Kavramların anlamları tam ve doğru anlaşılmayıp, diğer kavramlarla ilgi ve ilişkisi açıklığa kavuşmadıkça doğru düşünmek, düşündüğünü ifade etmek ve başkalarıyla anlaşmak imkânsızdır. Eğitim de bu kavramlardan biridir. Eğitimin anlamını sanırım yeterince ortaya koyamıyoruz.
Eğitim bilimci Selahattin Ertürk eğitimi “davranış değişikliği” olarak ezberleteli beri eğitimi anlamaz, terbiyeyi anlatamaz olduk. Eğitim, odun gibi bir nesneyi eğip bükmek olarak anlaşılıyor. Oysa eğitim, eğmek, bükmek, davranış değiştirmek değil kültürlemektir. Eğitim, müthiş bir öğrenme ve bilgi depolama kapasitesine sahip olan insan yavrusunu, insanlığa ait kültürü edindirerek insan yapmak demektir.
Kültür nedir? İnsanın ürettiği her şey. Dil, alet, nezaket, akıl, duygu, teknoloji, adap, görgü, kişilik… Öyleyse eğitim kültürlemek, o da insanlamak, insanlaştırmak demektir. İnsanlaşmak ne mi? Bunun buraya sığmayacak kadar uzun bir cevabı vardır.
Üzerinde duracağımız kavram “eğitim” kavramıdır. Medyada siyaset ve magazinden sonra en çok konuşulan konudur. Eğitim bilimcilerden politikacılara, velilerden çeşitli aydınlara kadar herkes bu konuda bir şeyler söylemiş, kütüphaneler dolusu kitap yazılmıştır. Sonuçta eğitim sorunları çözüleceğine büsbütün artmıştır. Sorunların artışı konunun üzerinde düşünüldüğünden değil, eğitimin dirik, canlı bir süreç olmasından, öğretmen, öğrenci ve çağın değişmesinden ve daha iyiyi aramaktan kaynaklanmaktadır.
İçeriğini tam ve doğru anlatamadığımız kavramlar yüzünden okulla çevre aynı dili konuşmamaya başlamıştır. Sözlüklere göre eğitim ve terbiye eşanlamlı kelimelerdir. Ama terbiye ve eğitimi eşanlamlı olarak kullanmıyoruz artık. Anlamları farklılaşmış. Veliler eğitimden okuldaki kitabi bilgilerin öğrencilere yüklenmesini anlıyorlar. Veliler eğitimin okulda, terbiyenin evde verileceği kanaatine ulaşmışlardır. Neden acaba? Halbuki evde de okulda da aynı şeyin (eğitim veya terbiye) verilmesi, bunların birbirini desteklemesi gerekir. Eğitim ve terbiye kavramlarındaki anlam farkını şuradan da çıkarabiliriz: “Terbiyesiz olmak” aşağılayıcı bir söz olarak anlaşılırken, “eğitimsiz olmak” pek de aşağılayıcı değil. Kuramsal bilgiyi yüklemek eğitimle özdeşleşirken, terbiye açıkta kalmıştır. Terbiye; görgü, davranım, toplumsal değerleri benimseme anlamlarını içerir. Bu yüzden birisine “terbiyesiz” dediğimizde gösterdiği tepkiyi ona “eğitimsiz” dediğimizde göstermez. Çünkü eğitimsiz dediğimizde ona okulda ezberletilenleri ezberlememiş denildiğini düşünüyor ve önemsemiyor. Oysa “terbiyesizlik” ilkel, kaba, görgüsüz, istenmeyen kişi anlamlarına bürünüyor, toplumdan dışlanma tehdidi içeriyor, bu yüzden kişi terbiyesiz olarak bilinmek istemiyor. Bu yanlış algılama çocuğun okul eğitimiyle aile eğitimini bağımsızlaştırmış, ayırmıştır. Eğitimin, dolayısıyla kişinin, kişiliğin bütünlüğü ortadan kalkmıştır. Okullar karakter ve değerler eğitimi vermeyi bırakmış gibi görünüyor!
Tam da okullar açılırken eğitimciler hakkında birkaç değinide bulunmak istiyorum. Eğitim hizmetinden yararlananlar Cumhuriyet döneminde sayısal olarak büyük artış göstermesine karşın, her zaman yüksek bir nitelik tutturulamamıştır. Bunun nedenleri arasında körü körüne uygulanan Batıcı eğitim politikaları, mali kaynakların yetersizliği, kalitesiz öğretmenler, öğretmen-veli ilişkileri, ikili öğretim ve daha bin bir sorun sıralanabilir.
Köy Enstitülerinde öğretmen adaylarına eğitimsel yeterlik yanında meslek bilinci ve meslek ahlakı, öğretmenlik ideali gibi nitelikler de kazandırılıyordu. Son dönemde yetiştirdiğimiz öğretmenlere bunların bazılarını yeterince kazandıramadığımızı gözlüyoruz. Öğretmenlerimiz alınmasın, öğretmen dostuyuz, acı söylemek bize düşer. Zamane öğretmeni KPSS derdinden yeterli formasyonu tutturamamakta, bir şekilde atandıktan sonra da eleği duvara asmaktadır. Öğretmenlerimizin bazıları, istisnaları elbette var, öğretmen değil “eski devrin memuru” olmaya başladılar.
Eğitim yöneticilerimiz ve öğretmenlerimizin adına “memur zihniyeti” denilen bir anlayışı üzerlerinden atamadıklarını üzülerek gözlemliyoruz. Bu anlayış, bürokratik formaliteleri yerine getiren, üstlerinin kölesi, astlarının zalimi, “ne eli işte, ne eli boşta’yı ve “salla başını al maaşını” ilke edinmiş bir anlayıştır. Bu anlayıştakiler üstlerine her şeyin yolunda olduğunu anlatır, ast ve hizmet sunması gerekenlerden ise hizmet ve itaat bekler. Kendilerini hizmet eden değil, hizmet edilmesi gereken kişiler olarak algılarlar, çünkü onlar memurdur! Oysa eğitim hizmet sektörü içinde yer alır. Öğretmen, öğrenci ve velisini esnafça bir yorumla “veli-i nimet” olarak görmelidir; onlar sayesinde geçimlerini sağlamaktadırlar. Müdürler, öğretmenlerin en iyi çalışmayı yapabilmeleri için ellerini doğrultmak yerine itaat beklemeleri de bu zihniyet yüzündendir. Müdürün öğretmene, öğretmenin öğrencisine hizmetkâr olması ile eğitimciye duyulması gereken saygı çelişmez. Yönetici ve öğretmen bilgi, hikmet ve ahlakıyla saygı uyandırır. Hizmet işini iyi yapması onun saygıdeğerliğini azaltmaz, tersine artırır. Anlayış değişmeden hizmetin niteliği değişmez.
Öğretmenlik çok yönlü bir uzmanlık mesleğidir. Öğretmenliğin bilim ve teknik yönlerinden başka bir de sanat yönü vardır. Formaliteciler sanat yapamazlar. Kaldı ki, öğretmenin işi, öğrencilerini yetişmiş bireyler olarak kültürleyerek hayata hazırlamaktır. “Memurluk” yapan öğretmen sözde eğittiği çocukları geleceğe yeterince hazırlayamaz, onların hayat denilen kişiler arası ve uluslararası yarışa çok gerilerden başlamalarına sebep olurlar.
Son zamanlarda eğitimle ilgili olan çoğu kimse okulların eğitimden çok teorik bilgi denilen kitabî bigileri yüklemeye ağırlık verdiği görüşünde birleşiyor. Okullarımız da iyice buna inat dersaneler gibi “yarışma sınavlarında test nasıl doldurulur”u öğretmeye odaklanmış görünüyor. Bu durum elbette sistemden kaynaklanan bir sorun ama bu gidiş iyi bir gidiş değildir. Okulun görevi genci hayata hazırlamaktır. Öğrenci hayatta neleri bilmesi gerekiyorsa okul onları öğretmelidir. Bir matematik öğretmeni şöyle diyor: Öğrencilere problem soruyorum, doğru çözüyorlar. "Problem neyi soruyor, neyin cevabını buldunuz, bana açıklayın" diyorum, açıklayamıyorlar! Nasıl bir ezberdir bu? Çözümü biliyor ama hayatta karşılaşacağı aynı problemleri çözemeyecek! Böyle bir eğitim beyhude bir çabadır.
Okul eğitimi ile aile ve sokak eğitimi ayrı ayrı şeyler değildir. Çocuk eğitiminde öğretmenler sadece okulda, aile sadece evde ilgi gösterir ve çocuğu diğer durumlarda görmezden gelirse, çocuk tutarlı bir kişilik geliştiremez. Okul, aile ve sokak eğitimi birbirini desteklemelidir. Öğretmen çocuğun evde ve sokaktaki hallerini, aile çocuğun okul ve sokaktaki hallerini bilmeli ve tutarlı davranmalı, çocuktan tutarlı davranışlar beklemelidir.
Eğitimde okul gerçekten önemlidir ama sanıldığı gibi elinde sihirli bir gücü de yoktur. Kısıtlı zaman, araç-gereç eksikliği, kendini geliştirmeyen öğretmenler, ilgisiz-bilgisiz veliler kaliteyi düşürmeye yetiyor. İkili öğretim zaman kısıtlılığını yaratan önemli bir etkendir. İlköğretim düzeyinde bir bir okulu ele alacak olursak çocuğun günde beş saati okulda, yaklaşık sekiz saati uykuda ve onbir saati aile ve mahalle gibi çevrede geçmektedir. Ülkemizde bir yılda ortalama 180 eğitim işgünü vardır. Okulun eğitime açık olduğu sürenin 900 saati okulda, uyku hariç, 4.940 saati okuldan uzakta, aile, akraba ve komşularının oluşturduğu ortamlarda geçiyor demektir.
En ülküsel eğitimin okul, aile ve çevrenin işbirliğiyle sağlanan eğitim olduğunu biliyoruz. Çocuklarımızı bu yakın çevre içinde yeterince eğitebiliyor muyuz? Gerektiğinde kendimizin ve komşuların çocuklarını eğitebilmek için çabalıyor, en azından onlara örnek olabiliyor muyuz?