Yollar, göz alabildiğine uzanan geniş tarlaların arasından akardı oraya giderken. Daracıktı. Bir de tarlaları rahatsız etmemek için de kıvrım kıvrım uzanırdı dağın eteklerine. “Yakın” olan bir “uzak”tı orası. Merkeze bir kurşun atımı kadardı mesafe belki ama “uzak”tı işte. Uzak kalmış, uzak tutulmuş belki de uzak kalmayı yeğlemişti.
Burada, büyük umutlarla büyük ideallerle başlamıştı öğretmenlik hayatı yeni gelen “kız çocuğu”nun. Öyle ya çocuktu daha. Fakülteyi yeni bitirmişti. Fakültede öğrendiği tüm teknikleri uygulayacaktı öğrencilere. Kendi elleriyle yoğuracaktı onları. Küçücük büyük “adam”lar yaratacaktı. Gittiği gün uğradığı hayal kırıklıklarından yılmayacaktı. Okul diye gösterilen bina bozmasının içinde küçücük odalara sınıf denmesi, üzerine kırmızı bez gerilmiş tahta parçalarının pano yerine geçmesi kabul edilebilir şeylerdi. Hem eğitimin ana öğesi öğrenci değil miydi? Okul eğitim-öğretime açılınca öğrenciyle şenlenebilirdi buralar. Yeni panolar hazırlanabilir, sınıflar düzenlenebilir, istenilen ortam yaratılabilirdi. Yeter ki kendindeki azim sönmesin, öğrencilerde o azmi uyandırabilsin.
Ama olmadı. Olamadı. Öğrenciler geldikten sonra hiçbir şey değişmedi. Bunun nedenini çok sorguladı kendi kendine. Zamanı var diyordu. Hem kendisi sihirli bir değnek değildi ki dokunduğu her şeyi değiştirebilsin. Önce sorunun nedenlerini aradı. Neydi bu köyün çocuklarını bu kadar isteksiz, bu kadar boşvermiş yapan? Neydi bu üzerine ölü toprağı serilme durumu? Ev ziyareti mi yapmalıydı? Yooo, ev ziyareti olmazdı. Çünkü öğrencisini açık yiyecek satan yerlerden yiyecek almama konusunda uyardığı için seyyar satıcı “Bu köyün yolundan sakın geçme! İyi olmaz senin için” demişti. Üstüne de eklemişti: “Ben dövmezsem söylerim mahalleli döver!” Bu laflardan sonra servisten inip servise binmekle yetinir olmuştu. Okul bahçesine çıkmak tehlikeliydi. Peki ne yapmalıydı? Velileri boşverip okul sonraları sosyal faaliyet yapmayı denedi bir süre. Olmadı. Veliler, okul çıkışında “Kız öğrenciler okulda ne yapıyor? Bu okulda kötü işler dönüyor.” diye dedikodu çıkarınca, olamadı. Üstelik okul müdürü de buna karşıydı. “Ne gereği var?” diyordu. “Buranın kaderi önceden çizilmiş, suyu bulandırmanın bir alemi yok.”
Suyu bulandıracaktı. İnsanlar bu kirli suda yüzmektense temiz sulara alışabilir, kimbilir belki nehirlere göllere, denizlere ulaşabilirdi. Kafasından bir çözüm yolu geçiyordu. Bu insanlar açtı. Karınları toktu belki ama bilginin ve bilmenin tadı sadece ağızlarına çalınmış, sonrası getirilmemişti. Bilgiye ulaşma yolları olarak televizyondan başka bir şey bilmiyorlardı. İnternetin örümcek ağı gibi hızlı ve yoğun ilerleyen yayılımı buraya ulaşmamıştı. Çoğunluğu köy dışına çıkmamıştı. Deniz kentinde yaşadıkları halde denizi görmeyen çocuklar vardı. Şehirdeki tiyatrolardan, sinemalardan haberleri olmuyordu. Neden olsundu ki? Kim düşünsündü burayı? Niye düşünsündü? “Kitap” ile hiç tanışmamışlardı örneğin. İlköğretim birinci kademe öğrencileri sadece okuma yazmayı öğrenmek için öğretmen tarafından zorunlu tutulan kitapları okumuşlardı. Belki kitabın tadına varırlarsa gelecek yıllar içinde düzelme olabilir miydi? Kitap toplama kampanyaları, Milli Eğitim’den kitap isteme fasılları, yeni kitaplar satın alma yollarına gidildi. Tam bir şeyler yolunda gitmeye başladı ki….Olmadı, küçük kız çocuğu başka bir yere atandı. Gitti. Küçük “büyük” adamlardan birinin şu sözlerini ardında bırakarak: “Siz DE mi gidiyorsunuz?”