilen bir gerçektir” (İzveren, 1980: 142). Gelenekçilik, toplumsal kurumları ve inançları yalnızca geçmişten süregeldikleri için benimseyen, saygın tutan, destekleyen, yeni kültür ögelerini ise değersiz sayan tutumdur. Geleneklerin tutucu ve yeni gelişme ve değişmeleri önleyici, bireyleri belli düşünsel kalıplar içine sokan bir niteliği vardır.

Geleneklerin yoğun olarak yaşam tarzını ve düşünme biçimini belirlediği ortamlarda eleştirici, yaratıcı insan yetiştirmek zordur. Ama yetiştirilmesi gerekir. Çünkü “yaratıcı insan yenilik arayan, mevcut ilke ve kuralları aşabilen, bağımsız düşünen, yeni yollar ve çözümler bulabilecek insandır” (Kazancı, 1989: 34). Böylesi insanlardan oluşan toplumlar ancak gerçek anlamda çağlarını yakalayabilirler.

b) Toplumun maddi ve teknik temeli: Eğitimin içeriği toplumun maddi ve teknik temeline göre de belirlenmelidir. Eğitim ülkenin mevcut insan ve diğer zenginlik kaynaklarını en iyi biçimde değerlendirmek için özenle programlanmalı, öğrenciler bu kaynakları iyi değerlendirecek şekilde uzmanlaşabilmelidir. Her konuda birşeyler bilen, ama kendi alanını tam bilmeyen (çeyrek aydın) yetiştirmek kaynakların israf edilmesidir. Sistemden çıkan öğrenci, toplumda kullanılan teknolojiyi bilmeli, yeni teknolojilere kolay uyum sağlayabilmeli ve toplum için yeni teknolojiler geliştirip üretimi artırabilmelidir.

c) Toplumun manevi temeli: Eğitimin içeriği toplumun manevi temeline göre de belirlenmelidir. Eğitim sisteminden çıkan insan kültürel mirasa sahip çıkabilmeli, fakat değişme ve gelişmeye açık olmalıdır. “Geleneksel değerlerle çağın öngördüğü değerler arasında sağlıklı bir dengenin kurulması toplumsal bir zorunluluktur (Aydın, 1991: 13). Bu da eğitimle olur. Eğitimin bunu başarabilmesi için toplumca benimsenmesi gerekir. Benimsenmesi için de toplumda kaynaştırıcı işlev gören manevi değerlerin (iyilik, güzellik, gerçeklik, doğruluk anlayışı, demokrasi, toplumun özlemleri, amaçları ve inançlarının) eğitim sistemine yansıtılmasını zorunlu kılar.

Bunların ışığı altında eğitim şöyle betimlenebilir:

Bireyin doğuştan getirdiği bilişsel, duyuşsal, devinişsel ve toplumsal gizilgüçlerinin geliştirilmesi, yeni beceriler kazandırılması, düşünsel kalıpları aşması ve kendini gerçekleştirebilmesi için, bireye göre yapılan, planlı çalışmaları kapsayan ve içeriği toplumun maddi, manevi ve teknik temeline göre belirlenen etkinliklerin tümüdür.

KAYNAKLAR

Açıkgöz, Kamile Ün. Çağdaş Öğretim (Teksir). Malatya, 1992.

Aydın, Mustafa ve Diğerleri. Eğitim Sosyolojisi. Ankara, 1991.

Enç, Mithat. Ruhbilim Terimleri Sözlüğü. TDK Yayınları. Ankara, 1980.

Ertürk, Selahattin. Diktacı Tutum ve Demokrasi. Beşinci baskı, Ankara: Yelkentepe Yayınları. 1986.

Ertürk, Selahattin. Eğitimde ‘Program’ Geliştirme. Beşinci baskı, Ankara: Yelkentepe Yayınları. 1984.

İzveren, Adil. Toplumsal Törebilim. Ankara İTİA Yayınları. No: 130. 1980.

Kazancı, Osman. Eğitimde Eleştirici Düşünme ve Öğretimi. Kazancı Kitap A.Ş. Ankara, 1989.

Russell, Bertrand. Bilimin Toplumsal İşlevi. Deniz Kitapları A.Ş. İstanbul, 1980.

You have no rights to post comments