Eğitim tarihimizde küçük bir gezinti ile bazı deyimler üzerinde sohbete ne dersiniz? Günlük hayatta çok sık kullanıldığımız ama nereden kaynaklandığını ve aslında ne demek istediğimizi bilmediğimiz deyimler iletişimin yavanlaşmasına yol açar. İyi iletişimcinin özelliklerinden biri de kullandığı kavram ve deyimlerin anlamlarını hatta anlam ağında bulunan diğer örüntüleri de bilmektir. Söz konusu olan belli bir alandaki kavram ve deyimler ise o alanda iştigal edenlerce mutlaka bilinmelidir. Bu bağlamda aşağıdaki deyimlerin eğitimle ilgilenenler tarafında biliniyor olması beklenir.
Dayak Cennetten Çıkmadır!
Bu deyimi bütün veliler ve öğretmenler bilir. Kimisi bu sözle çocukları / öğrencileri dövmenin telkin edildiğini sanır. Kimisi de “iyi olsaydı cennetten çıkmazdı” derler.
Peki, bu deyim ile anlatılmak istenen nedir? Rivayete göre Adem ile Havva, cennette iken şeytana kanıp büyük günahı işledikleri için cezalandırılıp yeryüzüne gönderilirler. Yeryüzüne çıkarken şeytan da baston (ya da değnek) biçimini alır, Hz. Adem’in eline geçer ve dünyaya gelir. Değnek (değenek, dayanak) işlevi gören yani dayanılan bu araç dayaktır. Dayak derken aklımıza hemen sopa gelmemelidir. Dayak=dayanak! Değnek ya da sopa aynı zamanda dayanaktır. Dayanılan, yaslanılan şey! Baston... Dayak bu anlamdadır.
Sözün özü, cennetten çıkan aslında şeytandır! Çocukları dövmek şeytana uymak, kötülük yapmak anlamına gelir. Öğretmen ve ebeveynlere şeytana uymamaları gerektiğini ayrıca tavsiye etmeye gerek var mı?
Eti Senin Kemiği Benim!
"Eti senin kemiği benim" sözünün çıkışı eğitimle ilgili değildir. Eskiden ölüler gömülmeyip yüksekçe bir yere konulur, akbaba gibi karga-kuşun yemesine bırakılırmış. Kuşlara "eti senin kemiği benim" der orada bırkırlarmış, birkaç zaman. Bu geleneği Türkistan’ın Tibet ve Moğolistan mahallelerinde hala devam ettirenler varmış. Altında yatan inancın toprak ve suyu kirletmemek olduğu düşünülüyor. Urartu ve köhne Mısır’da da bu adet varmış. Özcesi, bu söz öğretmene değil, kuşlara söylenirmiş. Akbaba olmaya heveslenen öğretmenlere hatırlatmış olalım.
Falakaya Yatırmak!
Falaka, cezalandırılmak istenen kişinin sırt üstü yatırılarak, çıplak ayaklarını bir sırığa bağlamak ve yukarı doğru kaldırılarak ayak tabanının sopa ile dövülmesinde kullanılan alettir. Bu haliyle bir ceza ya da işkence tekniğidir. İlk çağlardan beri vardır.
Tuhaf gelecek belki ama falakanın öğrencilerin dayak yemelerinin normal olduğu çağlarda ileri bir eğitim teknolojisi olduğunu söylemek zorundayım. Savunduğumdan değil. Hemen ağzıma sürmek için biber aramayın, dinleyin hele...
Avrupalı gezginler Osmanlı ülkesini yüzlerce yıl gezmiş ve gözlemlerini seyahatnamelerinde yazmışlardır. Osmanlı’dan övgüyle söz ederler. Tıpkı bizim Osmanlı’nın son zamanlarındaki ve şimdiki Batı hayranlarımızın Avrupa’yı yere göğe sığdıramaması gibi onlar da Osmanlı’yı anlata anlata bitiremiyor, hayranlıklarını gizleyemiyorlardı.
Batılı seyyahların konumuzla ilgili anlatımlarında falakayı çok üstün bir eğitim teknolojisi olarak gördüklerini anlıyoruz. O sıralarda Batı eğitiminde öğrenciler değneklerle dövülüyor ve çok sayıda çocuk eğitim zayiatı oluyor, sakat kalıyordu. Kulağı kopanlar, kolu bacağı kırılanlar, sağırlaşanlar, gözlerini kaybedenler, beyni hasar görenler... Ama Osmanlıda öğrenciler falakada dövüldükleri için hiç sakat kalmıyorlardı. Teknolojiyi (!) üstün kılan da, Avrupalı seyyahları hayran bırakan da buydu.
Peki falaka nasıl ortaya çıktı? Rivayet muhtelif ama Osmanlı eğitiminde kullanılışı daha çok dinsel bir zorunluluktan ya da incelikten kaynaklanıyor. Tasavvuf düşüncesine göre insan çamurdan yapılmış ama Tanrı tarafından üflenen “can” ile Tanrı’dan bir zerre taşıyan bir varlıktır. İnsandaki yaratıcılık bu zerreden gelir. Tanrı kendini insanın yüzünde yani suratında gösterir. Dolayısıyla tasavvuf düşüncesine göre insana tokat atmak Tanrı’yı tokatlamak demektir.
Öğrencinin suratına tokat atmayınca, bedenin diğer bölgeleri de kalıcı sakatlanmaya yol açabileceği için insanların ayak tabanlarının dövülmesi uygulaması başlıyor. Ayrıca ayak tabanı birçok sinir ucunun bulunduğu, sinirlerin en duyarlı olduğu yerdir ve gerçekten çok acı verir.
Hemen belirtmek gerekir ki Osmanlı eğitiminde falaka çok yaygın kullanılmamıştır. Gerek İslam düşünürleri gerek Osmanlı eğitimcileri öğrenciye sevecen yaklaşarak eğitmeyi şart koşar. Dayağa da izin verir ama en son çare ve başka yapacak şey kalmamışsa buna başvurulmasını söylerler. Yine de terbiye konusunda öğüt verenler ileri gidilmemesini sıkı sıkı tembihler.
Falaka, 1847 tarihli “Talimat” ya da “Nizamname” ile İslam’a (şer’i şerife) aykırı olduğu belirtilerek okullarda yasaklanmıştır (20. bend). Polisteki özellikle siyasi sorgu odalarında ise yakın zamana kadar (2000 yılı gibi) devam etmiştir.
Mürekkep Yalamak
Eskiden matbaanın olmadığı zamanlarda kitaplar yazıcı katipler tarafından elle yazılırdı. Şimdiki dersliklere benzer yerleri vardı ve yazıcılar orada toplanır, mürekkep hokkalarını açar, divitlerini mürekkebe batırarak okuyucu katibin dikte ettirdikleriyle “hüsnü hat” icra eder yani güzelce yazarlardı. Böylece bir anda yazıcı sayısı kadar kitap çoğaltılmış olurdu. (Bu vesileyle belirtmiş olayım; bizde matbaanın geç girişinin sebebi de bu yazıcıların işsiz kalmalarını önlemek içindi, mankurtlaştırma misyonerlerinin anlattığı gibi teknoloji düşmanı yobazlığımızdan değil!)
Elle yazılan bu kitaplar daha sonra okuyucuya sunulurdu. Parmağını dudağında ıslatarak sayfaları çeviren okuyucu ıslak parmakla sayfadaki mürekkebin erimesine ve parmağının boyanmasına sebep olurdu. Bu parmak sık sık ağza gidip dil ile ıslatıldığından dil ve dudak da mürekkebe bulanır ve genellikle simsiyah olurdu. Böylece mürekkep yalamış olunurdu.
İnsanların dil ve dudağının rengine bakarak ne kadar mürekkep yaladığı yani ne kadar çok okuduğu anlaşılırdı. “Mürekkep yalamak” çok okumak anlamına gelen bir deyimimiz olarak kaldı.
İdaskal
Öğretmenler gözlerine kezzap dökerek kendilerini kör ederlermiş. Buradaki amaç öğrencileri görüp aralarında bazılarına yakın olmamak, öğrenciler arasında ayırım yapmamak içinmiş! Değişik eleştiriler yapılabilir ama bu eylemin derininde yatan düşünce bence çok saygın. Değişik gerekçelerle öğrencileri arasında ayrım yapan öğretmenlerin idaskal yapmasalar da bunu bilmelerinde yarar var.
Bina okumak
“Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur” sözünü duymuşsunuzdur. Aynı şeyi tekrar tekrar yapmak, verimsiz işlerle uğraşmak anlamındadır.
Osmanlıda medrese eğitiminde dilbilgisi ders kitabından birincisinin adı “bina” idi. Cümle yapısı ve sözdizimi üzerinde durulurdu. Eğitim genellikle ezbere dayandığı için çocuklar bunları ezberlemek zorundaydılar. Bir türlü de ilerleme olmazdı. Ayrıca okula ara vermek gibi geri dönüşlerde yine “bina”dan başlamak gerekirdi. Bunu bazı veliler “benim oğlum bina okur, döner döner yine okur” diyerek verimli bir ilerlemenin olmayışını hicvederlerdi.
Kabak tadı vermek
Medreseler vakıflara bağlı eğitim kurumlarıydı. Öğrenci iaşeleri vakıfça temin edilirdi. Vakıf da gelirine göre mevsimin en ucuz gıdalarıyla öğrencileri beslerdi. Böylece kabağın bol bulunduğu mevsimde sürekli kabak yemekleri yemek gibi durumlar ortaya çıkardı. Kabak yemeği sevilse bile bu süreklilikten bir süre sonra öğrenciler rahatsız olur ve kabak tadından hoşlanmamaya başlarlardı. Bıkkınlık veren durumlar için kullanılan bir deyim haline geldi.
Tarih önemli bir bilgi alanıdır. Öğrencilerimizin bazılarına neden sevdiremediğimizi düşünmek zorundayız.