Bu yazı “Tarihten Dersler” adlı kitabı tanıtmak niyetiyle işe başlanmış ancak onun etrafında oluşan düşüncelerle şekillenmiştir. Böylece kitap tanıtım yazısının ötesine geçmiş ve bu metin ortaya çıkmıştır. “Tarihten Dersler” adlı kitap, Will ve Ariel Durant tarafından yazılmış, Prof. Dr. Bozkurt Güvenç tarafından dilimize çevrilmiş ve 1992 yılında Cem yayınevi tarafından basılıp yayınlanmıştır.

Will Durant 1885’te doğmuş, 1981’de ölmüştür. Felsefeye ilgi duymuş ve felsefe doktoru olmuş. Ancak zamanla insanlığın öyküsüne yani tarihe merak sarmış. Düşündüğü araştırmayı yapmak için büyük miktarda paraya ihtiyacı olduğunu anlamış. 1926 yılında “Felsefenin Öyküsü” adlı bir kitap yazmış. Beklenmedik bir ilgi gören kitap iki milyon adet satılmış. Kitabın geliri hem Durant ailesini geçindirmeye, hem dünyayı gezmeye hem de yeni kitaplar almaya yetecek düzeydedir. Durant üniversiteden ayrılarak hayatının amacına ulaşmaya çalışır. 11 ciltlik “Uygarlığın Öyküsü”nü yayınlar. Kızıyla birlikte yaptığı araştırmaların sonunda kenara çekilir ve bütün bu araştırmalardan ne öğrendiğini düşünür. Bilgelik eseri olarak küçük boyutlu bir kitap daha yayınlar. İşte o kitap “Tarihten Dersler”dir. Aşağıda bu kitabın konuları ve beni alıp başka düşüncelere götürme serüvenini okuyacaksınız. Durantlardan o kadar çok alıntı yaptım ki, ayrıca kaynak belirtmeye gerek duymadan onun ifadelerini tırnak işareti içinde yazdığımı söylemekle yetineyim.

 

GİRİZGÂH

Tarih çeşitli biçimlerde tanımlanmaktadır. Tanımlar tanımı yapanın tarih felsefelerine göre değişebilmektedir. Duverger’ye göre; tarih diyalektik hareket halinde bulunan sosyal gerçekliktir; sosyal gerçekliğin kesiksiz oluşumudur (akt. Çağlayan 1978:7). Aynı kaynakta tarih amaç olarak insanın kendisini, dolayısıyla yeteneğini tanımasını, yöntem olarak kanıtların ortaya çıkarılması ve belirli bir yaklaşımla yorumlanmasını benimseyen, toplumsal bir varlık olan insanın geçmişteki davranış ve çabalarıyla ilgili bir bilim dalıdır (Çağlayan 1978: 38).

Okul ders kitaplarında ise geçmişteki insanların yaşayışlarını, eserlerini ve kurdukları medeniyetleri ve yaşanan olayları yer ve zaman göstererek anlatan bilim dalıdır.

Tarih geçip gitmiş kralların acıklı öyküsü değildir. İnsanlığın bugünkü uygarlığı hangi koşullarda yarattıklarının hangi acılı deneyimlerden geçtiklerinin öyküsü olmalıdır. Bugünü anlamamıza yarayacak, inanç ve politikalarımızı yönlendirecek, toplumu istenmeyen sürprizlerden sakınacak, değişmenin sürekliliğini ve kaçınılmazlığını ortaya koyacak sonuçları çıkarmamıza yardım etmelidir. Geçmişte yapılan hataların insanlar tarafından tekrar edilmesini engelleyici olmalıdır. Bunun için:

  1. -Tarih, bireylere bir tarih bilinci vermeli
  2. -Ulusal tarih bilgisi edindirmeli
  3. -İnsanlı tarihi bilgisi edindirmeli
  4. -Tarihsel düşünme yeteneği kazandırmalıdır.

“Geçmişe ait bilgilerimiz, güvenilmez ya da şüpheli kanıtlara ve önyargılı yazarların tarihlerine dayandırılmış, dinî inançlar ve millî duygularla çarpıtılmış olabileceği gibi, çoğu kez eksiktir de. Durantlara göre “tarihin büyük bölümü tahmin (yorum) geri kalanı ise önyargıdır”.

“İnsan dediğimiz varlık evrensel zamanın sadece bir anı, dünyanın geçici konuğu, türünün bir zerresi, ırkının kalemaşısı, beden, akıl ve kişiliğinin bileşkesi, aile ve toplumun üyesi, inanç yolunun yolcusu ya da sorgulayıcısı, ekonominin işçisi, devletin yurttaşı, ordunun savaşçısı olduğuna göre bütün bu tarihsel olguları inceleyen günümüz bilim ve sanatlarına insanoğlunun yolunu, yazgısını ve doğasını sorabiliriz.” Alacağımız yanıtlar tarihten bize derstir.

 

1- TARİH VE ANA KUCAĞI (COĞRAFYA)

İnsan belli bir evren içinde yaşar. Kafamızın evreni her ne kadar bizim kişisel evrenimiz ise de, bilimin söylediklerine bakılırsa, şimdiki bilgilerimize göre sınırsız bir evren içinde yaşamaktayız. Bu sınırsızlığın içinde insan çok küçüktür. Öyleyse” ilk dersimiz alçakgönüllü olmayı öğrenmektir”.

“Tarih doğaya bağlıdır.” Coğrafya tarihin baba ocağıdır. Doğa da her şey gibi sürekli değişmekte, yenilenmektedir. Bu değişiklikler insanın önüne yeni sorunlar çıkarmaktadır. Çölleşme, erozyon, buzullaşma, ozon tabakasının yırtılması… Türkistan’daki Baykal civarı gibi topraklar çölleşmektedir.

Dünyanın ilk oluşumundan sonra yeryüzünde bugünkü insana benzeyen iki yaratık daha yaşamaktaydı. Bunlardan biri doğa annesi ne derse onu yapıyor ve böylece yaşamını sürdüreceğine inanıyordu. Diğeri ise (ki, benim dedem olur) isyankârdı. Kendisi doğaya uyacağına, doğanın kendisine uymasını istemeye başladı. Çelimsiz haliyle ayağa kalktı ve ellerini kullanmaya başladı. Ellerini kullandıkça beyni gelişti. Bu iki yaratıktan biri hala ağaçlara tırmanırken, diğeri uzaya tırmanmaya başlamıştır.

İnsanın uzaya tırmanıncaya kadar çok uğraşması gerekmiştir. Bugün insanlık 20 yaşının gençliği içindeyse de, daha bebekken tabiat anaya muhtaçtı. Bu yüzden ırmak boylarına, iklimi uygun yerlere yerleşti, bu yüzden tabiat anası ona kızdıkça onda tapılacak şeyler buldu. Tabiat anadan korktuğu için diğer insanlarla yaşamaya çalıştı ve alıştı. Karnını kolay doyurabilecek yerleri mekan tuttu. Zamanla elbiseyi icat etti, ateşi keşfetti, silahlandı, barajlar, fabrikalar ve uçaklar yaptı. Her buluşundan sonra uygarlık haritasını değiştirdi. Örneğin uçağı bulduktan sonra ticaret yolları nehir ve denizlere bağlı olmaktan çıktı. Teknoloji geliştikçe özgürleşti ve tabiat ananın etkisi azaldı. Tarihi kendisi yapıyor.

Artık annesine değil, kendi yarattıklarına tapınmaya başladı. Son zamanlarda annesine de çok saygısızca davranıyor. Hala ona muhtaç olduğunu unutarak!

 

2- BİYOLOJİ VE TARİH

İnsanın bütün çabaları ve başarıları, ekonomik alandaki yarışmalarımız, uygun eş bulma oyunlarımız, açlığımız, sevgimiz, üzüntümüz, savaşlarımız tarihin konusudur. Bu yüzden biyolojinin yasaları tarihin temel dersleridir.

Yaşamın bir yarışma olduğu gerçeği tarihin ilk ve en önemli biyoloji dersidir. “Besin bollaşınca barışa, kıtlık dönemlerindeyse savaşa dayalı bir hayat ve rekabet yolu vardır.” Bu Darwin’e göre bir doğal ayıklanmadır. Ayıklanma ikinci derstir. Sosyal Darvinizme gönderme yapmak gerekmez ama güçlü olanların, sürdürülebilir bir güç edinenlerin ayakta kaldığı tarihin derslerinin ilk konusudur.

“Hayvanlar birbirlerini korkusuzca ve hiç tiksinmeden yerler. Uygar insanlar da öyle. Ama hukuk devletinin yönetimi altında ve yasalara uygun olarak.” Bizler eşit ve özgür olarak doğmadık. Aş, eş ve iş için süregelen yarışmada kimi kazanır, kimi kaybeder. Kalıtımsal eşitsizlikler uygarlığın karmaşıklığı ile gelişir, toplumsal ve yapay eşitsizliklere yol açar. Bütün buluşlar güçlüler tarafından yapılır, böylece daha da güçlü olurlar.

Durantlara göre doğa, yarattığımız ütopyalardaki özgürlük ve eşitlik çiftine gülüyor olmalı. Çünkü “özgürlük ve eşitlik doğuştan düşman kardeşlerdir. Birisi egemen olunca öteki siliniyor”. Eşitsizliği denetim altına almak istediğimizde, özgürlükten ödün vermemiz gerekiyor. İnsanlar özgür kalınca da eşitsizlikler hızla artıyor. Liberalizm ve sosyalizmin temel çelişkileri işte buradan kaynaklanır. Liberalizm ve sosyalizmin sentezi olan, üçüncü yol Kemalizmin önemi de burada ortaya çıkıyor.

Biyolojinin üçüncü Tarih dersi; yaşamın sürekliliğidir. “Nüfusu hızla artan grup ya da toplumlar geleceğe hâkim olurlar.” Nüfus çok hızlı artarsa, salgın hastalıklar ve savaş yoluyla dengelenir.  Yaşam düzeyinin yükselmesine koşut olarak, ortalama evlenme yaşı da küçüldü ve nüfus ya azalmaya başladı, ya da yerinde saymaya. Günümüz Avrupası yaşlı insanların oluşturduğu toplumlar haline gelmeye başlamıştır.

“Tıp, çevrecilik ve toplumsal yardım örgütleri doğal ayıklanma yoluyla gidecek olan güçsüzlerin yaşamını sürdürmelerini sağlayarak nüfus dengesini bozmaktadır.” Bunun yanı sıra doğum kontrol yöntemlerinin kullanılması da etkendir.   Ancak “doğum kontrol yöntemini daha çok aydınların ve iyi eğitilmişlerin kullandığı görülmektedir”. Çeşitli din ve mezhepler doğum kontrol yöntemine karşı çıkmaktadırlar. Müslümanlarda ve Hıristiyan Katoliklerde olduğu gibi. Fransa, İsviçre ve Almanya’da Katolikler güçlenmeye başlamışlardır. Calvin ve Luther’in ülkeleri gelecekte Katolikliğin denetimi altına girebilir. Bu bir komedidir ancak ‘’Tarih zaten bir gülmece ustasıdır’’.

 

3- IRKLAR VE TARİH

"Uygarlığı yaratan siyasal kurumlar ya da yönetim biçimleri değildir. “Uygarlık monarşik Mısır ve demokratik Atina gibi çelişik yönetimler altında gelişebilmiştir.” 19. Yüzyılda Avrupa’da ortaya çıkan ırkçılık, kendi kuramsal temellerini de oluşturarak (Hitler Almanya’sında olduğu gibi) iktidara gelir.

Uygarlığı yapan ırk değildir. Bunu eğitim sistemi ırkçı esaslara dayanan ülkelerin de kabul etmeleri gerekmektedir. İnsanları birbirine yakınlaştırmak gerek. Dil, giysi, ahlak, din, gelenek gibi ayrılıkları gidermenin eğitimden başka çözümü yoktur. Bazı kavim ve toplumların tarihteki etkisi ya da etkisizliği coğrafya ve eğitim ile ilgilidir.

Tarih bilinci, uygarlığın işbirliği ile elde edilmiş bir ürün olduğunu bütün insanların uygarlığa katkıda bulunduğunu, onun ortak sınırımız ve borcumuz olduğunu; uygar bir insanın ne kadar yalın ve yoksul olursa olsun, her insanı yaratıcı bir toplumun (kültürün) eseri olarak saymakla ancak kendini kanıtlayacağını gösteriyor.

 

4- İNSAN DOĞASI VE TARİH

“Toplum adını verdiğimiz varlık, ilkeler, ülküler üstüne değil, insan doğası üzerine kuruludur. İnsanın temel eğilimleri ve duyguları olarak tanımlayabiliriz.” İnsan içgüdüleriyle doğar. Bu içgüdülerin görevi, bireyi, aileyi, toplumu ve insan türünü koruyup sakınmaktır.

İnsanın doğası tarih boyunca fazlaca değişmemiştir. Araç ve gereçler değişirken niyet ve amaçlar büyük ölçüde aynı kalmıştır. “Tarih boyunca evrim çoğunlukla, biyolojik alanda değil, sosyal alanda görülmüştür.” Toplumsal evrim gelenekçilikle yenilikçiliğin mücadelesinin sonucu ya da ortak ürünüdür.

Tarihin itici gücü olan akıl, bozguncu ve yıkıcı da olabilir. Nice akıllı ve bilgili olursa olsun, kimse toplumun kurum ve geleneklerini güvenle yargılayacak bir kavrayış düzeyine gelemez. O düzeye, tarih laboratuvarında yüzyıllar boyunca denenmiş kuşakların ortak bilgeliği ile ulaşılabilir. “Öyleyse değişmeye karşı koyan tutucular, değişmeyi öneren devrimciler kadar gerekli, tutarlı ve değerlidir.” Buna rağmen yeniliğe karşı olan düşüncelerin, cesaret değirmeninde öğütülüp irdelenmesi de gereklidir. Yaşlının gence direnmesi, gencin de yaşlıyı sınayıp zorlaması verimli, yararlı bir yoldur. Bu çekişmeden evrimin çekici gücü, gizil fakat gerekli bir birlik ve hareket doğar.

 

5- AHLÂK, TÖRE VE TARİH

"Her çağın yükselen değeri farklıdır."

Zorlayıcı yaptırımlara dayanan yasalara karşılık, ahlâk kuralları toplumun üyelerini genel düzen ve güvenliğe saygılı ve uyumlu davranmaya çağırır. Yasa zorlayıcı, ahlâk ise özendiricidir.

Ahlâk kuralları göreceli ve değişiktir. İlkçağ insanının savaşa (öldürmeye) hazır olması gerekiyordu. “Belki de her günah bir zamanlar sevaptı. Her yeni çağ yeni erdemler yaratır, eskileri günaha dönüştürür.” Tarım toplumları insanın güçlü kollarına önem verdi. Savaşlar ve yaşam koşulları erkek sayısını azaltıyordu. Kalan erkekler de birkaç kadınla birden evlenerek onlara anne olma şansı veriyor, nüfus artışına katkıda bulunuyorlardı. Erkeklerin bu fedakârlığına kadınlar da fedakârlıkla karşılık veriyordu. Kızlar erken evlenmek, çok çocuk yapmak zorunda kaldılar. Kızlar için bakirelik büyük önem kazandı. Tekeşlilik ve yüksek doğum oranı tarım toplumunun ahlâkı oldu.

Sanayi Devrimi, Avrupa ve Amerika’da ahlâkî üst yapıyı ve ekonomik temelleri değiştirdi. Evlenme yaşı büyüdü, kadınlar kurtarıldı. Doğum kontrol araçları yaygınlaştı. “Deney tüpünün bilimsel yetkisi, rahibin ahlâkî yetkisini geride bıraktı. Üretimin makineleşmesi maddeci felsefelere yol açtı. Yaygınlaşan laik eğitim, dinlerin kutsal kaynağı ile ilgili kuşkuları güçlendirdi.” Dine dayanan bir ahlâk anlayışının, dinsel inancın sarsılmasıyla insanları nasıl ahlâksız yaptığı görüldü.

“Günah ve ahlâk bunalımı her çağda görülmüştür.” Fahişelik insanlığın en yaşlı ve onurlu mesleği olma “onurunu” korumaktadır. Kumar her çağda vardı. Yolsuzluk ve rüşvet şimdilerde eskisinden daha azdır. “İnsanoğlu Tanrı’nın on emrine asla itaat etmedi.”

“Savaş ve politikanın kana bulanmış yüzü, yoksulluk, zina, cinayet ve intiharlar arkasında, düzenli ailelerin sadık eşleri, iyi kalpli kadın ve erkekler, çocuklarını seven ana babalar yer alır.” Onların iyilikleri insanın erdemlerinin gelişmesine yol açmış ve geleceğe güvenle bakmamıza sebep olmuştur.

Yüzyılımızdaki ahlâk bunalımı belki de tarım toplumu temelini yitirmiş, endüstri temelini henüz kuramamış, yeni bir ahlâk düzenine doğru ağır aksak bir geçiş aşamasında olmamızdan kaynaklanıyor. “Koyu dincilerin saldığı korkulardan kurtulmak, kendimize ve başkalarına zarar vermeden hayatın sevincini yaşamak ne güzel!”

 

6- DİN VE TARİH

Umudunu yitirene, acı çekene, yoksula, yaşlıya, her türlü maddi yardımdan daha etkili gelen, huzur sağlayan dindir. “Umutların yitirilmesi sınıf çatışmalarını körükler. Din zayıflarsa komünizm gelir.” Dinin bir “afyon” olduğunu söyleyenler de bunu biliyorlardı herhalde. Türkiye’de 12 Eylül dikta yönetimi altında toplumun dinselleştirilmesinin altında da Soğuk Savaş döneminin oligarşisinin komünizmin gelmesiyle servetlerinin ellerinden alınacağı korkusu yok muydu?

ABD bunun bilincinde olarak komünizme karşı mücadelede kullanmak için Ortadoğu ülkelerinin başına kökten dinciliği musallat etmiştir. Şimdilerde ise (belki de) bunun sıkıntısı çekilmektedir.

“Dinin egemen olduğu ortaçağlar boyunca zevk sefa düşkünlüğü, sarhoşluk, yolsuzluk, kaba kuvvet ve işkence yaygındı.” Yine de din bilgeleri ortamı bir miktar yatıştırabilmiştir. Dinî gerekçeler bularak diri diri insan yakmak (ihrak-i binnar) sıradan bir durumdu. Sanayi devrimi, dinsel kurumlar yerine laik kurumları yerleştirdi. Din görevlisinin aklına bağımlı olan, onun caiz bulduklarını yapan insanın yerini kendi aklını kullanan, din adamına pek de danışmayan (aydınlanma felsefesi) insan tipi ortaya çıktı. Eğitim anlayışının değişmesiyle; “polisten başka kimseden korkmayan gençleri, akıl yoluyla evcilleştirmeye çalışan öğretmenler” önem kazandı. Dinsel öğretim yerini, milliyetçi ve ideolojik öğretime bıraktı.

“Dinin dokuz canlı olduğu, kolay ölmediği ya da ölüp ölüp dirildiği gerçeği tarihten alınacak önemli bir derstir.” Din günümüzde eskiye nazaran zayıflamıştır. Ancak ahlâkî çöküş ve umutsuzluk dinin yeniden güçlenmesine yardımcı olabilir. Dünyada yoksulluk oldukça Tanrılar da olacaktır.

Bu aşamaya geldikten sonra insanın kendi aklını kullanmaması kendi ayıbı olacaktır. Din, insanlara gerekli olabilir ancak doğası gereği değişmez, katı kuralları olması gerekir. Tarihten alınacak derslerden biri de şudur: "Günümüzün insanı din adına hareket ettiğini söyleyenlerin toplumsal yaşam biçimlerini düzenlemesine izin vermemelidir." İnsanlar kendi yaşama biçimlerini (bu inançlarına dayalı da olabilir) kendileri belirlemelidir. Dinsel bir ideolojiye mensup olanlar kendi kafalarında oluşturdukları ve "din budur" diye dayattığı "ideal dinsel yaşama biçimi" aslında dine, çağa ve topluma uygun olmayabilir. Din üzerinden "birilerince" topluma dayatılan tek tip yaşama biçimi birçok topluma huzur getirmemiş, farklı algılayışı olan insanları boğmuştur.

Tarih göstermiştir ki; din egemenliği elinde tuttuğu dönemlerde, insan aklına hep ket vurmuş, bilimi engellemiştir. Galileo bunun en bilinen örneğidir. İslam toplumlarında İbni Sina, Farabi ve İbni Rüşt zındık olarak görülmüş, toplumdan dışlanmıştır. İbni Rüşt Endülüs’teki medresesinde “benim dersimde ayetler kanıt yerine ileri sürülemez” demişti. Din, kendi yüce yeri olan insanın gönlünde ve benliğinde yaşamalıdır. Laiklik bunu sağlayan en iyi buluştur. Laiklik, düşünce özgürlüğünün tam kendisidir.

 

7- EKONOMİ VE TARİH

Marksçı kurama göre tarih, ekonomik bir eylemdir: Bireyler, sınıflar, toplumlar ve devletler arasındaki besin, hammadde, yakıt ve iktidar savaşımları, siyasi yapılar, din ve kültürel yaratıların hepsi ekonomik gerçeklerden kaynaklanır. Sanayi Devrimi, demokrasiyi, feminizmi, doğum kontrolünü, sosyalizmi, dinlerin çöküşünü, ahlâkın gevşemesini doğurmuştur.

Tarihin ekonomik yorumu pek çok olayı daha iyi açıklamaktadır. Tarihteki pek çok olay hangi kılıfa sokulursa sokulsun, ekonomik nedenlerden kaynaklanmıştır. Haçlı seferleri ve Amerika’nın keşfi bunların ilk akla gelenleridir.

Geçmişin deneyimleri gösteriyor ki, bireyleri ve grupları üretime yöneltmek için, her ekonomik sistem kâr motifine dayanmak zorundadır. Kölecilik, polis denetimi, ideolojik pekiştirme, verimsiz, geçici ve pahalı seçeneklerdir.

Zenginliklerin belli ellerde toplanması, zenginlerle yoksullar arasındaki uçurumun büyümesi daima toplumsal çalkantılara yol açmıştır. Sonuçta büyük pasta daima el değiştirmiştir.

Belli ellerde toplanması kaçınılmaz olan varlık, belli aralıklarla, sert ya da barışçı yöntemlerle yeniden dağıtılmaktadır. Bu bağlamda seçimleri serveti dağıtanın (hükümetin) barışçı yolla belirlenmesi, siyasi partileri de servet talep eden kesimlerin mücadelesi olarak yorumlayabiliriz. Ekonomik tarih, toplumun yavaş atan nabzına benzetilebilir.

 

8- SOSYALİZM VE TARİH

Toplanan varlığın yeniden dağıtılması için sosyalizmin kapitalizme karşı savaşımı tarih boyunca sürmüştür. “Kapitalistlerin elbette yararlı hizmetleri olmuştur: Tarımın ve sanayinin makineleşmesi, dağıtım sürecinin akılcı ilkelere bağlanması, mal akışının hızlanması onların başarılarıdır.”

Ancak bütün bunlar ekonomi tarihinde güçlerin kötüye kullanılması, iş hileleri, haksız kazanç konusundaki şikâyetler ve isyanların nedenlerini açıklamaya yetmez.

“Çoğu ülkelerde yüzyıllar boyu süren sosyalizm denemeleri görülmüştür. Sümer ekonomisi devletçi sosyalist bir ekonomi idi. Mısır Ptolemi döneminde bütün ticareti devletçi olarak düzenlemişti. Büyük uygarlıklar yaratıldı. Zamanla işler gevşedi. Firavunlar döneminde devlet pahalı savaşlar, içki ve eğlence düşkünlüğü yaşandı. Devlet yönetimi halkın ekmeğine göz dikmiş kimselerin eline geçti. Yönetime katılamayan halk isyan etti. Benzer sosyalist uygulamalar Roma ve Çin’de de yaşandı.”

“Tarihin kaydettiği en uzun ömürlü sosyalizm Peru’da İnkalar tarafından 13. Yüzyılda kurulmuş ve 300 yıla yakın sürmüştür.” Yine Güney Amerika’da Cizvit papazlarının kurduğu ve sosyalist düşüncenin ütopik yapısından kurtularak bilimsel nitelik kazanmasına neden olan Uruguay örneği yaşanmıştır. Benzer sosyalist uygulamalar Avrupa’nın çeşitli bölgelerinde de yaşanmıştır. Spartaküs’ün destansı mücadelesi unutulmamıştır.

Bizim tarihimizde de sosyalist düşünce ortaya çıkmış, belli bir kitle desteğini de arkasına alarak önemli yol kat etmiş olmasına, yerel bazı uygulamalar göstermesine karşın iktidarı ele geçirememiştir. Azerbaycan’da Babek hala filmlere konu olmaktadır. Simavna Kadısı Şeyh Bedreddin’in önderliğinde gelişen hareketin felsefesini (tartışmalı olmakla beraber) Nazım Hikmet şöyle şiirleştirmişti:

“Hep bir ağızdan türküleri söyleyip,

Hep beraber sulardan çekmek ağı.

Demiri oya gibi işleyip hep beraber,

Hep beraber sürebilmek toprağı;

Ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,

Yârin yanağından gayri

Her şeyde, her yerde, hep beraber

Hep beraber demek için…

1370 yıllarından sonra gelişen sosyalist karakterli bu düşünce Ege ve Balkan bölgelerinde Osmanlı Devleti’nin iç karışıklıklarından da yararlanarak yayılmış (Fetret devri), Devlete egemen olan Çelebi Mehmet tarafından kanlı bir şekilde (40 bine yakın ölü!) bastırılmış, Şeyh Bedreddin idam edilmiştir (1420).

Modern anlamda Bilimsel Sosyalizm 1917’de Rusya’da uygulanmaya başladı. Durantlara göre Rusya sosyalizminin uzun yaşamasının nedeni “savaş ekonomisine” dayanıyor olmasıydı. "Savaş korkusu olduğu için sistem çökemiyordu" (s. 67). Ancak sistem günümüzde çökmüş bulunmaktadır. Bu çöküşü sosyalizmin değil, Sovyet modelinin çöküşü olarak anlamak gerekir. Sosyalizmin kapitalizme yönelttiği eleştiriler giderilmedikçe, insanlar arasındaki adil olmayan eşitsizlikler ve sömürü sürdükçe, sosyalist düşünce insanların yolunu aydınlatacak ve ezilenlerin umudu, sömürgenlerin korkusu olmaya devam edecektir. Kısa çöp uzun çöpten hakkını alacak ve komşusu aç iken tok yatan bizden değildir söylemi Müslümanlık düşüncesinde eşitlik vurgusu yapması bakımında çok önemlidir.  Kapitalizm “yedikçe acıkan canavar” olma özelliğini yitirinceye kadar sosyalizm ülküsü sürecek gibi görünüyor.

Okul, doktor, hastane, ilaç ücretsiz. Enflasyon ve işsizlik sıfır. Mutlak olmasa bile toplumda bir eşitlik var. Herkes eşitlenmiş koşullarda zekâ, yetenek ve çabası kadar istediği konuma yükselebiliyor! 1990'a kadar sosyalist ülkeler hemen hemen böyleydi. Kapitalist sistemden çok daha insancaydı. Tabii ki kusurları vardı. Ama çöküş gösteriyor ki insanların bir miktar rahatsız olması, diğerleriyle rekabete girmesi gerekiyor. Rahat ve huzurlu olan birisinin başka ihtiyacı yok ki, neden daha çok istesin? Yine de insanlık daha insanca olanı aramaya devam edecek!

 

9- DEVLET VE TARİH

İnsanlardaki özgürlük aşkı kimi davranışların sınırlanmasını zorunlu kılıyor. Düzenin sağlanması ve korunması, hükmetmenin en başta gelen sorumluluğu olmuştur. Kaba kuvvetten doğacak sakıncaların tek güvencesi, örgütlü bir merkezi gücün varlığıdır. Adaletli bir devlet olmayınca “gücü yeten yetene barbarlığı” ortaya çıkmaktadır. Devlet adalet için vardır. Adaleti sağlamıyorsa devlete gerek kalmaz. Adaleti devletin tesis etmediği toplumlarda kargaşa eksik olmaz. “Adalet mülkün (devletin) temelidir.” derken bunu demiş oluyoruz.

“Yönetim biçimlerini karşılaştırdığımızda krallığın yanında demokrasi ve henüz çok genç ve süreksiz bir deneme olarak görünmektedir. Platon’a göre siyasi evrim sırasıyla; krallık, aristokrasi, demokrasi ve diktatörlük evrelerini izler.” Bu çizgi tarihin çeşitli dönemlerinde tekrar tekrar yaşanmıştır.

Devletin büyük çoğunluğunu “oligarşi” adı verilen azınlıklar yönetir: Bu oligarşi aristokrasilerde soylular, teokrasilerde din görevlileri, demokrasilerde ise varlıklılardır.

Tarih devrimleri bazen haklı görür. Kimi örnek olaylarda, örneğin 1923 Türkiye’sinde olduğu gibi yıpranmış ve yenilenme gücünü yitirmiş kurumların yıkılması gerekir. Ama öte yandan, “Tarihin temel derslerinden biri de başarılı devrimcilerin devirdikleri güçlerin yöntem ve tekniklerini kullandıkları” dersidir.

“Tek gerçek devrim, aklın aydınlanması, kişiliğin gelişmesi; gerçek kurtuluş bireyin kurtuluşudur. Tek gerçek devrimciler de felsefecilerle ermişlerdir.” Atatürk topluma bu yolu açmıştır. Sanayi Devriminin (modernleşmeyi) ülkemizde gerçekleşmesinde en fazla etkili olan liderdir. Bu dersi almak da bizim özel bir görevimiz olmalıdır.

Öteki yönetim biçimleriyle karşılaştırılınca, demokrasinin daha az günah, daha çok sevap işlediği görülmektedir. Çörçil’in deyişiyle “en iyi ikinci yönetim biçimi demokrasidir. Birincisi yoktur ve olacaksa o da demokrasi sayesinde olacaktır.” İnsanlığa bir arkadaşlık ruhu veren, günah ve kusurları aşıp umut ve yaşama sevinci kazandıran demokrasidir.

Düşünceye, akla, bilime ve atılıma gelişme özgürlüğünü tanıyan yine demokrasidir. Demokrasi, ayrıcalık ve sınıf duvarlarını yıktığı gibi, her kuşaktaki ortalama yetenek düzeyini de yükseltmiştir. Eski Atina ve Roma’nın yaratıcı uygarlığı, günümüz Amerikan ve Batı ülkelerinin halkının büyük çoğunluğuna eşi görülmedik bolluk, başarı ve olanaklar kazandıran demokrasidir.

Eğitimin yaygınlaştırılması ve süresinin uzaması da demokrasinin kazandırdığı nimetlerdir. Eğer eğitimde fırsat eşitliği sağlanabilirse demokrasi gerçekleşebilir. Ülkemiz bu konuda epey yol almasına karşın yeterli sayılamaz. “Hak, Tanrının ve doğanın insana armağanı değil, iyi olan her şeye herkesin sahip olma ayrıcalığıdır.”

 

10- SAVAŞ VE …

İnsanlar savaşı yarışma ve doğal seçilimin hayatta kalmanın en son çaresi olarak görmüşlerdir. Yazılı tarihin toplam 3421 yılından yalnızca 28’i savaşsız geçmiştir. Fikirlerin, buluşların, kurum ve devletlerin en güçlü kaynağı da savaştır. Barış ise ancak çok üstün bir caydırıcı güç ya da kuvvetler eşitliği ile sağlanan geçici ve kararsız bir dengedir.

Bireylerin özsaygısı yaşam savaşına canlılık katar. Devletlerarası alanda ulusçuluk ise diplomasiye ve savaşa destek olur. Savaş tehlikesiyle karşılaşan ulusal devletler bir yandan düşmana karşı bir nefret kampanyası yürütürken, öte yandan içeride barış türküleri söylerler.

20. yüzyıla kadar insanlar savaşırken birbirlerinin uygarlığına saygı gösterirlerdi. Ancak yüzyılımızda iletişim ve ulaşım araçlarıyla kitle imha silahlarının gelişmesi, propaganda gücünün artması, devletlerin geleneksel savaşını halkların ölüm kalım savaşına çevirdi. Zaferler artık toptan yok etmeyle kazanılır oldu.

“Savaş felsefecileri savaşın aslında o kadar kötü bir şey olmadığı görüşünü savunuyorlar. Eğer er-geç öleceksek (trafik kazalarında öleceğimize) neden yurdumuz için yiğitçe çarpışırken zafer rüyası içinde ölmeyelim!”

Tarihte de uzak görüşlü olmak en gerçek bilgeliktir. Tarihten alınacak bir ders de bireylerin kendi aralarında uyguladıkları “sana nasıl davranılmasını istiyorsan, sen de başkalarına öyle davran” kuralını devletlerarası ilişkilere taşımaktır.

“Savaş konusunda bilinmesi gereken bir şey de barışın centilmenlik yoluyla değil, süper güçlerin dayatmalarıyla sağlanacağı tezidir.” Tarihte Pax Romana, Pax Ottomana ve günümüzde “yeni dünya düzeni” denilen Amerikan barışı böyle sağlanmıştır!

Başka dünyalar bizi tehdit etmeden görülen odur ki dünya halkları birleşemeyecek, kavgaları sürüp gidecektir. Birleşmiş Milletler gibi iyi niyetli kuruluşların amaçlarını gerçekleştiremeyecekleri ortaya çıkmıştır.

 

11- GELİŞME VE YOZLAŞMA

“Uygarlık, kültürel gelişmeyi sağlayan toplumsal düzendir. Uygarlık; hukuk, ahlâk ve geleneklerle sağlanan siyaset, üretim ve alışverişin sürekliliği ile beslenen ekonomik bir düzendir. Fikir ve sanat, görgü ve edebiyatın yeşermesi, sınanması ve gelişmesi için gerekli özgürlüklerle gerçekleşen kültürel bir yaratı, narin bir yapıdır.”

“Geleceğin geçmiş gibi olacağı, tarihin kendisini tekrarlayacağı kesin değildir. Gelecekte belki de yeni kurumlar, bulgular, buluş ve hatalar akılcı akımların yörüngesini sarsacak, eskiye başkaldıran yeni kuşaklar asi gençlikten tutucu yaşlılığa doğru yol alacaklar. Ahlâk kurallarındaki gevşemeler insanları korkutacaktır.”

“Başarı ile sonuçlanan bir ulusal sınav, eğer zafer kazanan ulusu tümüyle tüketmemişse, ulusun moralini ve düzeyini yükseltir, onun sorun çözme gücünü de artırır.”

Grup ya da uygarlık gerilediği zaman, ortak bir kişiliğin yetmezliği ile değil, siyasi önderlerin ve aydınların değişme ve gelişme sorunları karşısındaki başarısızlığı yüzünden çöker. (Nedense aklıma günümüz Türkiye’si gelmektedir!) Çok çeşitli kaynaklardan çıkan güçlükler ya yinelenerek, ya da üst üste birikerek yıkıcı bir sınıra ulaşabilir.

Yozlaşmayı düşünürken, gelişen bir ekonomide, eşitsizlik de büyüdüğü için toplum kendini kültürel bir azınlık ile kültür ve sanattan yoksun ve bu eksikliğini kapatamayan bir çoğunluğa bölünmüş olabilir (arabesk). Çoğunluk büyüdükçe azınlık üzerinde fren etkisi yapmaya başlar.

“Eğitim yaygınlaştıkça, teknolojiler güvenilirliğini yitirir. Yaşam ve düşünceler giderek laikleşir. Dinsel açıklama ve korkular geçerliliğini yitirir. Kutsal kaynaklı denetim yaptırımları zayıflar.” Uygarlıklar insan türünün çocukları, kuşaklarıdır. Nasıl hayat ölüme direnirse, yaşlı kültür de mirasını yıllar, yollar ve denizler ötesinde yavrularına bırakır.

 

12- EVRİM GERÇEĞİ

Tarihi çağlar boyunca insanın doğasında elle tutulur bir değişme olmadığına göre acaba “ilerleme” anlamında bir evrimden söz edebilir miyiz? Etmeliyiz. Ağaçta ya da mağarada yaşayan bir atanın torunu olan ben, apartmanda yaşamakta ve insan olmanın onur ve keyfini sürebilmekteyim. Teknolojideki gelişmeler hayatımızı kolaylaştırmakla kalmamış, bazı yönlerimizi, tutumlarımızı da değiştirmiştir. Yaşamın hızlanması sinirlerimizi olumsuz etkilemektedir.

“İlerleme insanın çevresini etkili olarak “kontrol etmesi” ya da çevreyle uyum içinde yaşamasıdır. Batılı inançlar, gericilik, dini bağnazlık, bazı yerel direnmelere rağmen ortadan kaldırılmak üzeredir. Bunlar yerine akıl ve bilimi egemen kılan, besinleri bollaştıran, rahatlık ve eğlence fırsatı sağlayan bir teknoloji yaratmış bulunmaktayız.”

Uygarlığımızı daha da geliştirmek için eğitimi olay, tarih ve ayrıntı ile kafa şişiren bir bilgi birikimi olarak değil, akıl, ahlâk, teknik ve estetik mirasımızın aktarılması ve tartışılması süreci olarak görmeliyiz. İnsanlığın ortak kültür mirasının bir bütün olarak aktarılması dünya kültürünü daha da zenginleştirecektir.

Tarihi, yalnızca gelişmekteki hata ve kusurlardan değil, yaratıcı ruhların özendirici bir hatırlanması olarak dünyayı ferah bir aydınlıklar ülkesi haline getirmek için öğrenmeliyiz. Tarih geçmişi anmak için değil, geleceği kurmak için gereklidir.

 

KAYNAKLAR

Arsel, İlhan. 1992. Biz Profesörler. Üçüncü baskı. İnkılap Yay. İstanbul.

Berkes, Niyazi. 1978. Türkiye’de Çağdaşlaşma. Doğu-Batı Yayınları. İstanbul.

Çağlayan, Yaşar. 1978. Tarih Öğrenimine Başlangıç. İstanbul.

Durant, Will ve Ariel. 1992. Tarihten Dersler. (Çev. Bozkurt Güvenç). Cem Yayınları. İstanbul.

Hançerlioğlu, Orhan. 1977. Düşünce Tarihi. Remzi Kitabevi. İstanbul.

Russell, Bertrand. 1990. Din ile Bilim. Say yayınları. İstanbul.

Sarıca, Murat. 1987. Siyasi Düşünce Tarihi. Beşinci Baskı. Gerçek Yayınları. İstanbul.

  •  

You have no rights to post comments