Bir hocayım... Düşüncemi, onu dilde, en iyi hangi sözcük karşılayacaksa, onunla anlatmayı seçerim... Bu çerçevede, Türkçe konuşurken, yabancı sözcük kullanmamaya özen gösteririm…

Atatürk’e, hayranlık duyanlardanım… Onu siyaseten tartışmam; çünkü o, Cumhuriyet’in simgesidir. Ancak bilimsel olarak tartışmayacağım, hiç bir şey yoktur… Buna, bize gösterdiği yolda, Gazi’nin dedikleri de dahildir… Cumhuriyet'i, bize emanet eden o değil mi? Tartışmazsam zaten, özümseyemem ki...

Sorunum, hiç bir biçimde Gazi’yle değil; tersine dediğim gibi, ona alabildiğine bağlıyım… Sorunum, onun bıraktığı yerden, bir milim ileri gidemeyen Atatürkçü aydınımızla...

Aradan yetmiş yıl geçmiş, hemen kimse şunu merak etmiyor:

- “Musellese” üçgen, “miralaya” albay, “muallime” öğretmen diyen, kendisini ise, en temel vasfi itibariyle “başöğretmen” olarak tanımlayan, Mustafa Kemal, neden “laiklige”, Türkçe bir sözcük, karşı getirmedi?..

Hadi o bunu yapmadı, ama şunca zaman sonra, “Demokrasi” ya da işte “laiklik” sözcüklerini dahi Türkçeleştirmemiş olmak bir “aydın ayıbı”, değil midir?

“Cumhuriyet”, halk yönetimi demek... Halk yönetiminin, kendi kendine vaz ettiği dar kalıplar olabilir... Daha düne kadar Ceza Yasalarımız'da 141, 142, 163 vardı... İlk ikisi “komünizm”, daha doğrusu, “bir sınıfın öteki bir sınıf üstündeki tahakkümü düşüncesini” övme suçunu, sonuncusu, “din devleti kurma” yönündeki girişimleri mahkum ederdi...

Yani, “Cumhuriyet”, ya da işte “halk yönetimi”, her türlü düşünceye cevaz veriyor, değildi...

“Demokrasi”, ne pekiyi?.. “Özgürlükçü Halk Yönetimi”... Yani halkın içinde, herhangi bir düşüncenin gelişip örgütlenmesine, engel değil... Başka bir deyişle, bağrında oluşacak çeşitli düşünce ve özlem zenginlikleri zemininde halkın kendini özgür iradesiyle yönetim biçimi…

Ama aydınımız, yer yer “tercüme aydın”, hatta tercüme bile değil, “kalıpları yabancı dilden, olduğu gibi alıp devşiren aydın olma”, mıknatıslamasından çıkamadığı icin, “demokrasi” sözcüğü, bir türlü, Türkçe karsılığını bulamadı...

Oysa işte, Özgürlükçü Halk Yönetimi… Özgür Halk İradesi… Bunun egemenliği… Temel kavramlarıyla, kurumlarıyla, kurallarıyla… Kayıtsız şartsız…

Teknik bir hoca olarak şu hususa dikkat çekmeyi isterim...

Telefon, televizyon gibi, araçların Türkçe isimlerle anılmalarını önemserim... Ancak onlar somut, elle tutulabilen araçlar... Telefona dokunduğunuz zaman, işte o, telefondur...

Ama “demokrasi”, “laiklik” öyle mi? Hiç değil...

Aslında söz gelişi Alman, televizyona, "vernsehen" diyor... “Uzaktakini seyir”, anlamında... “Televizyon” zaten, o demek, ama bunu Alman, kendi dilinde söylüyor... Başka dildeki deyimlemeye, yapışıp, tutsak olmuyor...

Bunları dediğimde, bazı dostlar diyorlar ki:

- Hocam bu hassasiyete ne gerek var, bunlar evrensel sözcükler...

Böyle diyenlere bir defa:

- Evrenin ne kadarını biliyorsunuz da “evrensel” diyorsunuz, demekten kendimi alamıyorum...

Ikincisi:

- Elhamdulillahi rabbul alemin...

Başkasına sorarsanız, bu da evrensel...

- Git anlamıyorsan, Arapça öğren... Esasen öğrenmen gerekir, der...

- Bu ayetin (kutsal önermenin), genelde herhangi bir ayetin tercümesi, zaten olmaz, der...

Öyle mi:

- Hamd, Evrenler sahibi Yüce Allah içindir...

Neresi olmuyormuş, tercümesinin!..

“Emperyalizm”, ya da “demokrasi”, ya da “laiklik”, bunları çocuklarımızın anlayacağı dilden söylemezsek, sorunlar, oluyor...

“Emperyalizm”, evrensel sözcükmüş...

Bundan, hemen hiç kimse, bir şey anlamıyor ki...

Anlaşılması mı, yoksa anlaşılmaması mı önemli?

Oysa, Güzel Türkçemiz’de, ben bu kavrama

Devleti ele geçirmiş örgütlenmiş haydutluk, derim...

Şimdi, anlamayan, var mı!..

Haa, mesela, Amerikan ya da İngiliz veya Fransız Devleti'nin kuruluşuna hakaret anlamında bir şey dememeliyiz yönünde, katılacağım, bir hassasiyet, söz konusu olursa, o zaman

- Devleti ele gecirmis örgütlü haydutluk, derim...

Şimdi, anlamayan, var mı?

***

Avrupa'da, ya da Amerika'da Termodinamik Dersi'ne girdiğimde, öğrenci, “termosu”, “termali”, “termometreyi”, “temparaturu”, “dinamiği", çocukluğundan beri, kaç türlü duyduğu için, tahtaya “Termodinamik” yazdığım zaman, yadırgamaz...

Burada öyle mi?

“Termodinamik” dediğim zaman durur, bakar. Anlamaz...

Niye anlamıyorsun, demenin bir anlamı var mı?

Oysa bakın Türkçe ne güzel:

- Isıldevinim...

“Isıl”; ısıdan, geliyor...

“Devinim”... Devinmekten, geliyor...

Termodinamik öyleyse, ısıya bağlı hareketi anlatıyor...

Böyle demeyip, “termodinamik de termodinamik” diye, bunun ayrıca evrensel bir deyim olduğu gibi, tuhaf bir saplantı içinde olarak, tutturmanın âlemi var mı?

***

Hastaneye gidiyorsunuz...

Kapıda bölümler yazıyor...

Hematoloji, Algoloji, Radyoloji, Onkoloji...

Malatya'dan, Sivas'tan, Ordu'dan, Sinop’tan, Afyon’dan, hastane kapısına düşmüş hasta bundan ne anlıyor?

Hiç... Yalnızca Çin İşkencesi...

Aydınımız kendi kendine kafa buluyor...

Oysa “Hematoloji”, Kanbilim...

“Onkoloji”, Kanserbilim...

“Algoloji”, Ağribilim...

“Radyoloji”, Görüntübilim...

Çok mu zor, bunları demek?

Neymiş:

- Bu deyimler evrensel, git öğren de, gel...

Tamam öğrenelim de, hastaya, hasta sahiplerine, neden işkence edelim?..

***

Fransızca eğitim veren bir kurum... Çocukluğumun geçtigi binalar... Bir dekan arkadaşı ziyarete gittim...

Kartını verdi... Adı, soyadı, universitenin adı... Telefon numarası... “Telefonu”, Fransızca yazmış… “Téléphone”… Faks yerine ise, Fransızca "Télécopie" yazmış... Ne oldu şimdi?.. Ayrıntıya mı duyarlı? Yoksa aydın züppeliği mi, yapmış oluyor?..

Gıyapta kusura düşmek istemem, ama işte, korkarım ikincisi...

O kadar öyle ki, o eğitim kurumunu, telefonla arıyorsunuz... Bir makina çıkıyor:

- Operatrise, bağlanıyorsunuz, diyor...

“Hay senin Allah hayrını versin”, dedirtecek, bir resim vererek…

“Operator” malum, erkek için deniyor, "operatris" onun dişisi... Organizatör / Organizatris, Koordinatör / Koordinatris, Konsomatör (Tüketici, ya da burada daha iyisi, Tüketen) / Konsamatris, Erkek / Dişi, çiftlemelerindeki gibi…

Fransızca eğitim veren kurumda, ayrıntı, böyle çalışılmış...

Ama burada öyle bir garabet var ki...

Bir defa, Fransız bizim “Operator” dediğimize, öyle demez... "Standardist", der... Bir anlamda Düzenleyici...

Telefon Görevlisi anlamındaki “operator” sözcüğü, bize Anglosaksonlar'dan gelmiş... "Apreytor", böyle telafuz edilir... İşlemci demek...

Ama bizde "operatör", cerrah demek... Bu şekliyle, sözcük bize Fransa’dan gelmiş… Telefon görevlisine dönük olarak, “operatörün”, “cerrah” anlamını hatırlamazdan gelirken, Amerikalı'nın "Apreytor" lafını alıp, kullanıma sokmuşuz... Giderek, telefon görevlisine Fransız’ın ne dediğini bile araştırmadan, Fransızca'yı, kendi kafamzıa uydurmaya kalkıp, hüneri, aklımız sıra, bir hanım görevliden bahsedeceğiz ya, “operatör” sözcüğünü dişileştirerek, söylemede bulmuşuz... Fransızca incelikleri ne kadar bildiğimizi sergiliyor olarak, güya…

Böyle bir garabet olabilir mi:

- Kardeşim, Türkçemiz'in keli mi var? Niye örnegin "Görevli" demiyorsun? Çok mu anlaşılmaz oluyor, yani?

Şu aydın züppeliğine bakın...

Haa, bir de aptal makina:

- Sizi şimdi Operatrise bağlıyorum, diyor, bakıyorsunuz, karşınıza çıtı pıtı bir hanım değil, sakallı bıyıklı bir vatandaş, çıkmış!..

Ne o: Kardeşlerimiz Fransızca'yı o kadar iyi biliyorlar ki, “Operator” değil, “Operatris” deme derinliğini gösteriyorlar...

Hay, Allah, sizi nasıl bilirse öyle yapsın...

Durun, daha bitmedi...

En ilerici bir gazeteyi arıyorsunuz...

Matbu ses, makinada...

- Şimdi sizi Operatris'e bağlıyorum, diyor...

***

“Laiklik” sözcüğünü bunun için sevmiyorum... Kavramı değil, sözcüğü...

Giderek dünyanın hiç bir yerinde söylenmeyecek sözcüklere geçit aralıyor bir de, işte:

- Laikçi, lâyık, antilaikçi...

Daha neler neler...

Mecbur muyuz?..

Bana sorarsanız, hiç yakışmıyor!..

"Laik" sözcüğü, "laicus"dan geliyor... "Clericus"a karşıt olarak... Bu sonuncusu kilise memuriyeti demek... "Laicus", buna karşılık, sokaktaki insanın vasfı... İngilizce "layman", buradan gelir, "sokaktaki sıradan adam" demek olarak...

Bizim, bunu, tercüme etmemiz bile kurtarmaz...

- Böyle kullanalım...

- Elinin körü...

- Kardeşim, kimse bir şey anlamıyor...

- Öğrensin de gelsin...

- Olur mu öyle şey... Anlatsana, öğretici olsana...

- Ee, bu söz evrensel...

- O zaman pekiyi, "elhamdulillahi rabbül alemin", bu lafla sıkıntın, ne senin?

Ah aydınım, ah!..

Bırak tercümesi yapılacak aydın olamadığını bir tarafa, “Tercüme” bile değilsin, sen... Apartmasın...

***

"Laiklik", pekiyi, ne:

- Vicdan özgürlüğü.

- İnanç özgürlüğü.

- Ama ne vicdan ne inanç, akıl özgür olmadan, özgürleşemeyeceğine göre, aklın özgürleştirilmesi...

- Aklın özgürleşmesi, yetmez, onun korunması gerekir.

- O halde, "akla özgürlüğün korunması".

- Kestirmeden söylersek, inançta akılcılık, yönetimde akılcılık...

- Daha da kestirme söyleyelim... Aklın, her yerde, naklin önüne, konulması...

- Yani naklîlik değil, aklîlik...

Cem TV’de, Enerji Savaşları’nda, bir seferinde, Konuğum Prof. Dr. Mümtaz Soysal'la konuşuyordum...

Sevgili Mümtaz Hoca'yı, Türkçe konuşmamızın gereği çerçevesinde, yukarıdan beri anlattıklarım çerçevesinde sıkıştırınca, pırıl pırıl zekasıyla

- Türkiye aklîdir, aklî kalacaktır, dedi...

Hangisi daha iyi:

Türkiye laiktir, laik kalacak, mı, yoksa Türkiye aklîdir, aklî kalacak, mı?

Mümtaz Hoca ekledi,:

- "Aklî" ve "laik", aynı harflerden oluşuyor, zaten...

Haa, şunu da söyleyeyim...

İran'a ver yansın etmek için çok sebep olabilir... Bunların birçoğuna ayrıca katılırım... Ama biliyor musunuz, İran, Anayasası'nda emperyalizme (devleti ele geçirmiş haydutluğa) karşı olmak, bir yaptırım...

Burada demek istediğim şu:

-  Kalabalıkları, çok kimse kuşku yok samimiyetle bağırıyor olsa da, ama iste "Türkiye laiktir, laik kalacak" diye bağırtan, ya da onların bağırmasıyla el ovuşturan görünmez odaklar, Türkiye ile İran arasına, bıçak gibi girmek isteyen odaklardır... Şüpheniz olmasın... Benim yok!..

***

Neymiş efendim:

- Din, kişi ile Tanrı arasındaymış...

Atatürk'ün "laiklik" anlayışı bu değil ki! Hiç değil...

Mustafa Kemal, Halife'yi yollarken, inanılmaz derecede can alıcı bir önlem geliştirmiş...

Kestirmeden ifade edecek olursak, o vakit:

- TBMM, Hilafet Kurumu'nun işlevlerini deruhte ettiği için, bu kuruma artık gerek kalmamıştır, deniyor...

Bu çerçevede, Hilafet Kurumu'nun hal-i hazirda, TBMM'nin uhdesinde bulunduğuna dair tezler yazılıyor...

Demek istediğim, o değil...

Mustafa Kemal eğer, Halife'yi yollarken, Hilafeti de yollasa, Halife gittiği yerde, Hilafet Bayrağı'nı açabilirdi, öyle değil mi?

O nedenle, Halife gidiyor, ama Hilafet onunla gitmiyor...

Diyeceğim bu da değil...

“Diyanet İşleri Başkanlığı” diye, Hükumet’e bağlı bir kurum ihdas ediliyor... Hatırlayın lütfen, Diyanet İşleri Başkanlığı, bir Cumhuriyet Kurumu’dur…

Kim diyebilir ki:

- Klasik anlamda, laik bir düzende, devlet din işlerini düzenler?

Mustafa Kemal'in laiklik anlayışında, düzenler, işte...

Beğenirsiniz, beğenmezsiniz, bu böyle gelmiştir...

Dinî Bayramlarımız, resmi tatil özelliğinde, değil midir?

Devlet Televizyonları, Kandiller’de, mevlutleri naklen vermezler mi?

İmamlar, müezzinler, kimden maaş alır?.

Devlet görevinde iken, hayatlarını kaybedenlere resmen, “şehit” denmez mi?

Pekiyi, öyleyse nedir, Musatafa Kemal'in laiklik anlayışı:

- İnanç’ta akıl, Yönetim’de akıl...

Bunu böyle temiz temiz söylemezseniz, kimse bir şey anlamaz...

Atatürk Türkiyesi'nde inanç da akla raptedilmek istenmiştir... Diyanet bunun için vardır...

Hilafet lağvedilmiştir, ama Diyanet kurulmuştur...

Aptal aptal laflar konuşuyoruz:

- Din, kişi ile Tanrı arasındadır...

Yok öyle bir şey...

Cuma namazları topluca kılınır...

Cemler topluca yapılır… Zaten cem, toplanma demektir… Cuma sözcüğü de aynı kökten gelir…

Bayram namazları topluca kılınır...

Vakit namazları topluca kılınır...

Ezan beş vakit okunur... Kilise çanları da çalar...

Burası Türkiye...

Diyanet; beğeniriz, beğenmeyiz, fetva üstüne fetva verir...

Din toplumun biteviye içindedir...

İslam, bu topraklara gelişimizin, bu toprakları yurt edinişimizin, bu toprakları yurt olarak müdafaa edişimizin, yüzyılları tutan serüveninin, siyasi sancağının adıdır... “Allah Allah” nidaları olmadan, hiç bir savaşımızı, zaferimizi, düşünemezsiniz… Ne Mohaç’ı, ne Zigetvar’ı, ne Plevne’yi, ne Çanakkale’yi, ne Kurtuluş Savaşımız’ı, ne Kıbrıs Çıkartmamız'ı…

Haa, bir dakika, orada bir TBMM var, orada, dinî kıstaslara göre, yasa çıkartılmaz...

İyi ki de öyle, çünkü bu bağlamda akılcılık, inanç barışının bir zeminidir...

Aynı bağlamda, Diyanet’in temel görevi, inancı aklîleştirmektir…

Yani, bizim, aklî olmayan inançla kavgamız, vardır…

Mustafa Kemal’in Türk’ün inancıyla bir sorunu yok… Yobazlıkla var, sorunu…

Bütün inançlara eşit mesafede durmak gibi bir derdimiz hiç yok… Yobazlıkla, bağnazlıkla, kavgamız vardır, çünkü… En hakiki mürşit olarak bize ilmi, fenni vasiyet etmiş, Atatürk'ün kendisi ne yapardı, zannediyorsunuz, yobazlığa dönük olarak!.. Eşit mesafede mi dururdu!..

*** 
 

Şunu da söyleyeyim isterim… “Laiklik” sözcüğünü, toptan atalım, demiyorum… Anlayalım, diyorum... Anlamak için, Türkçe konuşmamız gerekiyor...

Öteki türlü körpe dimağları iğdiş ediyorsunuz... Hiç bir yere de varamıyoruz...

Laik oluyor, “laikçi”, ya da ya “laaayik”… Karşısına çıkıyor, “antilaikçi”...

Kimileri “halayık” ile “laik” arasında akrabalık tesis etmeye kadar vardırıyor işi…

Tam bir çorba…

Laik diyelim… Algoloji diyelim... Operatrise bağlanacaksıznız... Böyle diyelim… Hematoloji, diyelim...

Evrensel sözler, bunlar, diyelim...

“Sosyal demokrasi”... Bu da evrensel, bir deyim... Değil mi?

- Başka türlü nasıl diyebiliriz ki? diye, kendimizi savunalım…

***

Bir Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ki, daha başındaki dört kavramdan üçü Türkçe değil...

Utanalım...

Neymiş:

- Laik, demokratik, sosyal, hukuk devleti...

Oysa işte:

- Akılcı, özgürlükçü, dayanışmacı, hukuk devleti...

Sosyal demokrasi: Dayanışmacı özgürlükçülük...

Çok mu zor, böyle demek?

***

Laikliğe, “aklın özgürleştirilmesi”, “akla özgürlüğün korunması” dediğin zaman, arkasından hemen, aklın üzerindeki her türlü tasallutla, savaşmak gelir...

Türban, özgürce takılıyorsa, o başka, ancak baskıyla takılıyor, ya da taktırılıyorsa, bununla savaşmak gerekir…

Özgürlüklerin üstünü kapatmanın şeytanca bir aracı olarak taktırılıyorsa, daha da çok savaşmak gerekir…

Giderek, halkın üzerindeki medya tasallutu ile savaşmak gerekir…

Laiklik deyip, halkın üzerine kara gölge gibi tebelleş olmuş beyin yıkamacı medya ile savaşmıyorsan, sen şekilciliğe hapsolmuşsun demektir… Türban’ı, inancı şekilciliğe indirgeyip, sözüm ona, özgürlük simgesi gibi savunandan, farkın hiç yoktur ki, o zaman…

Hem “laiklik” diyeceksin, hem de, bu deyimin özünü çarşafla örteceksin ve kavramın tüm gereklerini ıskalayacaksın... Tuhaf bir aydın illeti...

***

Bir şey daha ekleyeyim… Aklı kendi başına bırakırsan, ya davulcuya ya zurnacıya kaçabilir!.. Aklı deneyle, gerçekle, biteviye sınamalarla, terbiye etmek, şarttır...

***

Bütün dinler (ilahi boyutu tartışmayı, din adamlarına bırakarak söylüyorum), yeryüzünün kaydettiği en devrimci ve en siyasi çıkışlardır. Peygamberler ise (ilahi boyutu tartışmayı, yine din adamlarına bırakarak söylüyorum), yeryüzünün kaydettiği en ilerici ve en devrimci insanlardır...

Dinler çıkışlarından sonra, merkezileştikçe, halktan kopmuşlar, hatta halka baskı aracı olmuşlardır...

Bu olumsuz gelişmelere karşı, başkaldırıların olması kaçınılmazdır...

Avrupa'da “Protestanlık” buna bir örnektir...

“Şiilik” başka bir örnektir... O arada Mutezile, Eşari’ye karşıt olarak, bin yıl kadar önce, aklı, naklin önüne koymak istemiş, bir tefekkür akımıdır... İslam’ın altın çağının yönetim felsefesi olmuştur…

Anadolu İslam yorumu, ya da işte Alevilik, izleyen bir örnektir…

Amerika’da, Müslümanlığın yayılması, dikkate getirmek istediğim çizgiye, çok yeni bir örnektir… Bilhassa ezilen Amerikan zencileri, ezen beyaza:

- Al, Kilisen de, Tanrın da, Kitabın da, senin olsun, deyip, başkaldırarak, müslüman olmaktadırlar…

***

Mutezile'nin, Marx'tan daha, yuvarlak, bin yıl önce, “artı değer” konusunda tefekkür eylediğini biliyor muydunuz?[**] İnanın, ben de bilimiyordum... Demek ki, Batı şablonlarıyla düşünmekten, sahiden, kolay kolay çıkamıyoruz… Öyle olunca, ne yazık ki, kendi tarihsel birikimlerimize yabancılaşmakla kalmıyoruz, asıl halka yabancılaşıyoruz…

Bu bağlamda, bu yazıyı yazarken ne düşündüm, biliyor musunuz:

- Yobaz mı daha tehlikelidir, yoksa aydının yobazı mı?..

Demeye dilim varmıyor, ama işte maalesef öyle…


[*] Mayıs, 2008.

[**] Mutezile ile ilgili bilgileri, Biricik Ozan Yarman’ın, kaynaktan bire bir aktarması sonucunda, öğrendim… Ona teşekkür borçluyum…

 

You have no rights to post comments