Şeyh Bedreddin, ülkemizin entelektüel küresinde en bilinen dinî şahsiyetlerden biridir. Balkanlardan çekildikten sonra (bilebildiğim kadarıyla) mezarı devletçe Türkiye'ye taşınan tek kişidir. Ancak Bedreddin, entelektüel kürenin değişik yarım kürelerinde farklı biçimlerde bilinir ve anlaşılır. Dr. Ayhan Hira, Şeyh Bedreddin üzerine doktora çalışması yaptı ve bu değerli çalışmasını kitap olarak yayınladı: Şeyh Bedreddin: Bir Sufi Âlimin Fıkıhçı Olarak Portresi (İz Yayıncılık, 2012). Bilimde, özellikle tarihte son söz kolaylıkla söylenemez ama bu kitaptan sonra efsane ve gerçeklerin daha bir ortaya çıktığını ve ayrıştığını söyleyebiliriz. Böylece Şeyh Bedreddin, bilhassa fıkıhçılığı daha bir somut bilgiyle konuşulacaktır. Dr. Hira ile Şeyh Bedreddin’i konuştuk, aslında yazıştık. Sorularımı gönderdim ve cevapları aldım. Dr. Hira [1] çekirdekten bir ilahiyatçı ve özellikle eski yazma eserler üzerinde çalışmalar yapan değerli bir akademisyendir. Kısa bir özgeçmişini söyleşinin sonunda bulabilirsiniz.

İÇ: Elimdeki kitabınız büyük bir emekle hazırlanmış, kapsamlı bir Şeyh Bedreddin çalışması. Sizi Şeyh Bedreddin’i araştırmaya çeken neydi?

Ayhan Hira (A.H.): Doktora ders dönemindeyken Prof. Dr. Vecdi Akyüz hocamız, üzerinde çalışılmasını gerekli gördüğü konuların bir listesini göstermişti. Bizler de doktora ders gurubu olarak o liste üzerinde fikir alışverişinde bulunmuştuk. Başlıklar arasında “Şeyh Bedreddin’in Fıkıhçılığı” konusu dikkatimi çekmişti. Tarihe olan merakım sebebiyle bu isim bana yabancı değildi. Ancak “Şeyh Bedredddin ve Fıkıh” ilişkisi hakkındaki bilgim, onun bu alanda çok iyi olduğuna dair malumattan ibaretti.  İçimden bir ses sürekli bu konu başlığını fısıldayıp durmakla beraber, ders döneminin yoğunluğundan ötürü tasarladığım okumaları yapma fırsatını bulamamıştım. Nihayet ders dönemi bitti ve doktora danışmanım olarak Vecdi hocam o her zamanki babacan üslubuyla “Çalışacağın konuyla ilgili öncelikle ön okumalar yapmalısın” dedikten sonra, konuya olan ilgimi fark etmiş ki, “Ayhancığım, dilersen Şeyh Bedreddin konusunu bir araştır. Fakat onun fıkıh eserlerinden ikisi basılı olmadığı için yazma nüshalar üzerinde çalışman gerekecek” diyerek sürekli zihnimi meşgul eden tez konusu hakkındaki rotamı da belirlemiş ve beni rahatsız eden belirsizlik duygusundan da kurtarmış oldu.

Böylece çalışmalar başladı. Konuyu kesinleştirip teklif olarak sunmadan önce kitaplar, makaleler, söyleşiler, velhasıl ulaşabildiğim her türlü kaynağı inceledim. Bu sayede ilk aşamayı tamamlayacağımı düşünürken, not düştüğüm sorular birbirini izledi, ben de ısrarla peşlerinden gittim. İş o hale geldi ki, altından kalkamayacağım bir konuyla uğraştığım ve yaklaşıkça gerçek büyüklüğü ortaya çıkan bir dağa doğru koştuğum hissine kapıldım. Zira Şeyh Bedreddin’in batınî, hurûfî olduğu, dinler üstü bir hareketin öncülüğünü yaptığı iddiaları ve bunların eğitim süreciyle irtibatlandırılmasındaki kapalılıklar, onun isyan ettiğine dair bilgilerin tutarsızlıklar içermesi, fetret devrinin sosyal-ekonomik ortamının belirsizlikleri gibi hususlar derinleşen sorunlar olarak karşıma çıkıyordu. Şu kadar var ki, bütün bu sorunların bir yandan gözümü korkutan diğer yandan beni Şeyh Bedreddin’i araştırmaya çeken hususlar olduğunu söyleyebilirim.

Bu vesileyle bir kitapta her soruyu cevaplandırma acemiliği içinde olduğumun farkına vardıran hocalarıma tekrar şükranlarımı sunuyorum. Onların bilgece rehberlikleri sayesinde “tarih-tasavvuf-fıkıh-fıkıh usulü” çerçevesinde Şeyh Bedreddin çalışması, doktora düzeyindeki ilk araştırma oldu.            

İÇ. Şeyh Bedreddin kimdir?

A.H: Şeyh Bedreddin’in asıl adı, Bedreddîn Mahmûd b. İsrâil b. Abdülazîz’dir. Babası İsrâil’in idarecilik ve kadılık yaptığı Edirne civarındaki Simavna kalesine bağlı olarak yazma eserlerde “Simavna Kadısıoğlu” şeklinde de isimlendirildiği görülmektedir. Bu arada babasının Semerkant bölgesinde yüksek tahsilini tamamlamış olduğunu belirtelim. Şeyh Bedreddin’in annesi, Simavna Kalesi’nin esir edilen Bizanslı komutanının (tekfur) kızıdır. Bedreddin’in annesi evlendikten sonra Melek Hatun adını alarak müslüman olmuştur. Şeyh Bedreddin 760/1359 yılında bu evlilikten dünyaya gelmiştir.

Dönemin karakteristik özelliği olarak ilk tahsiline babasının dizinin dibine oturarak başlayan Bedreddin’in tahsil serüveni, kaynaklardaki farklı bilgiler arasındaki boşluklar doldurularak derlendiğinde şöyledir: Edirne, Bursa, Konya, Suriye, Kudüs, Mekke ve Kahire. Öte yandan Kazvin (Tebriz) bölgesinde bir süre ikamet etmiş olmasını tahsil sürecinin bir parçası olarak gören araştırmacılar da bulunmaktadır. Kadızâde-i Rûmî, Seyyid Şerif Cürcânî ve Aydınlı Hacı Paşa gibi ders arkadaşlarıyla Bursa Kadısı Koca Mahmûd Efendi, Zeylaî, Mübârekşâh Mantıkî ve Ekmeleddîn el-Bâbertî gibi devrin önde gelen âlimlerinden ders okumuş olması, Şeyh Bedreddin’in ilmî düzeyi için bir gösterge kabul edilebilir.

Yüksek tahsilini tamamlayan Bedreddin, Kahire’de Hüseyin Ahlâtî’den etkilenip ders halkasına katılarak onun müridi olmuştur. Bu esnada Bedreddin, Sultan Berkuk’un oğlu Ferec’e muallimlik yapmıştır. Onun bu göreve ilmî düzeyinden mi yoksa şeyhinin sultan üzerindeki etkisinden dolayı mı getirildiği araştırmacılar arasında tartışmalıdır.

Sultan tarafından Meryem isminde saray görevlisi cariye bir hanımla evlendirilen Bedreddin, Ahlâtî’nin vefatından sonra onun yerine geçerek şeyh olmuştur. Ancak diğer müritler kendisini istemedikleri için Kahire’den ayrılmış, çok sayıda mürit kazandığı söylenen ve bir yıl süren Batı Anadolu seyahatinden sonra Edirne’ye dönmüş, burada üç yıl kadar Musa Çelebi’nin kazaskerliğini yapmıştır. Çelebi Mehmed’in Musa Çelebi’yi mağlup etmesinin ardından azledilen Şeyh Bedreddin, mecburî ikamete tabi tutulduğu İznik’ten kaçıp Kastamonu’ya oradan da Eflak veDobruca’ya gitmiş, müritleri Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal isyanlarıyla bağlantılı olarak devletin bekası için tehdit sayılmış ve Ağaçdenizi (Deliorman) civarında yakalanmış, 818-825 (1415-1422) yılları arasında mahkeme kararıyla idam edilmiştir. Şeyh Bedreddin’in fıkıh, tasavvuf, felsefe, dilbilgisi ve tefsir alanlarında eserleri vardır.

İÇ: Şeyh Bedreddin’in bunca yüzyıl sonra adını bize hatırlatmasını neyle açıklarsınız? Nazım Hikmet’in “Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin Destanı” adlı şiirindeki düşüncelerinin Şeyh Bedreddin’in Türkiye’de yakın dönemde anılmasının ve bilinmesinin sebeplerinden biri olarak görüyor musunuz?

A.H.: Şeyh Bedreddin’in bu denli gündemde olmasında Nazım Hikmet’in etkisinin bulunduğu kuşkusuz. Ancak şunu belirtmeliyim ki, Osmanlı tarihinde Şeyh Bedreddin kadar ilgi çeken kişi sayısı çok fazla değildir. Yapılan araştırmalar sonucunda Osmanlı dönemi kaynaklarının olumlu ya da olumsuz mutlaka Şeyh Bedreddin’den bahsettikleri tespit edilmiştir. Bu tespit, onun söz konusu dönemde de gündemde olduğunu ortaya koymaktadır.

Cumhuriyet dönemine gelince, Nazım Hikmet’in ilk olarak 1936 yılında yayınlanan Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin Destanı adlı eseri, ideolojik kaygılarla gündemde tutulduğu için, Şeyh Bedreddin adının bizlere hatırlatılması sürekli hız kazanarak bugüne kadar gelmiştir. Nazım Hikmet’in bu eserini kaleme almasının sebebi ise, Şerafeddin Yaltkaya tarafından yazılanSimavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin adlı kitaba olan tepkisidir. Kitabı okuduktan sonra “Şeyh Bedreddin’i bir medrese hocasının elinden kurtarmak” amacıyla hareket edenveDestan’ıyazanNazım Hikmet’in ardından kendilerine maziden kök arayışı içine girenler, Şeyh’in Osmanlı tarafından asılması gibi siyasi, eleştirilen birtakım görüşleri gibi fikrî temelleri kendilerine esas almışlardır.

İ.Ç.: Nazım Hikmet’in söz konusu şiirinde işlendiği üzere “yârin yanağından gayri, her yerde her şeyde ortaklık” düşüncesi sol kültürle örtüşmüş ve dillendirilmiştir. Şeyh Bedreddin’in böylesi bir toplum ütopyası var mıdır?

A.H.: Kaynaklarda belirtildiğine göre Börklüce Mustafa, bölge halkından çok sayıda kişiyle birlikte Karaburun ve Aydın civarında isyan etmiş, peygamberlik iddiasında bulunmuş ve halkı ibâhîlik mezhebine davet etmiştir. Ancak yakalanmış ve idam edilmiştir. Torlak Kemal de Manisa civarında ele geçirilerek asılmıştır.

“Yârin yanağından gayri, her yerde her şeyde ortaklık” düşüncesi ise olayların geçtiği yıllarda hayatta olan ve Börklüce Mustafa’yı “Perkliçia Mustafa” diye adlandıran Bizans tarihçisi Dukas’a dayanmaktadır. Diğer kaynaklar ise ondan alıntı yapmışlardır. Dukas, yaşananlar hakkında bilgi vermekle birlikte Torlak Kemal’den ve Şeyh Bedreddin’den hiç söz etmemektedir. Dukas’a göre Mustafa, Hıristiyanlıkla Müslümanlık arasında hiçbir farkın bulunmadığını, Hıristiyanların Allah’a inandığını inkâr eden her Türk’ün bizzat kendisinin dinsiz olacağını söyleyerek kadınlar hariç olmak üzere erzak, elbise, hayvan ve arazi gibi diğer başka her şeyin müştereken ortaklaşa kullanılması tavsiyesinde bulunmuştur.

Günümüz araştırmacılarından bazıları Dukas’ın dile getirdiği “eşitlikçi ve paylaşımcı” düşüncenin Şeyh Bedreddin tarafından benimsendiğini kabul ederek bunu isyanın sebepleri arasında saymaktadırlar. Bunlara göre panteizmin felsefesini esas almış bir materyalist ve komünist olan Şeyh Bedreddin, ibadet mecburiyetini kaldırmakta, arazilerin ve malların paylaşılmasını, dinler arasındaki farkların kaldırılmasını, eşitlik olmasını ve haramların helâl sayılmasını istemektedir.

Anlaşılan o ki, Şeyh Bedreddin’e mal edilen söz konusu toplum ütopyası sadece bir varsayımdan ibarettir. İddiaların kaynağı Dukas’tır ve onda da Şeyh Bedreddin’den hiç bahsedilmediği gibi öncesi ve sonrası kaynaklarda da böylesi bir bilgiye rastlanamamıştır. 

İÇ: Herhangi bir ayaklanmaya katıldı mı?

A.H.: Şeyh Bedreddin’in idamını gerektirecek herhangi bir ayaklanmaya katılıp katılmadığını tarih ilmi bakımından söyleyebilmek için elimizde belge olmalıdır. Evet, ortada bir mahkeme kararı bulunmaktadır ve suçlu ilan edilmesi bakımından dönemin en geçerli kaydı bu karardır. Ancak tarih kitapları onun bilfiil isyan eylemi içinde olduğu konusunda görüş birliği içinde değildir. Bazı Osmanlı kaynaklarında Şeyh Bedreddin’in “baş olma sevdası uğruna saltanat davası güden bir isyancı” sayıldığı aşikârdır. Bununla birlikte, kronolojik olarak önceki kaynaklarda bulunmayan bilgilerin sonraki kaynaklarda birbiriyle çelişik halde olması bu bilgiyi şüpheli hale getirmektedir. Nitekim kaynaklarının bir kısmında isyancı olarak sadece Şeyh Bedreddin’in adı geçmektedir. Buna karşın diğer bazı kaynaklarda ise onun adı hiç yoktur. Yine kaynakların bir kısmında onun iftiraya kurban gittiği bilgisi yer almaktadır. Sonuç olarak, onun bilfiil isyan edip etmediği konusunda kesin bir fikre sahip olamadığımı söyleyebilirim.  

İÇ: İdam edilmesinin sebebi nedir?

A.H.: Şeyh Bedreddin’in idamı hakkındaki fetvanın “malı haram, kanı helâl” şeklinde olması, onun hakkında sabit görülen suçun dinî değil, siyasi/örfi boyutlu yani isyan/bağy olduğunu gösterir. Demek ki, Şeyh Bedreddin’e yöneltilen “peygamberlik davası, eşitlikçi dinler üstü hareket” gibi şeriata aykırı düşünceye sahip olduğu iddiaları asılsız kabul edilmiştir. Şeyh Bedreddin’in asılmasının,  yeniden tesis edilmeye çalışılan devlet otoritesinin karşısındaki bir güç odağının ortadan kaldırılması izlenimini verdiği kanaatindeyim.  Zira Musa Çelebi zamanında hem siyasî hem de ilmî olarak çok önemli bir mevkideydi. Üstelik fetret döneminin karmaşık ahvali içinde pek çok kimsenin de kendisinden beklenti içinde olduğu kişiydi.

İÇ: Bedreddin’in tasavvuftaki yeri nedir? Özgünlüğü nerededir? Bugünkü deyişle hangi akıma, ekole, mezhebe bağlıdır?

A.H.: Şeyh Bedreddin’in tasavvuftaki yerini belirleyebilmek için onun tasavvuf düşüncesinin kaynakları bilinmelidir. Hâlbuki bu konudaki bilgiler çelişik durumdadır. Yine de Şeyh Bedreddin’in tasavvuf düşüncesinin şekillenmesinde Hüseyin Ahlâtî’nin en etkin kişi olduğu söylenebilir. Şeyh Bedreddin’in torunu Halil b. İsmail’in verdiği bilgiye göre Ahlâtî, Mevlevî tarikatına mensuptur. Dolayısıyla dedesi de Mevlevidir. Hâlbuki Vâridatadlı eserinde Mesnevî’den hiç söz etmemektedir. Öte yandan ona atfedilen tarikat silsilesinde kopukluk vardır. Şeyh Bedreddin’in Tebriz seyahatini gerekçe gösteren bir görüşe göre o,  bâtınî-hurûfî bir inanç sistemine bağlıdır. Panteist mistik düşünceler taşıdığı iddiasıyla onun Hallâc-ı Mansûr ve İbn Arabî karışımı bir tasavvuf anlayışına sahip olduğu da söylenmiştir. Başka bir iddiaya göre ise onun tasavvuf düşüncesinde Mevlânâ Celâleddin, Hacı Bektaş Veli ve İbn Arabî gibi güçlü şahsiyetler hep birlikte etkili olmuştur. Görüldüğü üzere Şeyh Bedreddin’in tasavvuftaki yeri hakkında kaynaklar söz birliği edememiştir.

Şeyh Bedreddin’in tasavvuftaki özgünlüğüne gelince, bir fakihin ders kitaplarından vazgeçip tasavvufa yönelmesi bakımından onu Ahmed Yesevî ve Mevlânâ Celâleddin’e benzetmek mümkündür. Ancak kaynaklar onu Mevlânâ Celâleddin ölçüsünde görmemektedir. Yine panteist bir mutasavvıf olduğu iddiasıyla mutasavvıf Bedreddin’inâlim Bedreddin kadar orijinal olmadığı görüşü baskındır.

Şeyh Bedreddin’in müritleri arasından kimleri halife olarak tayin ettiği belirsizdir. Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’in onun müritleri olmakla beraber halifeleri olduğu konusundaki iddia da kanıtlanamamıştır. Dolayısıyla günümüzde kendilerine Bedreddinîler denen kişilerin tasavvuf anlayışını doğrudan Şeyh Bedreddin’e bağlamak doğru olmayacaktır.

İÇ: Sufi ve fıkıh kavramlarını açıklar mısınız?

A.H.: Asr-ı saadet dönemindeki sadeliğin özlemi içinde olan kişiler, bunun göstergesi ve dünyevileşmeye tepki olarak yünden yapılmış kıyafetler giymişlerdir. Bu sebeple sözlükte sufi “yün giyen” anlamındadır. Bu kimselerin asıl amacı, kalbin gafletten uyanması ve manevi kirlerden arınması olduğu için, sufi kelimesi tasavvuf terimi olarak manevi ilerleme yolundaki kimsedir.  

Fıkıh ise başlangıçta “kişinin lehine ve aleyhine olan her şeyi bilmesi” şeklinde anlaşılmış iken sonraları dinin başlıca kaynaklarından belirli yöntemlerle çıkarılan hükümleri ifade eder hale gelmiştir.  

İslam geleneğinde fıkhın batınî ve zahirî olmak üzere iki yönü vardır. Tasavvufun ana konusu batınî fıkıhtır ve bu, insanın iç âlemindeki temizliği, terbiyeyi, ilerlemeyi hedefler. Zahirî fıkıh ise dış azalar ile yapılan ibadetleri, hukuki tasarruf ve işlemleri konu edinir. Burada kısaca kalbin ve kalıbın ameli söz konusudur. İç ve dış bütünlüğüyle yapılan ibadetteki hedef “sen görmesen de Allah’ın seni görüyor olduğu” bilinciyle hareket etmektir. Bu anlayışta “iman” başlamayı, “ibadet” olgunlaşmayı ve “ihsan” kemale ermeyi anlatır. Böylece manevi kirlerden temizlik, yüksek ahlâkla bezenme ve kendini Yüce Allah ile beraber hissetme aşamaları tamamlanmış olur.

İÇ: Şeyh Bedreddin zamanında Osmanlı ulemasının tartıştığı gündem konuları hakkında bilgi verebilir misiniz?

A.H.: Şeyh Bedreddin’in yaşadığı 14. yüzyılın ikinci yarısı, Osmanlı’nın kuruluş yıllarına denk gelmektedir. Bu sebeple umumî ve ihtisas medreselerinin Selçukludan devir alınıp Osmanlı’da da devamının sağlanması ulemanın gündem maddelerinden biridir. Ne var ki, bu çabalar Şeyh Bedreddin’in çocukluk ve gençlik dönemlerinde yurt içinde yüksek tahsil yapacak müesseselerin oluşturulması için yeterli olmamıştır. Bunun yanında Dursun Fakih’e (ö. 1326) kadılık görevi verilerek hukuki işlerin düzenlenmesi ve yürütülmesi görevinin ulemâya bırakılmış olması da onlar için ayrıca bir sorumluluktur. Şeyh Bedreddin’in yaşadığı dönemde Osmanlı’nın mağlubiyeti ile sonuçlanan 1402 Ankara Savaşı yapılmıştır. Bu yenilgi toplumsal yapıyı olumsuz etkilemiş, “fetret devri” adı verilen dönemin yaşanmasına yol açmıştır. Bu durumumda ulemanın, dönemin buhran ortamının şartları içinde çözüm arayışları içinde olduğunu düşünmek yanlış olmayacaktır.

İÇ: Şeyh Bedreddin’in İslam düşüncesinin hangi alanına ne gibi katkıları olmuştur?

A.H.: Şeyh Bedreddin’in fıkıh alanındaki katkıları gerçekten çok önemlidir. Dönemindeki Osmanlı fıkıh çalışmalarında genel olarak Hanefî mezhebi merkeze alınmış ve diğer mezhep görüşlerine cevap verilmiştir. Hâlbuki Şeyh Bedreddin mezhep imamlarının görüşleri dışında bir tercih yapılamayacağı düşüncesini tenkit etmiştir. Ona göre bu anlayış, sadece bir iyi niyet olarak değerlendirilmelidir. Şeyh Bedreddin için kimin ne söylediğinden çok söylenenin delili önemlidir. Dolayısıyla taklit anlayışı yerilmektedir.

Şeyh Bedreddin, tutarlılık olgusuna olan sıkı bağlılığı bakımından fıkıh ilmi içinde özgün bir yere sahiptir. Mezhep imamlarının görüşlerini ve bu görüşler arasındaki farklılıkların gerekçelerini belirtmekle yetinmeyip bağlı olduğu mezhebin ilkeleri bakımından bu görüşlerin hukuk mantığına göre tutarlı olup olmadığını incelemesi, onun bu yönünün en güzel göstergesidir.

Şeyh Bedreddin’in fıkıh alanındaki katkılarını görmek için onun eserlerine yapılan atıflara bakmak bir fikir verecektir. Örneğin, İbn Nüceym’inBahru’r-Râik ve el-Eşbâh ve’n-nezâir, Ahmed b. Muhammed el-Hamevî’nin Ğamzü Uyûni’l-Basâir fi Şerhi’l-Eşbâh ve’n-Nezâir, heyet tarafından hazırlanan Fetavây-ı Hindiyye, Ali Haydar Efendi’nin Şerhu’l-Mecelle, Şeyhizade Damad Efendi’nin Mecmeu’l-Enhur, Haskefî’ninDürrü’l-Muhtâr, İbn Abidin’in Reddü’l-Muhtar adlı eserlerine bakıldığında, bu eserlerde Şeyh Bedreddin’den binlerce alıntı yapılmış olduğu sonucuyla karşılaşılmaktadır.

Bu arada Şeyh Bedreddin’in kendisinden sonraki literatüre etkisinin kaynak olarak yararlanılmak ya da eserlerinin tenkit edilmesi şeklinde çift yönlü olduğunu belirtmek gerekir. Örneğin, Süleyman b. Ali el-Karamânî’nin (ö. 924/1518) el-Es’iletü ve’l-ecvibetü li-Câmii’l-fusûleyn, Zeynüddîn İbn Nüceym’in (ö. 970/1563) Haşiyetü alâ Câmii’l-fusûleyn ve Nişancızâde Muhammed b. Ahmed’in (ö. 1031/1622) Nûru’l-ayn fî ıslâhı Câmii’l-fusuleyn ve Necmeddîn er-Remlî’nin el-Leâliü’d-dürriyye fi’l-fevâidi’l-hayriyye gibi. Bu çalışmalardan el-Karamânî, İbn Nüceym ve er-Remlî’de Şeyh Bedreddin’in özellikle ictihâd ve taklit konularındaki görüşlerine yönelik tenkitler bulunmaktadır. Nişancızâde iseCâmiu’l-fusûleyn’de tertip bakımından yerli yerince bulmadığı bazı başlıkların yerini değiştirmek, gereksiz ayrıntı olarak gördüğü bazı meseleleri çıkarmak, yeterince açıklanmadığını düşündüğü konulara ilaveler yapmak suretiyle eserini yazmıştır. Bunun yanında et-Teshîl’in de çalışma konusu olduğu bilinmektedir.

İ.Ç.: Çok teşekkür ederim hocam, kitabınızı okumuştum, üzerine bu sohbetle de daha bir öğrendim. Kitabınızdan sonra inanıyorum ki Şeyh Bedreddin üzerine yapılan konuşmalar daha da bilimsel bir zemine dayandırılacaktır. Eyvallah.


[1] Dr. Ayhan Hira, Giresun Görele’de doğdu. Lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimini Marmara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi'nde tamamladı. 1997-2003 yılları arasında özel dersler verdi. 2003-2011 yılları arasında çeşitli illerde ilköğretim ve lise düzeyinde Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni olarak görev yaptı. Ekim 2011 tarihinde Kafkas Üniversitesi Eğitim Fakültesi Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Eğitimi Bölümü’nde Yrd. Doç. Dr. unvanıyla öğretim üyeliğine geçti. 2012’de Kafkas Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İlköğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Eğitimi Bölümü'ne geçiş yaptı. Halen aynı bölümde çalışmakta, özellikle yazma eserler üzerindeki çalışmalarını sürdürmektedir. Evli ve iki çocuk babasıdır.

  •  

You have no rights to post comments