İnsanlar sosyal varlıklardır; diğer insanlarla birlikte yaşamak zorundadırlar. Böyle olduğu için yerleşim yerleri kurmuşlardır. Tarihte köylerde başlayan topluca yaşamak giderek kentlileşerek sürmektedir.

Modernleşmenin etkisiyle köy hayatı ve köylülüğün varlığı giderek herkesin şehirlerde yaşayacağı biçimde evriliyor. Yakın bir gelecekte köylerde bugünkü biçimiyle kimsenin yaşamayacağı, insanların tamamen şehirlere taşınacağı ve köylerin tarım ve hayvancılık işletmelerine dönüşeceğini düşünebiliriz.

Türkiye’de 1950 sonrasında şehirlere göç başlamış ve artan bir ivme ile devam etmektedir. Devletin uyguladığı sosyal politikalar da göçü teşvik etmektedir. Bu politika âdeta köylüyü köyde aç bırakarak şehre taşınmaya zorlamaktadır. Yöntemi yanlış bulsak da insanları kentlileşmeye yönlendirmek doğrudur.

Öte yandan, göçün birçok sosyal yönü vardır. Köydeki yaşayış biçimi şehre uymamaktadır. İnsanların köylerde kuşaklar boyunca öğrenip aktardığı kültür; gelenek ve değerler sistemi şehirde yaşanamamakta ve kentlileşme apayrı sosyopsikolojik sorunlar ortaya çıkarmaktadır. Köylülerin şehre taşınmasıyla köylüler bir anda şehirli olamamakta, kentlileşmek yerine ilk aşamada şehirleri köyleştirmektedirler. Bu süreç kaçınılmaz olarak yaşanmaktadır ve birkaç kuşak yaşanmaya devam edecektir.

Şehirde köylülükten şehirliliğe geçmeye çalışan kitleler için uygun çözümler de üretilebilmiş değildir. Bir kültürü akşamdan sabaha değiştirmek zor olduğu gibi, onun yerini alacak yeni kültürü üretmek de kolay değildir. Binlerce yılın oluşturduğu kültürel örüntülerin tamamını henüz üretilmemiş ama dışarıda gözlenenlerle değiştirmek yeni sıkıntılar ortaya çıkarmaktadır.

Köylerde harman yerinde davul zurna eşliğinde yapılan ve günlerce süren düğünleri şehirde aynı şekilde yapmak mümkün değildir. Ara çözümler de tatmin edici olmuyor. Şehirde harman yeri hatta biraz geniş bir meydan bile bulamayınca gençlerimizin en özel günlerini genellikle büyük binaların bodrumlarında bulabildiğimiz güya düğün salonlarına sıkıştırıp, ses düzeni bozuk ve havasız bu mekânlarda gazlı içecek ve kuru pasta eşliğinde bir iki saatlik bir törenle geçiştirmek zorunda kalıyoruz. Bir başka seçenek de yine aynı ortamda düğünümüzü kutsal dinî bir güne dönüştürerek, düğünün eğlence işlevini ortadan kaldırarak haremlik selamlık ortamda mevlit okutup gelinle damadın bu özel gününü kutsuyoruz. Davul zurna, halaylar ve aşıklık geleneği de bu koşullarda giderek zayıflıyor, geleneği güncelleyemiyoruz. Şehir mimarisi buna göre tasarlanmamıştır ve yeni eğlence biçimi henüz tam olarak ortaya çıkmamıştır.

Köylerde yaşanan binlerce yıllık festivalleri de şehirde yapmak bazen mümkün değildir. Koç katımı şenlikleri şehirde yapılamaz, kaldı ki şehirde ne koç vardır ne de koyun. Yaylalardaki seyran şenlikleri de öyle. Köylerde Sümer’den beri yılbaşı olarak kutlanan nevruz bile şehre uyarlanamamıştır. Yakılan ateşin üstünden yapmacık atlayışlar yapma günü haline getirilerek işlevsizleştirilmiştir. Oysa bu tür belirli gün ve festivallerin bir işlevi vardı; insanlar toplanıyor, kaynaşıyor ve eğleniyorlardı. Şehirde bunları geleneğe uygun olarak yapmak çok zor ama böyle bir sosyal ihtiyaç var. Şehirlerde şehre uygun yeni sosyal eğlencelikler düzenlenmelidir. Bunu yapabilmek için şehir planı ve mimarisinin de buna imkân verecek şekilde tasarlanması gerekir.

Şehir planlarımız ve mimari, birkaç şehri ayrı tutarsak, insanın yaşayacağı ortam olmaktan çok uzaktır ve birçok sosyal ve bireysel sorunumuzun da kaynağı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Mimarimiz, estetik fukaralığı, plansızlık, kullanışsızlık ve dayanıksızlık başta olmak üzere birçok problemi içinde barındırıyor.

Mimarî, estetik bir kavrayışla kullanışlı, dayanıklı ve ulusal kültürün sürdürülebileceği mekânlar olarak tasarlama sanatı ve teknolojisidir. Şehirlerimiz hatta evlerimiz bu tanımla uyum içinde midir? Mimarlarımızı eleştirmek istemiyorum; istedik de mi yapmadılar!

Kent ve mimari konusunda eleştirilecek çok yönümüz vardır. Apartmanlarımız başımızı geçici olarak soktuğumuz bir baraka olarak yapılmış, bazı şehirlerimiz geçici konaklanan oba gibi görünüyor. Sanki yakın zamanda başka bir yere taşınacakmışız gibi. Kentlerde evlâdiyelik evler yapmayı unutmuş görünüyoruz. Üstelik estetik kaygıları ve çocuklarımızı düşünmesek bile yaptığımız evlerin sağlamlığını her depremde acılar ve büyük maliyetlerle görüyoruz.

Bu kadar geniş bir ülkede şehirlerimiz neden sıkışık? Şehirlerimizde geniş park ve meydanlar, cadde ve sokaklar neden yok? Müstakil ev yerine neden çok katlı toplu konutları tercih ediyoruz? Evimiz bile müstakil değilken biz kişi olarak nasıl özgür ve bağımsız olabileceğiz, demokrasiyi nasıl yaşayacağız? Geliştirmek yerine eskiden yeşil alan olarak bırakılmış yerleri bile alışveriş merkezi yaparak yağmalayarak insanca yaşayacağımızı mı sanıyoruz?

İnsanoğlu topraktır, eli ayağı hep toprağa değdi. Topraktan beslendi. Tahılı, sebze ve meyveyi topraktan eliyle derledi. Milyonlarca yıl toprak duvarlı, toprak damlı evlerde yaşadı. Şimdi toprağa değmeden, asfalt, plastik yollarda yürüyor, beton binalarda barındırılıyoruz. Yüksek katlı apartmanlar insanların diri diri gömüldükleri mezarlar halindedir. Neden müstakil evler yapıp herkese birkaç metrekare bile olsa toprağa değme, sebze meyve ve çiçek yetiştirme gibi insanî ve sağlıklı yaşama hakkını insanların elinden alıyoruz?

Şehirlerimizde çocuklarımızın temiz ve açık havada güneşlenerek oyun oynayacakları, koşturacakları yer yoktur. Gençlerimizin açık havada spor yapacakları, kemik ve kaslarını güçlendirecekleri, sevda oyunları oynayacakları açık ortamlar kalmamıştır. Ailelerin birlikte gidip piknik yapacakları nezih ortamlar ya kalmamış ya çok yetersiz ya da kolayca gidilemeyecek kadar şehirlerin  uzağındadır.

Eğitim ve refah düzeyi belli bir seviyeye ulaşmamış toplumlara hakim olan görüş, insanların başlarını sokacakları bir mekan temini ve midelerini doldurmanın yeterli olacağıdır. Bu görüş insan kavramını anlamamaktır.

Gördüğüm bazı şehirlerde sıkışıklıktan nefes alamadığımız merkezin etrafında orta ve alt sınıftaki insanlar için uydu kentler kurulduğunu görüyorum: İnsan doğasına aykırı, ağaçların kesilerek insanların içine kapatıldığı apartman ormanı gibi uçsuz bucaksız toplu konutlar yapılmış. Adeta, “git şehirde çalış, gel evinde uyu, git çalış, gel uyu ve öl” der gibi. Mimari, insanı insan olmaktan çıkaran bu programı insanlara her gün yeniden yükleniyor.

Bu ortamda insanın yaşam sevinci hissetmesi elinden alınmış; robotlaştırılmıştır. Bu uydu kentlerde ne sanat ve bilim merkezleri ne de konser ve spor salonları vardır. Hatta berber, terzi ve kahvehane bile yok. Her şey son derce basit, yapay, zevksiz ve insanlık dışı!

Bu uydu kentlere bakarak çok değil, on yıl sonra o mekânların yüz binlerce mutsuz ve hasta ruhlu insana ev sahipliği yapacağını, birçok toplumsal probleme yol açacağını, bazen incir çekirdeğini dolduramayacak kadar basit sorunlarda büyük sosyal patlamaların ortaya çıkabileceğini şimdiden söylemek kehanet sayılmamalıdır.

Apartman hayatı geleneğimizdeki komşuluğu bitirmenin ötesinde, komşuyu başının belası olarak algılamaya yol açmaktadır. Düşünsenize, komşunuz yüzünden evinizde istediğiniz gibi davranamaz, onu rahatsız etmemek adına evinizde bile serbestçe hareket edemez, sesli konuşamaz, kendinizin ve çocuklarınızın özgürlüklerini kısarsanız, zamanla komşunuzun hiçbir kabahati olmamasına rağmen komşunuza karşı örtülü bir kızgınlık gelişecektir. İşte ve sokakta takındığı maskesini evinde bile çıkarıp rahatlayamayan, sürekli biriktiren insanların nerede, kime ve nasıl patlayacağını kimse bilemez.

Merak ediyorum; kişisel, ailevi ve sosyal gerginliklerimizin ne kadarı plansız şehirlerimiz ve çirkin mimarimizden kaynaklanıyor?

 

You have no rights to post comments