Bu yazıda; değinildiğine hemen hiç rastlamadığım bir konuyu; bilhassa şu son, Türkiye Kupası için karşı karşıya gelen iki büyük takımımızın yaptıkları maç çerçevesinde çizilmek istenen “ayağa kalkmış Türkiye” tablosu, keza maç sonrası, birbirleriyle yok,“Biz size, beş çektik”, yok “Asıl biz size şu tarihte altı çekmiştik” diye ekranlarda, acaip bir el ense edebiyatı ile sözüm ona şakalaşan, medyanın, sakallı bıyıklı koca koca aydınları olarak nam eylemiş, taifesinin çizdikleri afallatıcı resim itibariyle, okurla paylaşmayı diliyorum.

Milân’la Liverpool arasında yeni olarak, İstanbul’da oynanan “kupa maçı” ise, ne denli fiyakalı bir maç olmuş olursa olsun, son toplamda, burada dikkate getireceğim kaygıları, hele bu takımların holiganlarının İstanbul sokaklarında tanık olduğumuz, herhalde ruh bilimciler ile toplum psikologları açısından benzersiz bir laboratuvar görünümde olan fanatizmalarını izleyince, korkarım, iyice pekiştiriyor.

Elli Yıl Önce, Galatasaray Lisesi İlkokulu’nda...

1951’de, altı yaşında bir çocuk olarak, Galatasaray Lisesi’nin, Ortaköy’deki İlkokulu’na yatılı olarak başlamamla beraber... Hele o günün, adları ülkemizin de sınırlarını aşmaya koyulmuş, bir kısmı esasen lisemizden ağabeylerimiz olan futbolcularını; revirimizin arkasındaki minik sahamıza, idman yapmaya geldiklerinde, izlemeye başladıktan sonra... Onlarla, başta da  onların taşıdıkları, güzel okulumun ana binasının Boğaz sularına bakan alnında olduğu kadar, benim lâcivert ceketimin göğsünde, keza biryantinle taranmış saçlarımın üstüne, hafif yana, hafif de arkaya yatırarak giydiğim kepimin önünde, yer alan...  Bizlerin, kıpkırmızı bir “G” ve altın sarısı bir “S” ile simgelediğimiz, sarı kırmızı formayla, özdeşlik kurmam,bir oluverdiydi.

Pazarları; o zamanlar, şimdiki büyük televizyonlar kadar kocaman, radyodan, Galatasaray’ın maçlarını, soluğum kesilerek dinler; Kaleci Turgay Şeren’in kurtardığı gollere, sanki onunla beraber, heyecanla uzanır; kalemize giren gollere, sanki onunla beraber hüzünlenirdim. Metin Oktay’ın, karşı kaleye attığı gollere, onunla yan yanaymışım gibi, ışıltılar içinde sevinir, kaçırdığı gollere ise, onunla berabermişimcesine, burulurdum. Takımı, belki ezberden sayamazdım ama, oyuncular sankibizim ailenin büyük çocuklarıydı. Sevgili Turgay Şeren de işte, neticede biz İlkokul 1’de idiyken, bizden bir yıldız kadar uzakta olmakla beraber, “Lise son sınıf”ta, yani 12. Sınıf’taydı, zaten...

Mahalle arkadaşım, üç yıl kadar önce toprağa verdiğimiz, Tersane Emekçisi Biricik Mehmet Ali Ernas, Fenerbahçeli’ydi.Mahalle’de, çocuklar olarak kurduğumuz, bir takımımız vardı. Ben kaleciydim, Mehmet Ali santrafor; bayağı iyi top oynardı. Onunla içtiğimiz su, ayrı gitmezdi. Ama o Fenerbahçeli’ydi, ben Galatasaraylı’ydım. Galatasaray yenildiği zaman benim ağzımı bıçak açmazdı; Fenerbahçe yenildiği zaman, onun ağzını...

Galatasaray, Fenerbahçe karşı karşıya oynayıp da Galatasaray kaybetmişse, o beni kızdırırdı; Fenerbahçe kaybetmişse, ben onu kızdırırdım. Arada futbol oldu mu, ikimizin de, zıtlaşmaya sıkışan sevinçleriyle üzüntüleri, bayağı şiddetli geçiyordu.

Yenilen takımın taraftarı, o veya ben, takımımızın geçmişteki başarılarından medet ummaya sarılır... O güne kadar kim kime daha çok galip gelmiş, yahut kim kime daha çok gol atmış, her ne ise, o başarılardan ama doğru ama yanlış, hafıza cephaneliklerimizde hazır bulundurduğumuz, acaip ansiklopedik bilgileri şakırdatarak, ya da bir sonraki maçta takımımızın ötekinin hakkından, ne biçim geleceğini, en çizgi roman motiflerle süsleye süsleye savlayıp, efelenerek böbürlenir, kendi kendimizi, öylece avutmakla kalmayıp, bir de ebedi bir zafer düzleminde buluverirdik.

İlkokuldaki ön yıllarda, Pazar günü benim için zaten bir cehennem azabı sayılırdı. Pazartesi günü çünkü, bir hafta boyunca gecelerimin geçeceği, uzaktaki yatılı okuluma gideceğim gündü. Bir tarafta işte, soba ve çamaşırlar, öbür tarafta kapağını henüz kaldırmadığım, böyle olunca da, karamsarlığıma karamsarlık katan, neredeyse boyumdan büyük bir çanta dolusudefterlerim, kitaplarım... Nutkum tutulur, boğazım biteviye düğümlenir gibi olurdu. Üstüne üstlük bir de Galatasaray yenilmişse, “banko Pazar azabına”, bir de yenilgi işkencesi eklenirdi.

Bu duyguyu içimden atmam için, birkaç yıla ihtiyacım oldu. Öyle sanıyorum ki, ilkokulu bitirmeden, çocuksu ve illetli bir“takım taraftarlığından”, çıktım.

Evet, hele amatör bir takım sevgisi ve bilinci, kuşkusuz hoştu. Ama ilerideki yıllarda daha da belirginleşecek şekliyle, teknik direktöründen oyuncusuna, tüm özneleri, neresi daha cazipse oradan oraya, başka başka takımlara koşturan, içinde birkorkuluk bile olmayan, soyut, bomboş bir forma ile, salt bir renk fetişizmine kapılıp... Bugün benim takımımda olarak attığı gollerle ayağa fırlayacağım, yarınlarda ise karşıt bir takıma kaçmış olarak benim takımımın kalesine atacağı gollerden dolayı yas tutacağım, milyon dolarlık bacakların afyonlu hipnozunda devinmek, her halde pek hoş olmasa gerekti.

İlkokuldan sonra, Beyoğlu’ndaki lisemize gittiğimizde de... Yanda Beyoğlu Hamamı ile, yan yana dizilmiş değişik değişik evlerdeki cilveli kızlara bakan, okulumuzun “top sahasında”, buraya zaman zaman idmana gelen “Şampiyon Galatasaray”ıizlemekten, büyük keyif aldığımı; takımla, hemen bütün arkadaşlarım gibi, kendimi o zamanlar hâlâ daha, bir miktar özdeşleştiregitmekte olduğumu, saklamayacağım. (Biricik Büyüğümüz, Mümaz Sosyal gibi ise, Beşiktaşlı hiç olmadım!.. Bu konuyu onunla hiç konuşamadım, ama kimbilir belki o da, aramızda rahat şöyle bir onbeş yıl olmasına, dolayısıyla benim gözüme takılan olumsuzlukların, o sıralar onbes yıl kadar daha gerilerde filizlenme evresinde olmasına karşın, üstün zekâsı ile dikkate getirdiğim sıkıntıların benzerlerini yaşayıp, Lise’de, hiç kuşkusuz, ona çok pahalıya patlamış olsa da, hinliğine, Beşiktaş meftunluğunu, öne çekiyordu.)

Şu var ki, Galatasaray Kulübü, bizim Biricik Ocağımız, Lisemizi’in bir parçası olarak doğmuş… Böylesi bir çerçevede baş bir örnek olarak Turgay Şeren Galatasaray dışında hiç bir takımın formasını, aynı bir çizgide, baş diğer bir örnek olarak Lefter Küçükanonyadis Fenerbahçe dışında hiç bir takımın formasını, zinhar giymiyorlar… Profesyonelliklerine rağmen, kendilerine sunulan ne ise, sanki onunla yetinmeye çok çok amade, özde gerçek birer amatörler… Hemen bütün takımlara, onların oyuncularına, hakim ruh, bu…

Yine de, lise yıllarımda, konu gündeme hiç geliyor olmasa da, Sevgili Galatasaray ya da bir başkası… Takımları, çalıştırırıcılarından oyuncularına, “profesyonel kimlikleri” ile görebiliyor ve ona göre tavır geliştirebiliyordum.

Örtülü Siyaset ve Gayet Profesyonel Ticaret Odakları…

Bugün durum, iyice üst bir düzlemde olarak, artık çok belirgin. Ama nedense çok ilginçtir, hâlâ daha hemen hiç konuşulmuyor.

Bir takımın teknik direktörü, dediğim gibi, bakıyorsunuz, bir sonraki sezon, bir başka takımı çalıştırmak üzere, yüklü meblâğlarla transfer edilmiş. Bir as oyuncu, o takım senin, bu takım benim derken, yurt içinde yurt dışında dolanıp duruyor… Tabii çok büyük paralar ediniyor… Ayrıca bunda, benim açımdan yadırganacak bir veçhe yok.

Ne var ki, işte takımları, bir önceki evrede ondan gol yiyince üzülen taraftarlar, bu sefer, kendi takımlarında yer alır almaz ona, sanki doğduğunda bu yana kendi takımlarının forması ile yatıp kalkmakta imiş gibi, acaip alkış tutuyor… Ya da tersi, bir önceki sezon bağırlarına bastıkları, yere göğe sığdıramadıkları oyuncu, bir bakıyorsunuz bu kez rakip bir takımın santraforu olmuş; takımlarının bu kez ondan yediği gollere, üzülüp duruyorlar.

Amatörlükten eser yok… Olması gerekiyor demiyorum… Ama taraftarlar, habire, içlerinde kimler oynarsa oynasın, oyuncuların, göğüslerinde, şortlarında kimin reklamı yer alırsa alsın, soyut formalara ve onların renklerine kilitlenmiş bir vaziyette, kendilerinden geçmeye devam ediyorlar.

Maç, hele güzel bir maç izlemenin, taraftar olmanın, günlük gailelerden sıyrılmak amacıyla, stadyumlara kaçıp, buralarda boşalmanın, ya da güzel bir maçı televizyondan, hatta radyodan izlemenin, elbette hoş yanları var.

Spor etkinlikleri bizi birbirimize yaklaştırmanın, iki kelâm olsun, yarenlik yapmanın, öndeki bir aracı… Aidiyet geliştirmek de, abartılara savrulmaktan kaçınılabiliyorsa, hoş tabii… En üst bir aidiyet milli takımda simgelenen, ulusal aidiyet… Ulusal dayanışma ruhunu canlandırdığında, elbette ne hoş…

Ben de milli takım tur atlayınca, hemen herbirimiz gibi çok seviniyorum; birkaç yıl önce Dünya Üçüncülüğü’ne bile, ancak içim basılarak rıza gösterebiliyordum.

Nedir ki… Katiyen eleştirmek için söylüyor değilim… Ayrıca kimseyi kastederek söylüyor da değilim… Ama milyonları mıknatıslayan söz konusu süreçlerin arkasında, yalnız Türkiye’de değil, dünyanın hemen her yerinde, son toplamda “örtülü siyaset ve gayet profesyonel ticaret odaklarının” bulunduğunu görmemiz, gayet yerinde olacaktır.

Şimdilerde hemen bütün stadyumaların altları, yanları, boy boy alış veriş merkezleri haline gelmiş durumda. Eskilerdeki, seyyar köftecilerin, lâhmacuncuların, minik turşucuların, ne denli albenili olursa olsun, yine de en kocamanı yarım metrekarelik tezgâha sığışmış, minik işportacıların, yerini şimdi, üst düzeyde örgütlü ticaret ve menfaat odakları almış bulunuyor.

Alsın, bunda bir olumsuzluk yok. Nedir ki, taraftar da, biraz gözünü açsın ve görsün bunu.

Böylesi bir çerçevede, bilhassa gençliğin, hipnoza gelmiş olarak, milyon dolarlık servetlere konmasına yaradığı üç beş sporcunun marifetlerini izlemekten ibaret bir “spor histerisine”, mahkûm olmaktan çıkartılması gerekliliği, sağlıklı bir bakış biçiminin yapılanması açısından öne çıkıyor.

Yoksulluğun had safhaya tırmanmış olmasıyla birlikte, kulüplerin (sıcak siyasetteki görüntüleri hiç aratmayan bir çizgide), bir kumanya, bir de biletle donanmış, haldur huldur oradan oraya dolaştırıldığı malum, bindirilmiş müfrezelerine ilişkin dram bir tarafa…  O, ya da bu, bir çift rengin mıknatıs oltasına gelen bilhassa genç kitle açısından, önemli olan, kulüp kodamanlarının figüranı gibi, hababam, kör kör parmağım gözüne, kocaman kocaman alış veriş merkezlerinin odağı özelliğine gitgide daha çok getirilen stadyumlara tıkılınca, muti holiganlar olarak, avaz çıktığı kadar bağırıp, boşalmak değil(arada folklorik bir boyutta, o da olsun, ayrıca dediğim gibi, işte “hoş” ama); esas olan, düzenli ve dengeli bir hayat için, sporu, beden ve ruh sağlığının vazgeçilmez bir aracı sayan, çağdaş yaklaşımların gereklerini varedebilmektir.

“Kır-mı-zı, Be-yaz, En Bü-yük, Tür-ki-ye”

Meşrubat Firması’nın Derdi Değil ki Türkiye!.. Daha Çok Satış Yapmak, Onun Derdi…

Türkiye olarak, ön aldığımız birkaç yıl önceki Dünya Kupası sürerken, bir bakıyoruz, bizde de oldukça iyi satan, okyanus aşırı bir meşrubat firması, reklâmlarında, “milli takımımızın resmî içeceği” olduğunu ileri sürerek, satış arttırmayı hedefliyor.

Bu firmanın, kendi memleketlisi rakibi ise, o da, bizde yine oldukça iyi satan, tenekesinin renkleri “kırmız beyaz” olanürününün, reklâmlarında, “kır-mı-zı, be-yaz, en bü-yük, Tür-ki-ye” diye bağıran, tribün tezahüratı motifi ile, satış arttırmayı hedefliyor.

Bu beni; hele içinde, ürün tanıtma ve pazarlamaya dönük derin bir saygı içinde ifade ediyorum, çift yanlı olarak üzüyor.

Birincisi, burada söz konusu firmalar, bence hadlerini çok aşarak milli simgelerimizi ve milli duygularımızı (istismar ediyorlar demeyeceğim ama), kullanıyorlar ve buna bir biçimde muhakkak “dur” denmesi gerekiyor.

İkincisi, işte esas, buna tav olabilecek, süreç içinde, öyle ya da böyle, “taraftar” olarak mıknatıslanmış, kalıplanmış, bir bakıma korumasız, milyonlar var ortada…

Bir diğer husus ise, Dünya Kupası’nın da (ayrıca, gayet normal değil mi, ama bilincinde olmamız önem taşıyor), ticaret odaklarına dönük, gayet iştahla kurgulanmış bir mekanizma olarak gündeme geliyor olması…

Bugün de aynı resimleri izlemekteyiz.

Meşrubat firmasının derdi değil ki, “Türk Milli Takımı’nın resmî içeceği” olmak, ya da olmamak; daha çok satış yapmak, onun derdi.

Rakip, öteki firmanın da hiç derdi değil “Türkiye’nin en bü-yük” olması ya da olmaması; onun derdi de daha çok satış yapmak ve memleketlisi rakip firmaya, Türkiye pazarını tümüyle kaptırmamak, bu pazardan olabildiğince büyük bir payı alabilmek…

Dünya Kupası’nın yansıtması özlenecek, uluslararası amatör ve barışçıl ruh da kimsenin esas olarak umurunda değil; o zeminin, satışları arttıracak olması; işte esas bu, önemlisi…

Bütün bunlar eşyanın tabiatında… Hoş olmayan, bunları göremeden, milyonların, böylesi reklâmların etki alanına girebiliyor olması… Ya da sokulmak üzere, fevkalâde ciddi, modern muharebe mekanizmalarının yürürlüğe konması…

Dev firmaların kendi aralarındaki ticaret savaşları… Onlarla yığınlar arasında neredeyse kimse fark etmeden tasarlanıp, sahnelenen, müthiş psikolojik harpler…

Güçler eğer bir bütünse; “Savunma”, “savunma sanayii” derken, fiili silâh üretimi alanındaki mesai ve nihai ürünlerin; sözünü ettiğim ticaret savaşları ve psikolojik harplerin yanında, herhalde, buzdağının su üstünde görünen kısmından ibaret kaldığını, görmemiz, gayet yerinde olacaktır.

“Spor” Esas Olarak, Şampiyon Olup, Onu Unutmak İçin Olmamalı… Bütün Bir Yaşamı Daha Dengeli, Daha Güçlü Geçirmek Üzere Yapılmalı.

Çocuklarımız, bırakın koca bir yaşam boyunca sürüklenecek olmayı bir tarafa, keşke olabilse, daha ilkokulu bitirmeden“fanatik” olmaktan, çıkabilmeli; ortadaki gayet profesyonel odakların ne olduğunu idrak etmede, yeterli desteği ve eğitimi alabilmelidirler.

Son bir söz de, paha biçilmez bacaklar, şampiyonlar için söylemek istiyorum. Onlardan birçoğu, sahalardan, minderlerden, havuzlardan ayrıldıktan kısa bir süre sonra, bir bakıyorsunuz, göbeklenmeye koyulmuşlar; boyunlar şişip, omuzların üzerine göçmeye başlamış; sporu sanki hiç yapmamışçasına unutmaya başlamışlar. Gerçekten çok yazık; çünkü, spor esas olarak zirveye çıktıktan sonra, onu unutmak için olmamalı; bütün bir yaşamı daha dengeli, daha güçlü geçirmek üzere yapılmalı. Bazılarımız, bedensel üstünlükleri dolayısıyla, sporu paraya, evet çevirebileceklerdir; ama onu eğer bir yaşam biçimine dönüştürmede, bir acz sergiliyorlarsa; bunda da kökte, ciddi bir eğitim ve kültür arızası var demektir.

Spor, gitgide daha yaygın kitlelerin, kendimizi geliştirmenin ötesinde, dinlendirmenin, onarmanın, yenilemenin, bir aracıolmada yol kattetikçe, herhalde tirbünlerdeki kalabalıklar ve tezahüratlar ufak ufak azalacaktır; milyon dolarlık bacakların fiatları da düşecektir…

Olsun!.. Dünya’yı ne kadar berrak görürsek, yaşamı o kadar mutlu kılabiliriz…

You have no rights to post comments