Geçmiş hakkındaki bilgi ile bugün anlaşılamıyor, hatta gelecek kestirilemiyorsa geçmiş bilginin gerçeklik ve geçerlik sorunu var demektir. Geçmişin bilgisi gelecek için lazımdır ve sosyal bilimlerin önemli konularından biri “geçmişte nasıldı”, sorusunun cevabına yöneliktir. Geçmişi açıklamaya yönelik çok sayıda kuram, bilgi ve belge vardır. Kimisi savaşların uygarlığı yarattığını, kimisi toplumsal sınıflar arasındaki gelirden pay alma mücadelesinin sonucunda insanlığın geliştiğini ileri sürerken, kimisi de tekno-determinizmden hareketle üç teknoloji icadının (saban, motor ve bilgisayar) uygarlığı geliştirdiğini, bu icatların etkilerinin dalgalar halinde insanlığa yayıldığını, uygarlığın böylece geliştiğini ortaya koyuyor.

Uygarlık ve onu üreten insanlık sürekli gelişen, değişen ve zamanımızda giderek daha hızlı değişen bir hal almıştır. Bilim, felsefe sistemleri, teknolojik gelişmeler, yeni fikirler ve siyasal akımlar gelecekteki yaşam biçimlerinin alt yapısını hazırlıyor, dünyayı algılayışı ve değişik konulardaki tasavvurları hazırlıyor ve değiştiriyor.

Değişmeler eski dönem ve kuşakla karşılaştırıldığında öylesine hızlı oluyor ki kültürel, özellikle manevi sosyal, ulusal, dinsel ve kişisel değerlerin kendisini teknolojik üretimin hızına uydurması ve kendini ona uyarlaması çok yavaş kalıyor. Değişimin hızı insanlarda değişene adapte olamama yönünden bireysel ve kültürel şok yaratıyor. Yeni bir haber, buluş veya düzenlemeyi duyup, öğrendiğinizde o daha da yenisiyle değişmiş oluyor. Teknolojik yenilikler bir anda alınıp kullanılabilir ama kullanılan araca uygun kültürel davranışlara geçmek, benimsemek akşamdan sabaha olmuyor çünkü kültür bir örüntüler sistemidir.

Kanımca, geçmişi açıklayan kuramlardan en makulü yukarıdaki şekildeki sınıflamadır. Okullarda yeni bir tarih şeridi kullanmak gerekiyor ve yukarıdaki üç dalga kuramına göre hazırlanmış sınıflama mevcut olanından daha açıklayıcı görünüyor. Bu yazıda üç dalga kuramı bazı toplumsal kurumlar üzerinden kısaca açıklanacaktır.

Üç dalga kuramına göre insanlık ilk toplumda şöyle yaşıyordu:

Üç dalga kuramına göre bazı teknolojik buluşlar insanın oturma kalkmasından, aile biçimine, inanç sistemlerinden, üretim ve yaşama biçimlerine kadar her şeyi değiştirir. Gerçek devrim de budur. Bu devrimden uygarlık tarihinde şimdiye değin sadece üç tane yapılmıştır. Bunlar teknolojik buluşların yaptığı devrimlerdir ve şunlardır: Tarla sürmeyi sağlayan saban, alet ve makineleri çalıştıran motor ve yeni üretim aracı bilgisayar ve iletişim. Bu üç buluşun her biri dalgalar halinde insanlığa yansımış ve insanlığı dönüştürmüştür. Bu dönüşüm her toplumda bir anda olmamıştır. Örneğin günümüzde tarım toplumunu, o toplumun değerleriyle yaşayanlar olduğu gibi tarım ve sanayi toplumunu bir arada yaşayan geçiş aşamasında ülkeler de vardır (Türkiye gibi). Aynı şekilde modern toplum ve bilişim toplumunu bir arada yaşayan toplumlar da vardır. Her devrimin insanlara yüklediği paradigmalar farklı olduğu için toplumlar içinde yaşanan siyasal-kültürel gerginlikler de farklı paradigmalardan kaynaklanmaktadır. Türkiye'deki dinsel ve etnik sorunların altında tarım toplumu paradigması taşıyan insanlarla, sanayi toplumunun modernist paradigmasına sahip olan insanların olguları yorumlamada esas aldığı temel paradigmaların uyuşmazlığı yatar. Bundan uzlaşma ile kurtulunamaz. Olması gereken veya varılacak nokta, tarım toplumu paradigmasını taşıyanların sanayi toplumu paradigmasını zaman içinde benimsemeleri ve bilişim toplumu paradigmasına yönelmeleridir. Kalkınmanın hızla olabilmesi bu sürecin hızına bağlıdır. Her şeye rağmen toplum bu yolda önemli bir mesafe katetmiştir.

*  *  *

Günümüzden yaklaşık sekiz bin yıl önce saban icat edildi ve tarım devrimi yapıldı. Bu devrim aşağıdaki gelişmelere yol açtı. Ortaçağ olarak bilinen zamanlarda insanlık bu özellikleriyle köylerde yaşadı, köylülük bilinci ve kültürü gelişmişti.

1750’li yıllarda Rönesans, reform ve aydınlanma felsefesinin etkisi ile aklın o zaman geçerli olan bilgi ve otoritelere başkaldırması sonucu evrenin yasalarının akılla yeniden araştırılması buharlı makinenin bulunmasına, motorun geliştirilmesine yol açtı. Bu gelişme de yeni bir devrim dalgası yarattı ve dünyaya yayıldı. Bu devrim sanayi devrimiydi. Her şey mekanik olarak (makineymiş gibi) ele alındı; toplum bile. Aşağıdaki gelişmeler sanayi devriminin sonuçlarındandır. Sanayi devriminin sonuçları Türkiye’de daha çok batılılaşma olarak anlatıldı. Oysa bu modernleşmekti. Osmanlı islahatları ve sonradan Kemalizm olarak bilinen uygulamalar tam da sanayi devriminin sonucu olarak bilinen ise Türkiye’ye özgü modernleşmeden farklı bir şey değildir. Osmanlı döneminde başlamış, Cumhuriyet ile de ciddi engelleme ve kötü yönetilmesine rağmen modernleşmede önemli mesafeler katedilmiş ve süreç devam etmektedir.

Modernleşme, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de hem kaçınılmaz bir süreç olmuş hem de toplumsal sıkıntılar yaratmıştır. Sadece köylülükten kentliliğe geçiş ve şehre göç bile sancılıdır. Geniş aileden çekirdek aileye geçiş, ulus inşası, demokrasinin yerleşmesi, din merkezli bir toplumdan bilim merkezliliğe geçmek akşamdan sabaha olacak iş değildir; birkaç kuşak içinde olabilecek değişim ve dönüşümdür. Bu sürecin başladığı Avrupa’da da birkaç yüzyıl ciddi sorunlar yaşanmıştır. Türkiye'deki sosyal problemlerin önemli kısmı da bu dönüşümden kaynaklanmaktadır. Aşağıdaki tabloda tarım toplumunun geleneksel paradigması ile sanayi toplumunun modern paradigması bazı boyutlarda karşılaştırılarak paradigma farklığı gösterilmiş, sorunların kaynaklandığı bakış açısı ve farklı mantık yürütmeye dikkat çekilmiştir.

Kavimlerden Ulusa, İnanç Hâkimiyetinden Laikliğe

Modernleşmenin onca sıkıntısına rağmen uygarlığa kattığı çok önemli çözüm ve değerler de vardır. Kavim, din ve mezhepler yüzünden birbirini boğazlayan insanoğlu için günümüzde hala geçerliliğini koruyan iki kavramı çözüm olarak sunmuştur: Laiklik ve ulus devlet. Bunlar modernleşmenin kavramları ve çözümleridir.

İmparatorluklar tarım toplumu döneminin siyasal örgütleniş biçimiydi. Sanayi toplumda imparatorluklar çökmüş ve yerini ulus devlete bırakmıştır. Ulus devlet tek bir kavmin (ırkın) devleti demek değildir. Toplumların ulus devlet biçiminde örgütlenmesiyle kavimler üstü siyasal birlikler kurulmuştur. Bu bir kavimler konfederasyonu olarak da anlaşılmamalıdır.

Türkiye'de Atatürkçülükten kasıt en başta bu iki kavrama sahip çıkmaktır. Nitekim ülkedeki kavimler (Türkmenlerden Araplara, Ermenilerden Kürtlere varıncaya kadar) bir şekilde Türk üst kimliği içinde bir ulus devlet içinde etnik kökenlerine bakılmaksızın ve yok sayılmadan ama yurttaş sayılarak yaşaya geldi. Sorunlar da oldu elbet. Sistem yeterince geliştirilemedi. Aynı şeyleri laiklik için de söyleyebiliriz. Laiklikle de herkes kendi inancını öteki din ve mezheptekiler "ne der" endişesinin uzağında, egemen olanların hoşgörüsüne sığınmadan ve başkalarının inançlarına saygı duyarak yaşayabilmeyi sağlamıştır. Böylece toplumlar huzur bulmuştur. Şimdilerde kavimcilikte, mezhepçilikte bazılarımızın başı tavana değiyor, çatıyı yıkacaklar!

Dünyanın bu mahallesinde ırkçılıkla, mezhepçilikle yaşanmaz. Çok kötü bir yer olur burası. Ülkedeki taşları yerinden oynatmadan insanlar kavimlerinin özellikleriyle yaşayabilir, bir kavimden bazıları silahlandı diye diğer kavimlere rağmen ayrıcalık vermeden de insan haklarına dayalı yönetimle hem bir ulusun üyesi hem de kendi kavim ve kültürlerini yaşayabilir. Ulusu oluşturan birleşenlerden her kavim kendi özel değerlerini ve kültürünü geliştirme fırsatı sağlanarak herkes eşitlenebilir. Önerildiği gibi kavimler konfederasyonu birlikte yaşamayı sağlamaz. Bir ulusun üyesi olmak, bir kavmin (ırkın) mensubu olmaktan daha fazla tercih edilesi ve ileri bir davranıştır. İnsanların tek tek birbiriyle sorunları da yoktur. Öteki inançları yok saymadan, dine ayırdığımız paraları sadece sünnilere değil, diğerlerine hakkını vererek de sünnilik yaşanabilir. Müslümanlığın bedevi-köylü-talibanımsı-Vahhabi yorumunu yeğlemektense Anadolu kültürüne dayalı, kentli ve evrensel değerlere uygun olan Mevlana-Hacı Bektaş-Yunus Emre yorumu yeğlenebilir. Bunu sağlamanın yolu da laiklikten geçer.

Modernizmin uygarlığımıza katkılar sadece laiklik ya da kavimler üstü siyasal örgütlenme olan ulus devlet değildir. Yukarıdaki şekillerde çok kısa olarak sıralanan hususlara bakıldığında da görüleceği gibi, modernleşme yeni birçok geleşmeye imzasını atmıştır: Tarım toplumunda anayasa yoktu, polis yoktu, avukat yoktu, şehir yoktu, şehir olarak bilinenler ancak bugünkü kasaba büyüklüğündeydi. Demokrasi, parlamento, siyasal partiler, sendikalar, dernekler yoktu. İnançlardan arınmış bir hukuk yoktu. Okuryazarlık bugünkü kadar yaygın değildi, okuryazar olmadğımız için soyut düşünebilme becerimiz sınırlıydı. Kitap, gazete ve kütüphane sayısı son derece sınırlıydı. Pozitivist bilim yoktu ve dolayısıyla bilim ve teknolojide günümüzden çok gerideydik (Pozitivizme yönelik eleştirilerimiz var ama bu pozitivizmin bilim ve teknoloji tarihindeki önemini ortadan kaldırmaz). Telefon-telgraf yoktu, elektrik yoktu, elektrikle çalışan hiçbir şey yoktu, dahası motor yoktu! Tıpta kullanılan alet-edevat yoktu, tuvalette S borusu ve asansör icad edilmemişti ve apartman da yoktu; elbette kimse kimsenin tepesinde de oturmuyordu! Burada sıralananlar bilimin teknolojiye kattıklarıdır, aydınlanma felsefesi, aklın kullanımı ve bunun sonucunda gerçekleşen sanayi devriminin sonuçlardır. Şairin dediği gibi "usta duvarı yapar ama duvar da ustayı". Anlatılmaya çalışılan şudur: Teknolojiyi biz ürettik ama teknoloji de davranışlarımızı, yaşama biçimimizi, düşüncelerimizi, üretim araç ve alışkanlıklarımızı değiştirdi.

Kaynak: Cüceloğlu, Doğan. İyi Düşün Doğru Karar Ver. Üçüncü Baskı. İstanbul: Sistem Yayıncılık. 1993. s. 77.

Yukarıdaki Cüceloğlu'dan edinilen tabloda tarım toplumunun (geleneksel kültür) düşünce, değer ve inançlarıyla doğup büyüyen bir insan ile modern toplumun düşünde, davranış ve değerleriyle yaşayan insanlar değişik boyutlarda karşılaştırılmıştır. Birbirlerine son derece ters gelen kültüre sahip olduklarını görürüz. Örneğin "birey-devlet ilişkisi boyutunda tarım toplumu paradigmasını taşıyanlar, "insan devlet içindir" anlayışında iken, modernist düşünenler tersini düşünürler: "Devlet bireye hizmet etmek için insanlar tarafından kurulmuş bir örgüttür" anlayışındadırlar. Kadın-erkek yönünden baktığımızda gelenekçiler "erkek üstün yaratılmıştır" anlayışında iken, modern değerlerle yaşayanlar "kadın ve erkek sosyal ve yasal yönden eşittirler" görüşüne varmışlardır. Din-devlet ilişikileri yönü de öyledir. Tarım toplumunun geleneklerini sürdürenler (muhafazakarlar), din ve devleti birbirinden ayırmaz, hatta devleti dinin emrinde olması gerektiğini söylerlerken Sanayi Devrimi modernistleri din ve devletin birbirinden kesinlikle ayrılması gerektiği noktasındadırlar. Türkiye başta olmak üzere İslam dünyası bu tartışmaları yapmaktadır. Gerginliklerin sebebi hala tarım toplumunun değerlerini savunanlar ile bir an önce modernleşip çağdaş olmakta acele edenler arasındaki fikir çekişmesidir. Olması gereken şey bir uzlaşma değil, tarım toplumunun geleneğini sürdürenlerin modernleşmesidir. Zira, tarım toplumunun her türlü değerini savunup, modernleşmeyi reddedip, dahası modernistleri "atalarımızın zamanında öyleydi, böyleydi, o yüzden siz de, biz de öyle bir düzende yaşayacağız" diye dayatırken, aynı zamanda modernleşmenin bir sonucu olan demokrasiyi istemek bir çelişkidir.

Demokraside bireyin hak ve özgürlükleri önemliyken, bir kısım gelenekçi, başka insanların başta kılık kıyafet, oturma ve kalkmalarına karışma hakkını kendinde bulmak olmak üzere her duruma din ile ilişkilendirilmiş gelenekleri dayatmaları, demokrasi anlayışıyla nasıl ilişkilendirilebilir? Kaldı ki modernizm olsun, demokrasi olsun dine karşıt değillerdir. Artık insanlar birbirinin her halini bildikleri köylerde, dar bir kültür çevresinde  yaşamıyorlar. Neredeyse her şehir başka yer ve kültürlerden gelen insanların doluştuğu bir yerdir. Turizmin bu kadar geliştiği, ekonomik ve kültürel küreselleşmenin olabildiğince yükseldiği bir çağda köy değerlerine bağlılığı önermek ne kadar ikna edici ve işlevseldir? Bütün bunlar, kültürel bir geri kalmışlıktır. Modern teknolojiyi ithal ederek kullanmak toplumu hemen modernleştirmez çünkü kültür akşamdan sabaha değişmez. Bilimsel bir eğitim ve sabır gerekiyor. Oluyor, olacak, zamanla. Yeter ki bu dönüşüm sürecinde aydınımızı, yurttaşlarımızı ve ülkemizi tahrip etmeyelim.

Türkiye ve benzer ülkeler bu sorunları yaşarken 20. yüzyılın başında kuantum fiziğindeki gelişmeler, bilgisayarın icadı, kullanışlılığının artması, iletim hatlarıyla birbirine bağlanabilmeleri ve internet bilişim toplumunu başlatmış, aşağıdaki gelişme ve değişmeler olmaya başlamıştır. Üstteki sanayi toplumunun gelişmeleriyle karşılaştırılınca değişmelerin neler oluğu daha açıkça görünecektir. Üstelik bilişim toplumu henüz kendini tam olarak gösterememiştir.

Bilişim Toplumu ve Kültürü

On yıldan fazla zamandır ki bilişim (bilgi ve iletişim) teknolojisindeki gelişmeler daha fazla kitlelere yayılmış, üst sosyoekonomik düzeydekilerin bilişimi kullanma tekelini kırarak olabildiğince alt sosyoekonomik kesimlerin de kullanımına girmiştir. Özellikle genç kitlelerde bilgisayar, internet ve bunların kolay taşınabiliri olan diz üstü bilgisayar, tablet ve nihayet akıllı cep telefonları ciddi bir yaygınlık kazanmıştır. Gençlerde çılgınlık derecesinde internete bağlanabilen akıllı telefon talebi bulunmaktadır ve iyi bir durumdur.

Genç kitlelerin modern toplumun iletim araçları olan kitap, gazete ve dergilerden görece uzak durduğu ya da bunların internetteki eşdeğerleriyle hemhâl oldukları, iletişim (iletim değil) halinde oldukları görülüyor. Hem de büyülenmişçesine çılgın bir iletişim! Anne baba ve öğretmenlerin, çevresiyle iletişimi keserek uhrevî bir alandaymış gibi sanal ortama kapanan dijital dervişlere “çık o bilgisayardan artık”, “kapat artık şu cep telefonunu”, “insan içine çık, biraz da gez dolaş” gibi bazen azarlamaya dönüşen uyarılara kulak asmamaları yetişkinleri kaygıya düşürmüştü.

Bilişim kuşağı gençliği modern toplumun demokratik araçlarını da pek kullanmıyorlar. Örgütlenme ve siyasallaşma davranışları anne babalarının gençliğindeki davranışlara benzemiyor. Yetişkinler gençliğin bu hallerine bakarak gelecek adına kaygılarını dile getiriyordu.

Ciddi ve bilimsel eğitimciler çocukların bir sürünün parçası değil, kendi aklını kullanabilen, bireyleşmiş ve özgürlüklerini kullanabilen kişiler olarak yetiştirilmesini önermektedir. Neden, çünkü bilişim toplumunun insanı bilgi üretebilen insan olmak zorundadır. İnsanlar yetişirken akılları gelenekler, ayıp ve yasaklarla kalıplanmışsa özgür düşünememekte, özgür düşünemeyince yaratıcı olamamakta, yaratıcı olamayınca da yeni bilgi üretememektedirler. Bilişim toplumunun tarım toplumundaki gibi olabildiğince birbirine benzeyen, kopya insanlara değil, birbirinden farklı düşünebilen, başkalarının aklına gelmeyen çözümleri üretebilen insanlara ihtiyacı vardır. Geleceğin insanı özgür olması için özgür ortam ve koşullarda yetiştirilmelidir. Eski kafalı, ezberci öğretmenler bir yana bırakılırsa, eğitim sistemleri özgür ve bilgi üretebilen insanı yetiştirmeye odaklanmıştır. Bu özgür ve yaratıcılık odaklı eğitim olmasa bile çağ kendini dayatarak, yeni kuşakları dolaylı yönlerden buraya zorlamaktadır. Gençlerin internette kurcaladıkları ve en çok zaman geçirdikleri sayfalar, insanları yeni bir şeyler üretmeye zorlamaktadır.

Bilişim ürünü yeni kuşak, yeni taleplerini de dile getirmeye başlamıştır. Nitekim, gelenekler ve otoritelerden bağımsız, özgür düşünceli olarak yetişen gençliğe tarım toplumunun ideoloji ve geleneklerini uygulamak ya da köylü kurnazlığı içeren söylemlerle oyalamaya .çalışmak boşuna bir çabadır ve ters teper. Buna bir de devlet yöneticilerinin antidemokratik uygulamaları, muhalefetin uyarını dikkate almamanın ötesinde sürekli dalga geçilmesi, anayasal ve yasal haklarını kullanarak gösteri yapan herkesin sorunlarını çözmek yerine üzerine en sert şekliyle polisiye tedbirler uygulanması, güneydoğuda yıllardır yaşanan sorunların gerginliği, yolsuzluklar ve işsizlik gibi etkenler gelince Gezi direnişi başladı.

Gençlerin siyasetle, yurt ve dünya meseleleriyle ilgilenmediğine yönelik yetişkinlerin kaygıları, 31 Mayıs 2013’te İstanbul-Taksim’deki Gezi Parkı olayları üzerine gençliğin gösterdiği tavır dikkati çekti. Meğer gençlik modern toplumun araçlarını değil, bilişim toplumunun araçlarını kullanıyormuş! Genç kuşak, Facebook ve Twitter’de örgütlenme becerisi kazanıyor, dijital ortamlarda tartışmalar yapıyor, dijital örgütler kuruyor, kısa ve etkili cümlelerle, sözü dolaştırmadan net görüşler ortaya koyuyormuş.

Gençler, geleneksel toplumun dedikodu ve rivayetleri, modern toplumun hükümetlerince kısıtlanmış medyası yerine özgür bilişim medyasından malûmatlanıyorlarmış. Böylece geçmiş kuşakların sakat görüşleri ve hastalıklı ideolojik tezlerinden arınmış bir ortamda kendilerini üretiyorlarmış. Meğerse bilişim kuşağı yetişiyormuş.

Zamanın başbakan, Gezi Parkı olaylarını değerlendirdiği bir konuşmasında sanal medyadan söz ederken “twitter belası” demekten kendini alamadı. Oysa bazı konuşmalarında "elinde bilgisayar olan bir nesil" istediğini dile getirmişti. Bilişim toplumunda neredeyse her gencin elinde bir bilgisayar veya akıllı cep telefonu var ve herkes birden çok farklı kanallardan haber paylaşabiliyor; haber tekelini yıkıyorlar. Göstericiler mesajlaşma yoluyla polisin elindeki telsiz üstünlüğünü de ortadan kaldırmıştı.

Bilişim araçlarının yol açtığı yeni kültür, alışılageldik her şeyi, en azından içerik olarak, değiştiriyor, değiştirecek. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Nasıl ki, gelenekçi tarım toplumu sanayi devrimi sonrasında hükmünü kaybettiyse, bilişim toplumunda da önceki tarım ve sanayi toplumunun içeriği değişecek. Çalışma koşullarımız farklılaşacak, aile hayatımız, kadın-erkek rollerimiz, dindarlığı yorumlayışımız, çocuk yetiştirme anlayışımız… değişecek, değişiyor.

Her gelişmede olduğu gibi olumsuzluklar da olacak. Daha şimdiden dijital bölünme, siber terör, enformatik cehalet gibi kavramlar kullanmaya başlandı. Siber oligarşi yerini aldı ve artık yeni oligarkları tanıyoruz. Siber dezenformatörler (yalan-dolan haber yayanlar) çoktandır siber alemlerde. Siber korsanlar internette siber tanrı ya da sibercinlik yapmayı çoktandır sürdürüyor.

Siber uzayda başlayan tanışma ve arkadaşlıkların bir kısmı evlilikle sonuçlanıyor. Dedelerimizin “aslını astarını araştır, soyunu sopunu bil, anasına bak, kızını al” öğüdü pek duyulmuyor.

Sanayi devriminin meydan okumasına karşı ısrarla tarım toplumunun din anlayışında ısrar eden gelenekçi din anlayışı, bilişim toplumunun değerlerinin de farkında değil. Batı destekli de olsa "ılımlı", emperyalizme sorun çıkarmayacak anlayışla iktidara gelmelerine rağmen (Arap baharı), başarılı olamadıkları ya da modernizme kaymak zorunda oldukları görülüyor. Bu haliyle gelenekçilik İslam ülkelerinde son direnişini gösteriyor denilebilir. Gelenekçiler, direnişleriyle son iki yüzyıldır çok sevdiklerine inandığım ülkelerine ve inançlarına verdikleri zararın henüz farkında olamamışlardır. Bilgisayar kullanmakla çağdaş olunmaz, yeni çağın olumlu değerlerini benimsemekle olunur.

Ortaçağın geleneklerini dinin emri olarak uygulamak yerine, dinî esaslarını değiştirmeden yeniden yorumlama zarureti kendini dayatıyor. Töreleri yaşatarak inanç sistemleri korunamaz. Değişen çağ ve paradigmaların din ve inanç sistemlerinin esaslarıyla zaten bir sorunu yoktur. Modernizmin laiklik çözümüne direnirken, bilişim toplumunun din anlayışından bihaber olan bu kitle çocuklarını bu gidişle dinsiz edeceklerinin farkında bile değil! Çoğu rivayetlere dayalı, tartışmalı töre ve gelenekleri ısrarla dinî uygulama sanan bu kitlenin çocuklarının dede taklitçiliğini aşmakta olduğu da bir gerçek. Geleneği dayatmadan, giyim gibi biçimsel tercihlerinin ötesinde insanlara daha geniş bir hareket alanı sağlamayı öneren farklı söylemli Devrimci Müslümanlık akımları daha şimdiden sempati topluyor.

Bilgi üretebilmesi için yaratıcılık eğitimi verdiğimiz dolayısıyla olabildiğince özgür yetiştirdiğimiz gençlerin sosyal, duygusal, dinsel, ahlâkî yönlerden ciddi sorunları olabileceğini düşünmek durumundayız. Gençlerimizin "öğrenim görmüş barbarlar" olmamaları için onlara aktaracağımız  değerlerimizden hangilerini elemeli, hangilerini aktarmalıyız? Merhamet, sadakat, dürüstlük, insan hakları (yani kul hakkı), başkalarına saygı, evrensel değerler, ulusal değerler... Din kurumunun bunların aktarılmasında payı olmayacak mı? Olmalı. Öte yandan din kurumu ve din kurumu adına hareket edenlerin kendilerini ciddi bir ahlâkî sorgulamadan geçirmeleri gerektiği gözlediğimiz müslüman davranışlarından anlaşılmaktadır. Din kurumunun telkinlerinde şekle takıldığı görünüyor. İbadet etmiş olmak için ibadet yerine, niçin ibadet ettiğini felsefi sorgulamaya tabi tutacak yeni dinî telkin ve yaklaşımlara ihtiyaç vardır. Bu ve benzeri gelişmeleri takip edip kendisini uyarlayamayan din kurumu, cami sayısını artırmak ve toplumsal gerginliklerin tarafı olmaktan öteye gidemeyecektir. Birleştirici bir unsur olması gereken dinimizin, gündelik politik konularda taraf olup eski gelenekleri değişmiş yeni bir toplumda uygulamaya kalkması hem dinimize hem de ülkemize zarar vermekten başka bir şey yapamaz.

Demiş olduk.

Savulun, bilişim kuşağı geliyor!

You have no rights to post comments