Çocuktum ufacıktım. Bir köyde yaşıyordum. Babam o köyün öğretmeniydi. Günlerden bir gün devletin köye geleceği tutmuştu. Kaymakam başta olmak üzere ilçe protokolü köyümüzü onurlandıracak. Haber birkaç gün önce geldi. Herkes kapısını bacasını temizledi. Bayramlık giysiler elden geçirildi, yama vakti gelen elbiselere yeni yamalar atıldı. O zamanlar yamalı elbise giymek normaldi, yeter ki temiz olsundu. Herkesin yamalı birçok giysisi vardı. Benim de.

Kaymakam beyin nerede ve nasıl karşılanacağı konuşuldu. Kimlerin karşılayacağı da. Yediden yetmişe bütün erkeklerin orada bulunması özellikle tembihlendi. Sadece çoban ve sığırtmaç izinliydi.

Derken büyük gün geldi. Aynı zamanda köy meydanı da olan camiin önünde toplanıp yürüyüşe geçtik. Önde muhtar ile öğretmen, arkasında dededen toruna hizmet yürüten geleneksel imamımız ve ihtiyar heyeti üyeleri ve arkasından da köy ahalisi yürüyor. Ben babama yakın yürüyorum, dolayısıyla köy protokolünün davetsizi olarak bulunuyorum. Konuşmaları dinliyorum. Babam muhtara telkinde bulunuyor; köyün ihtiyaçları sorulursa yol ve su ihtiyacının aciliyetini özellikle söylemesini, sıkıntıyı biraz da dramatik biçimde anlatmasını istiyor.

Köyden epey uzaklaştık. Derken ilçe protokolü de göründü. Beş kişi, ikisi silahlı jandarma. Yol olmadığından otomobili bırakmış, piyade geliyorlardı. Yaklaştık birbirimize. Bir kişi önde, ikisi arkada ve jandarmalar en arkada idiler. Ben daha çok jandarmalarla ilgileniyorum. Elbiselerini beğendim. Tüfekliydiler. Jandarmayı da, tüfeği de ilk kez görüyordum ama jandarma kelimesini çok sık duyardım. Çocuklar yaramazlık yapınca, kızıp gözdağı verilirken jandarma kelimesine gönderme yapılırdı. Sanırım devletin o zamanlarda köye sık sık gönderdiği bir görevliydi ve bu cahil çocuklar pek hayırlı bir iş için gelmezlerdi.

Konuyu biraz değiştireceğim ama bizim sülalenin de çok eskilerde jandarma ile başı derde girmiş. Kıyafet inkılabının olduğu yıllarda dedem herkes gibi şapkasını almış ve kullanıyor ama bir gün evin yıkık duvarını onarırken şapkası kirlenmesin diye giymemiş, başını mendilimsi bir şey bağlamış, Duvarını örerken köye tesadüfen jandarmalar gelmiş. Dedeme “şapkan var mı” diye sormuşlar. O da meramını anlatmaya çalışmış ama durum gerginleşmiş. Pehlivan dedem jandarmaları biraz tartaklamış, kendine ateş etmesinler diye silahlarını da almış ve göndermiş. İlçeden bir manga asker gelmiş ve dedemi alıp götürmüşler. Anladığım kadarıyla karakolda epey hırpalanmış. Serbest bırakmışlar. Bu olayı sülalenin şimdiki sofuluk modasına katılan nesli şöyle anlatıyormuş: Dedemiz evde Kur’an okurken jandarma evi basmış hem Kur’an’ı ocağa atarak yakmış hem de ev ahalisini karakola götürüp aylarca dövmüşler! İnsaf. Dedem Kur’an okumayı bilmezdi ki. Namaz dualarını biliyordu o kadar. Dedem Cumhuriyetle de inkılaplarla da problemi olmak bir yana Atatürk’ü sever ve hep rahmetle anardı. Olay son derece basit: Anlayışsız ve hoyrat 20 yaşında silahlı iki cahil çocuğun kaprisleri. Bırakın o zamanı, şimdi yok mu, mesela gaz bombası soludunuz mu, soluyanları televizyondan da mı izlemediniz?

Neyse, konuya döneyim. Kaymakamla aramızda mesafe iyice azaldı. Muhtar ve öğretmen sustular. İmam fısıltıyla yanındaki ihtiyara:

-  Gözün kör olsun dünya. Şunlara bak. Koskoca müftü kaymakam diye bir çocuğun arkasından geliyor. Ne günlere kaldık. Bu zulümdür, dedi.

Karşıdan gelenlere baktım. Müftünün yaşlı bir insan olarak arkadan mı geldiğine baktım. Köyde yaşlıların önüne geçmek ayıptı. Hangisinin müftü ya da kaymakam olduğunu bilmiyorum ama bu sözden müftünün arka sırada olduğunu anladım. Ancak yaşlı değildi. Hepsi gençti ve birbirine yakın yaşlarda görünüyorlardı. İmamın şaşkınlığı, durumu kınaması hatta bunu bir zulüm olarak nitelemesine anlam veremedim. Yürümesi mi zulümdü, ben bir zulüm göremiyordum. Anlayamadığım için rahatsızım ve o sessiz yürüyüşü soru sorarak bozmak istemiyordum.

Sonundan kavuştuk. Tokalaşıldı. Bazıları kaymakamın elini öpmek için eğildi, ihtiyarlar bile. Kaymakam elini öptürmedi. Aklım imamımızın zulme uğradığını söylediği müftünün hangisi olduğunu anlama çabasında ama gözüm de jandarmalarda. Korkuyla karışık bir hayranlıkla onlara bakıyorum. Yüzleri sert ve ifadesiz. Biriyle göz göze geldik. Bana gülümsedi. Karşılık verdiğimi hatırlamıyorum, incelemekle meşguldüm.

Köye geri dönüş başladı. At getirilmişti ama kaymakam binmedi, köylülerle yürüdü. Yine en öndeydi ve yanında babamla muhtar vardı. Kalabalık sıklaştı ve ön saflardaki yerimi koruyamayıp arka sıralara çekildim.

Köye vardık, muhtarın evine gittiler. Jandarmalar ve köylüler dışarıda kaldı. Çocuklar jandarmalara sorular sordular, onlar da bize.

Akşam babama imamın neden öyle dediğini sordum. O da duymuş. Gülümsedi sonra yüzünde karışık ifadeler hızlıca geçti. “Müftü önde yürüyor olsaydı bizim taraftan da imam önde yürüyecekti. Köyün en önemli şahsiyeti o olacaktı. Her şey ondan sorulacak, herkesi o idare edecekti. Ama şimdi bu elinden gelmiyor, kendini eskisi kadar önemli hissetmiyor, kabullenemiyor, çağın değiştiğini anlayamıyor. Eskiden okuryazar olanlar onlardı ve her şey onlardan sorulurdu. Şimdi her konunun bir uzmanı var. Onlara değil de, konunun uzmanına sorunca bozuluyorlar”, dedi.

Yakın zamanlarda siyasal İslamcılardan bazıları dinle iştigal edenlerin Cumhuriyetin ilk yıllarında zulme uğradıklarını söyleyip merhamet avcılığına soyununca, yukarıdaki çocukluk gözlemimi hatırladım. Aynı şeyi söylüyorlar. Zulme uğradık! Her din adamı da söylemiyor, İslam’dan  siyasi bir ideoloji çıkaranlar söylüyor. Atatürk’ün başbakanlarından biri, Şemsettin Günaltay bir müderris, ilahiyat profesörüydü. Bugün laikliğin sayesinde az da olsa akıl berraklığına kavuştuğumuzdan daha iyi görülebiliyor; o kadar saçma şeyler din adına yasaklanmıştı ki... Yasaklayanlar değil, şimdi yasağı kaldıranlar zalim gibi gösteriliyor! Mesela "bağlama çalmak" bir kesim mollalara göre dine aykırıydı. Aşık Veysel sazıyla Sivas'a gidemiyordu. Bir ara sazını kırmışlardı. Saz kırma zulmünü veya yobazlığını engellediğiniz zaman yobazlara zulüm yapmış oluyorsunuz. Hadi ordan!... Vicdanı olan biraz da özeleştiri yapabilmeli. İnsanın kendi özgürlük sınırlarını genişletme talebi olabilir ama başkalarının, kimsenin özgürlüğünü sınırlamayan, özgürlüklerini kısma özgürlüğü olamaz. Neyse konuyu tekrar merkeze çekelim.

Benim zulüm edebiyatından anladığım ise o zamanın bir kısım din görevlilerinin statülerini kaybetmiş olmalarıdır. Din merkezli tarım toplumundan bilim merkezli sanayi toplumuna geçiliyor. Çağı doğru kavramayanlar değişimi anlamlandıramaz. Bir de eski düzenden beslenenler yeni düzende çıkarlarını kaybederse, direnirler.

Statü kaybına dönersek, iyi de, statü kaybı devlet eliyle, özellikle mi yapılmıştır? Haksızlık mı yapılmıştır. Ankara’dan çıkan bir kararın Anadolu’nun ücra bir köşesinde nasıl uygulandığı, uygulayan memurun çapı kadardır ve niyetine göre değişir. Buradan da hareketle ülkenin binlerce yıllık yönetim anlayışını biraz bilen ve gözleyen biri olarak haksızlık yapılmadığını söyleyecek değilim ama haksızlığın resmi bir politika biçiminde ve sistemli olarak yapıldığına da inanamıyorum, hem de dine karşı! O zamanın din anlatımlarında cahilce bir rivayetler yığını anlatılıyordu ve birçok hikâye veya çıkarım gayri İslamiydi. Sözünü ettiğim imam bir Cuma hutbesinde dünyanın oluşumu diye feriştah hikâyesi anlatmış ve çocuk halimle beni çok şaşırtmıştı. Yeni yönetim dinin doğru anlaşılması için çalışıyordu. Elmalılı Hamdi Yazır’a Kur’an Meali yazdırılmış ve Atatürk’ün kişisel parasıyla çoğaltılıp Anadolu’ya dağıtılmıştı. Önemli bir hadis kitabı olan Sahih-i Buhari Atatürk’ün isteğiyle MEB tarafından çevirtilip yayınlanmıştı. Yönetimin dinle değil irticayla sorunu vardı. Atatürk irticaı ülkenin gelişmesini engellemek olarak görüyor ve vatan hainliği ile eşdeğer görüyordu. Kur’an okuyanı cezalandırmak, Kur’an toplatmak ve yakmak mantıklı ve inandırıcı değil. Daha sonraki dönemlerde toplanan Kur’an olmuştur ama bunlar yanlış veya yanlış meallendirilmiş Kur’anlardı. Gençliğimden hatırlıyorum; Bir Kur’an mealinde mealci bir ayeti “solcular cehennemlik, sağcılar cennetliktir” diye anlamlandırmıştı. Allah’ın kelamını değiştirmiş! Bu mealin toplatıldığını ise hatırlamıyorum. Buna ne demeli?

Bunlara zulüm diyeceksek, 12 Eylül sonrasındaki gözlemlerime ne diyeceğiz? 12 Eylül Amerikancı (ve sonraki gelişmelere bakınca İslamcı) darbesinde henüz lisedeydim, pek bir şeyden anlamıyordum ama sokaklarda çıldırmış yüzlerce işkence mağduru gördüm. O günlerde en ufak bir ses çıkarmak dahi mümkün değilken, polislerin yanında bile “Kahrolsun faşizm, yaşasın bağımsız Türkiye” diye sokaklarda, caddelerde tek başına slogan atıyorlar ve başta polis olmak üzere “deli” gözüyle bakılıyor, çoğu da acıyordu. Onlarcasına tanık oldum. Çıldırmadan ya da işkencede ölmeden çıkabilenlerden yüzlerce işkence sahnesi dinledim. Milyonlarca kişiydiler. Onlar da bu milletin çocuklarıydılar. Zulüm budur. Yapanlar hayattadır, epeycesi de devletin yukarılarına terfi etmiştir. Mazlumlar da hayattadır ve çoğu öyle bir zulümden geçmiştir ki söylemek, yazmak bir yana yaşadıkları vahşeti kendilerine bile itiraf edememektedirler.

Bizim imamın yaşadığı zulüm ise ötekilerinki ne?

Kabul edelim, "velev ki" zulme uğradılar, kim uğramadı ki? Yine de zulmün en azını yaşamışlardır. Bu ülkede okuyan, düşünen, konuşan, vatan ve millet derdi olan Kemalist’i de, Sosyalisti de, Ülkücüsü de, İslamcısı da zulüm görmüştür. Hepsi değil; batı karşıtı ve sömürü karşıtı olanlar. Kendi acılarını görürken başkasının kat be kat yaşadığı acıları da görmek vicdan gereğidir. Belki o zaman insanî sorumluluğunu yerine getiren insanlarımızı artık imha etmez, yeni acılar yaşamaz ve ülke, millet ve insanlık üzerine düşünürüz.

Statü Kaybı veya Müslümanın Düşmanı Kimdir Meselesi

Zulüm demagojisinin statü kaybından kaynaklandığını söylemiş olduk. Din kurumundan ekmek yiyenlerin statüsü neden düştü, sadece bizde mi oldu? Biraz geriye dönelim.

İyi bir tarih hatta uygarlık tarihi eğitiminiz varsa insanlara geçmişi doğru öğretir; kafaları berraklaştırırsınız yoksa insanları birbirine düşman edersiniz. İnsanımızın birbiriyle böyle sert tavırlarla siyasi mücadele yürütmesinin başka sebepleri de var ama geçmişi doğru öğretmemek öncelikli sebeptir.

Sosyolojiye bakmayı öneriyorum. İnsanlık avcılık, toplayıcılık gibi tabiattan geçinme aşamasını geçtikten sonra, nasılsa nasıl, toprağı işlemeye başladı. Toplayıcılığı bırakıp üretim yaptı. Konar-göçer yaşamak yerine yerleşik hayata geçti. Köyler ortaya çıktı. Ortada bugünkü manada bir devlet örgütü ve anayasa yoktu. Mesela Alo 155 yoktu. Polis, Jandarma, mahkeme de yoktu. Gücü yeten yetene anlayışı hakimdi. Adalet hak, hukuk babayiğit olanın ya da çok sayıda eli değnekli oğlu olanın dediğiydi. Bu süreçte din kurumu insanlığın imdadına yetişti: Öldürmeyeceksin, çalmayacaksın, zina etmeyeceksin… Bütün dinler benzer hükümler ortaya koydular. En dindar olanlar en iyi insan oldular. Herkes çocuğunu başı belaya girmesin ya da başkasının başına bela olmasın diye yetiştirme gayreti içine girdi. Devlet ya da devletimsi yapılar toplumun huzur ve düzeni için din ve din kurallarını hakim kıldılar. Din bütün sorunları çözüyordu. Anayasa da, yasa da dine dayalıydı ve din kurallarıydı. Eğitimin görevi dini öğretmek, adalet kurumunun görevi din kurallarına göre adalet dağıtmak, felsefe dini açıklama ve dine sorulan sorulara cevap vermek üzerine kuruluydu. Tarım toplumu böyle bir toplumdur. Ortaçağda adı bugünlere gelmiş ve çok şey borçlu olduğumuz Doğulu ve Batılı bilginler aynı zamanda din bilginiydiler. Öyle olmak zorundaydılar. Doğa bilginleri de öyleydi. Cebir’i kuran Cabir de, Algoritmayı kuran El Harezmi de, Genetiği kuran Mendel de…

İmamlar mı? Onlar da saygındı. İnsanlara insanlığı öğretene saygı duyulmaz mı? Belirtmek gerekir ki, imamlık şimdilerde olduğu gibi maaşlı bir meslek değildi. Sünniliklerde namaz kılmayı bilen herhangi bir Müslüman cemaatin önüne geçerek namaz kıldırırdı. İmamlık yapana ücret de verilmezdi. Sevap kazanılırdı, o da Allah’ın takdirindeydi. (Az sayıdaki büyük camiiler istisnadır ve orada görevli imam vardır. Onun hayatını sürdürmesi için de camii cemaati bağış toplardı. Aynı durum Alevilikte de vardı ve bugün bile Aleviler dedelere hakullah verirler, maaş verilmez.)

Türk-İslam bilginleri akıl ve uygarlık bayrağını göndere çektiler. İmancılarla çekiştiler ve kaybettiler. İmansız olduklarından değil, imancıların bilim ve felsefeyi sadece ilahiyat ile sınırlandırmaları yüzünden! İmancılar fizik, kimya, biyoloji, felsefe ve matematiği ilimden saymadılar (izleyicilerinin hala çekinceleri vardır). Bilimciler ilahiyatçılar karşısında kaybetti ve İslam dünyası bilimdeki öncülüğünü yitirdi. Akılcı-bilimcileri boğuldular. Neyse ki akılcı-bilimci İbni Rüşt gibiler aracılığıyla akılcılık Batı’ya aktarıldı. Batıda aklın saltanatını kuran Avrupalılar Türk-İslam bilginlerinin kitaplarını yüzlerce yıl okuyarak Aydınlanma devrimini yaparak Rönesans ve reform sonrasında Sanayi Devrimini yaptılar. (Geçmiş saltanatını sürdüren ve gelişmelere direnen papazlara, hahamlara hiç de iyi davranmadıklarını geçerken söylemiş olalım! Saygınlıkları, statüleri yerle bir oldu. Bilimsel devrimi kavradıktan ve itirazlarını kaldırdıktan sonra yeni yeni saygıdeğer oluyorlar.) Sanayileşme bilimin yol açtığı bir devrimdi. Bilimde ilerlediler, bilgiyle teknoloji ürettiler, Doğu’yu, İslam dünyasını bilimle yendiler.

Bizim Osmanlı’dan beri yaptığımız ıslahat ve devrimlerin amacı yeniden akılcı-bilimci olmaktır. Dini kendisine kalkan yapıp, çağdışı saltanatını sürdürenlerin kenara çekilmesini isteyince bunu zulüm diye anlayıp feryadı basıyorlar!

İslam dünyası halen akıl ve bilim karşıtı imancıların kontrolünde ve hali ortadadır. Doğulu akılcı-bilimciler çeşitli renkleriyle, cemaat ve gruplarıyla ilahiyat merkezli düşünenlerin baskısı altındadırlar.

Sorun şu ki, İslamcı tayfa eşitliği kabul etmiyor. Onlara göre burası İslam ülkesidir ve İslamcılar (Müslümanlar değil) ülkenin asıl sahibidir. Diğerleri köledir, haddini bilmeli, yaşayabildiklerine şükretmelidirler.  Eşit ilişkiyi kendilerine hakaret sayıyorlar. Üstelik kendileri yüzlerce yıl öncesinin İbni Filakesin öğüt ve değerlerine göre yaşamayı Müslümanlık sayıyor, ezberledikleri imam hatip ilmihaline uymayanları da Müslüman saymıyorlar. Bu deli gömleğini herkese giydirmek istiyorlar. Çağdışı davranışlarına karşı çıkınca, onlara yani İslama karşı çıktığınızı sanıyorlar. Güçlüyseler her türlü adaletsizlik ve ahlaksızlıkla farklı olanları yok ediyor, güçsüz iseler şımarıklıklarına “hayır” demekle onlara zulüm etmiş oluyorsunuz! İslamcının psikolojisi budur.

Zulme kim uğruyor? Allah aşkınıza bin yıllık zihinsel baskı yetmedi mi? Müslüman’a en büyük zulüm, Müslüman’ın aklına zincir vuran din esnafından kaynaklanmıyor mu? Müslüman toplumların hali nedir? Son birkaç yüzyılda ne icad ettik? Bol miktarda şeyhimiz, ilahiyatçımız, maaşlı imamımız var, peki, eczanede müslümanlara ait bir ilaç satılıyor mu? Kullandığınız araçlara bakın, hangisini müslümanlar geliştirmiştir? Ezcümle, zamanede dinden geçinen esnaf, Müslüman toplumların en büyük düşmanı haline gelmiştir.

You have no rights to post comments