Mutluluk ve mutsuzluk... İnsanların, uğrunda neler neler yaptığı bir ikilem. Mutlu olmak ister, olacağına inanır, çabalar, yıpranır ve mutsuz olur. Nedir bu mutluluk? Nedir insanların böylesine yakasına yapışıp da bırakmadığı, uğrunda nice zûlümler çektiği ve çektirdiği şey?
Herkesin kısa olduğu bir odada kimse kısa değildir. Aynı şekilde, herkesin uzun olduğu bir odada kimse uzun değildir. Zıtlıklardan biri yoksa diğeri de yoktur. Zıtlıklar, Hinduizm’den Zerdüştüğe ve hatta Rene Dekart’a kadar çeşitli kadim dinlerin, ahlâkçı felsefe okullarının ve klasik felsefecilerin vurguladığı bir konu olmuş. Sıcak ve soğuk; güzel ve çirkin; acı ve haz; ve elbette mutluluk ve mutsuzluk…
İnsanları mutsuz eden tek şey yanılgıdır. Bu yanılgı iki temel parçaya ayrılır; biri umut, diğeri ise mukayese.
“Doğuştan gelen tek yanılgı vardır. O da mutlu olmak için burada olduğumuzu sandığımızdır.”
- Artur Şopenhaur
Birinci etmen: Umut
İnsanlar, bir gün mutlu olabileceğine inanırlar. Dahası, mutluluğun varlığına inanırlar. Köklü dinlere ve ahlâkçı felsefelere gülüp geçerler, ama mutluluğun varlığına inanırlar. Mutluluk düşüncesi bir masaldan, mitolojiden veyahut bir bâtıl inaçtan farklı mıdır ki. Kimi gördük mutlu? Kimi duyduk? Nereye baksak hiçbir yerde mutlu bir insana rastlamazken, rastlayana da rastlamazken, noel babaya inanır gibi mutluluğa inanırız.
İkinci etmen: Mukayese
“Herkes mutlu”, “Millet eğleniyor”, “Falancalar oh ne rahat yaşıyor”, “Adam keyif çatıyor”, “Kıza bak! Zevkten kudurmuş.”
Bütün bu cümleler bizi mutsuz eder, çünkü başkalarının mutlu olduğunu zannederiz. Aynı deneyimleri yaşayamadığımız için kendimizi mutsuz, yani zavallı hissederiz. Hayır, “onlar” mutlu değiller! Sadece mutluymuş gibi tavır sergiliyorlar. Biz de onların tavırlarına, görünüşlerine aldanır ve “Başkaları mutlu, ben neden mutsuzum” deriz. Oysa kimse mutlu değildir. Buna inanmak çoğu zaman zor oluyor ama insanların mutlu olduğuna dair hiçbir temel bulunmamaktadır. Bilimsel yöntem, deney ve gözlemden bilgi ediniyorsa; gerek bizim gerek önceki kuşakların yaptıkları deney ve gözlemler, mutluluğun olmadığı bilgisini defalarca iletti bize. Kendimizde mutluluğun olmadığını hissederiz, ama başkasındaki mutluluğun olmayışını hissedemeyiz. O nedenle başkalarının mutlu görünüşü bizde kıskançlık yaratır. Halbuki, biz mutluluk deneyimine sahip olmadığımız gibi başkaları da böyle bir deneyime sahip değildir; çünkü böyle bir şey yoktur bile.
“Mutlu bir hayat olanaksızdır; insanın başarabileceği en iyi şey kahramanca bir hayattır.”
- Artur Şopenhaur
Gözümüzde canlandıralım: Bir dağın başındaki bir manastırda yaşıyoruz. Herkes hemcinsimiz ve manastırdaki herkes hayattan el etek çekmiş durumda. İnsanlar sadece manastır için gerekli işleri yapıyor; su getirmek, odun kırmak, vs. Kalan zamanlarını da ibadete ve dini çalışmalara harcıyorlar. Eğlence adına hiçbir şey yok. Herkes iffetli ve dindarca yaşıyor. Dünyada başka türlü yaşayan insanların olmadığını düşünelim. Bu durumda, yukarıdaki tahrik edici cümleler aklımıza bile gelmez. Bizi kışkırtacak bir şey olmadığı için de kendimizi birer zavallı gibi hissetmeyiz. Yani başkalarının mutlu olduğu yanılgısına kapılmayız. Dahası, kendimizi mutsuz hissetmeyiz. Mutluluğun var olmadığını fark edersek, mutsuz da olamayacağımızı fark ederiz. Dolayısıyla, sunî bir şey olan mutsuzluk düşüncesini kendimizden uzaklaştırarak, kendimizi birer bedbaht, zavallı, ezik, güçsüz, mağlup, aşağılık olarak hissetmeyiz.
Mutlu olmak için “mutluluğun sırrı” başlığı altında bir takım formüller verilir. “Mutluluğa giden 10 yol”, “Mutlu insanların kuralları”, vs. Hem de “Uzmanlara göre…” diye başlarlar cümleye. Demek mutluluğun uzmanları da varmış(!). “Mutluluk uzmanları”nın ileri sürdüğü maddelerin birini, bir kısmını, ve hatta tümünü yerine yetirmiş onca insan var. Geçmişte de olmuş, bugün de var. Ya basında görüyoruz böyle insanları ya da günlük hayatımızda. Ama görmediğimiz bir şey var; mutluluk. Mutluluk iksirini içmiş insanların yüzünde, hayatında, kalbinde mutluluk görmüyoruz. Ama o adamlara sorsanız kendilerini mutlu ilân ederler. Çünkü uzmanların iddia ettiği o güçlüklerin hepsine katlanmış, hepsinin üstesinden gelmiş, hayatını uğrunda harcamış, daha neler neler feda etmiş… Şimdi de kalkıp “Hayır, hâlâ mutsuzum” derse toplumun kendisine “budala” demesinden korkuyor. Dahası, toplumun ağzını sulandırmak ve toplumda yüksek bir yer edinmek hoşuna gidiyor. Yani, mutluluktan hiçbir eser olmasa da “Ben bunu başardım”, “Ben mutluyum” gibi sözler sarfedip, ona göre sunî tavırlar takınıp toplumun beğenisini kazanmak hoşuna gidiyor. Toplumun ilgisini çekiyor, beğenisini kazanıyor ve toplumda galip pozisyonunda olmanın hazzını deneyimlemek istiyor. Bu da ne anlama geliyor? “Uzmanlar haklıymış” dedirtiyor insanlara.
Mutluluk yoksa mutsuzluk da yoktur! Kendimizi mutsuz zannedip, kendimizi birer zavallı olarak görmemizin de akla uygun bir anlamı yok.
- Mutluluğa inanmak hayatımızı nasıl etkileyebilir?
İnsan, inancı doğrultusunda yaşar. Mutluluğun varlığına inanan, mutlu olmak için çaba sarfeder. Oysa, mutluluk olmadığı için hayal kırıklığına uğrayıp, daha da hırçınlaşarak, daha kurnaz, vahşi ve git gide vicdansız bir şekilde mutluluğun peşine düşer. Elde edemez ve daha da fazla ahlâksızca tavır ve davranışlar sergiler. Artık öyle bir safhaya gelir ki, çılgınca her şeyi yapar. Böyle bir şahıs, hem kendisini yıpratır hem de çevresindekilere zarar verir. İşin ilginç tarafı, böyle insanların, günlük hayatımızda karşılaştıklarımızın yüzde yüzünü oluşturuyor olması (istisnalar kaideyi bozmaz). Dünyanın hâli de böyle değil midir zaten?
- Mutluluğa inanmamak baştan teslim olmak değil midir?
Elbette öyledir. Noel babaya inanmamak ve böylece onun yeni yıl gecesi bize hediye getireceğine dair umut taşımamak gibi... Diğer bir deyişle, boş umut ve beklentilerle yaşamamaktır.
- Mutluluk denen bâtıl inançtan kurtulmak bize ne kazandırır?
Mutluluktan ümidini kesen sükûnet bulur. Mutluluğun peşinde koşan ise sükûnetten mahrum kalır. Tatminsizlik ve hayal kırıklığı onun peşini bırakmaz. Sükûnet bulanıysa, hayat, kolay kolay sarsamaz. Sarsılsa bile, o kişi, kolayca yıkılmaz. Öte yandan, mutluluğa inanan, beraberinde mutsuzluğa da inanmış olur. Mutluluğu deneyimleyemediğine göre de mutsuz olduğu hissine kapılır.
- Mutluluk uğrunda yılmadan savaşanın sonu ne olur?
Büyük bir hayal kırıklığı ve hüsrandan başka bir şey olmaz. Kendisine mutluluk bahşedeceğine inandığı bütün nesnelerin ve deneyimlerin peşinden koşar bir ömür boyu. Her seferinde yıkıma uğrayıp, sonunda o da mutluluktan ümidini keser, ama artık yaşlanmış, yıpranmış, ve hayatını neredeyse tümden harcamıştır. Sükûneti deneyimleyecek zamanı ve gücü pek kalmamış olur. Çoğunluk ise, mahvolmuş hayatlarının sonunda bile mutluluk hayalinin önünde hâlen birer dilenci gibi diz çöküp yakarışlar sunar. İşte zavallı böyleleridir, yoksa, mutluluğa inanmayanlar değil! Üstelik, bu mutluluk savaşçıları sadece kendilerini mahvetmekle kalmaz, çevrelerindeki insanların da hayatını zehir ederler. Hatta, güçlü mevkilerdelerse, büyük kitlelerin hayatını murdar ederler.
Yani yılmadan savaşmak, şeref sayılsa da işin aslı böyle değil. Çünkü neyin uğrunda savaştığına bağlı. Teröristler de yılmadan savaşırlar. Firavunlar(!), petrol uğrunda yılmadan savaşırlar. Ancak, onların savaşı onlara şeref getirmez. İnsan, doğasına uygun şeyler dışında, bütün savaşları boşuna verir. Nedir bu doğa? Evrenin karakteri! Doğa, bedenlerimizin hem dışındadır hem de içinde. Evren her yerde hazır ve nâzır olduğu için doğa da öyledir. O nedenle içsel doğa ile dışsal doğa arasında hiçbir ayrım ve çelişki de yoktur. Hatta, doğa, iç ve dış diye ayrılamaz bile, çünkü doğa birdir! Doğaya uygun savaş dışındaki bütün savaşlar şiddet ve vahşet doğurur. Nitekim, dünyanın hâli öyledir de.
“İnsan her zaman dışa döner, mutluluğun kendisinin dışında olduğunu düşünerek. Sonunda içe döner ve kaynağın, içinde olduğunu keşfeder.”
- Soren Kierkegaard
Bir insanın hayat görüşünü bilmek isterseniz, mutluluğu nasıl tanımladığını sorun...